Ana Sayfa HABER Müşteriler bekliyor; işimize bakalım

Müşteriler bekliyor; işimize bakalım

YORUM | Dr. REŞİT HAYLAMAZ

Hiç kimse bir diğerinin aynı değil. 

Düşünceler de öyle…

Ana hatlarda bir benzerlik söz konusu olsa da insan sayısınca bir renklilik, kişi başına bir farklılık var.

Yaratılış böyle; herkese kendi yaptığı süslü gösterilmiş ve herkes, kendisine ait olanın doğruluğuna kilitli…

Aksi olsaydı, Şeytan şeytanlığından vazgeçer, Firavun ve Nemrut da seccadesini adalet sarayına sererdi!

BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

Bu renkliliğin tabii sonucu olarak gördüklerimiz de farklı, kanaat sahibi olup da hüküm verdiklerimiz de!

Niyet ve nazarımız farklı olduğu için gördüğümüz bir olaydan, duyduğumuz veya okuduğumuz aynı cümleden, her birerimiz farklı anlamlar çıkarabiliyoruz!

Meseleyi kendimizle sınırlı tuttuğumuzda bunun problem edilecek bir yanı yok. Hatta, bir zenginlik bu! Ancak, aksine ihtimal vermeksizin ve kendi haklılığımızı işin merkezine koyarak faturayı başkalarına kesiyor, üstelik, işin bütününe vakıf olamadığımız halde bunu seslendirip ikinci, üçüncü şahıslara da taşıyorsak meselenin rengi değişiyor. 

Nasıl mı?

Size, Asr-ı Saâdet’ten bir misal vereyim:

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), 8 yıl önce çıkarıldığı Mekke’yi fiilen fethetmiş ve sıra, 21 yılını kin ve nefrete kilitlemişlerin gönlünü kazanmaya gelmişti. 

Ci’râne’deydi.

Huneyn ganimetlerini dağıtacak ve Medîne’ye dönecekti.  

Cömertlikte rüzgâr gibiydi; önüne geleni dağıtıyor ve fakirlik korkusu olmadan veriyordu!

Ebû Bekr u Ömer’e ikişer deve bile vermediği yerde Abbâs İbn-i Mirdâs’a 40 deve vermişti. 

Şüphesiz bu, alın teri dökülerek kazanılmış bir hak, tırnaklarla kazınarak elde edilmiş bir ücret değildi; Nebevî cömertliğin bir ihsanıydı! 

İki devesi olanın zengin sayıldığı bir dönemde 40 deve, imrenilecek bir servet demekti ve karşılıksız gelmişti. 

Normal şartlarda Abbâs İbn-i Mirdâs’ın güle oynaya evine dönmesi gerekirdi; ama öyle olmadı!

Çünkü o, kendisine verilene değil, başkalarına yapılan ihsanlara kilitlenmişti! İnsana ait bir boşluğun tezahürüydü bu; dünyalık deve ve koyun verilmeyenleri göz ardı ediyor ve gözü, kendi seviyesindeki insanları arıyor, onlara ne kadar verildiğini öğrenmeye çalışıyordu. 

Safvân İbn-i Ümeyye, Akra’ İbn-i Hâbis, Uyeyne İbn-i Hısn ve Hakîm İbn-i Hizâm gibi insanlara yüzer deve verildiğini öğrenince rengi değişti ve “statü” farklılığı olarak algıladığı bu uygulamaya tavır aldı, büyük bir alınganlık gösterdi. 

Yerinde durmadı ve bunu açığa vurdu; yapılanın haksızlık olduğunu dillendirmeye, şiir gücünü de kullanarak bunu geniş kitlelere yaymaya başladı; kendisiyle atına düşmesi gereken hissenin, Akra’ İbn-i Hâbis ile Uyeyne İbn-i Hısn’ın arasında bölüştürüldüğünü söylüyor ve hakkının yenildiğinden yakınıyordu!

Halbuki ne Akra’ İbn-i Hâbis ile Uyeyne İbn-i Hısn’a verilen 100 deve bir hak edişin neticesiydi, ne de ona ihsan edilen 40 deve bir zulümdü! 

İşin Türkçesi adam, Osmân u Ali’yi geçmiş, Allah’ın Resûlü’nü (sallallahu aleyhi ve sellem) hedef alıyor, vahiyle müeyyed bir Peygamber’i açıktan tenkit ediyordu! 

Halbuki bu, Allah’ın emriydi; zira Allah (celle celâluhû) O’na (sallallahu aleyhi ve sellem), elde edilenlerden müellefe-i kulûb statüsündeki insanlara da pay vermesini emrediyor ve Efendimiz de (sallallahu aleyhi ve sellem), bu konumda gördüklerine, gelişlerini kolaylaştırmak için daha fazla veriyordu! 

Görüldüğü gibi dünyanın bu kadar öncelendiği yerde ukbânın gölgede kalması kaçınılmaz oluyor; haline bin şükür etmesi gereken birisi, Allah’ın emrini yerine getiren bir Resûl’ü hedef alırken baltayı nasıl bir taşa vurduğunun farkına bile varamıyor!

Dedik ya, niyet ve nazar farklılığı.

Çok geçmeden bundan Resûlullah da (sallallahu aleyhi ve sellem) haberdar oldu ve meseleyi çözme adına Abbâs İbn-i Mirdâs’ı yanına çağırdı; şiirini kendisine hatırlatarak, “Az önce ‘Sonra da benim hissemle atım Ubeyd’in hissesini, Akra’ ile Uyeyne arasında bölüştürüyor!’ diyen sen misin?” diye sordu.

Evet, bunları o söylemişti; Hazreti Ebû Bekir de (radıyallahu anh) buna şahitti. 

Zaten Abbâs da bunu inkâr etmiyordu. 

Bunun üzerine ashâbına dönen Fahr-i Âlem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Gidin ve onun dilini kesin!” buyurdu. Bu arada Hazreti Bilâl’e de işaret etmiş, “Ey Bilâl!” demişti. “Haydi, onu götür ve dilini kes, üstüne bir kat da elbise ver!”

Başta Abbâs İbn-i Mirdâs olmak üzere Efendimiz’den (sallallahu aleyhi ve sellem) bu cümleyi duyan herkesin gözü dört açılmış, yaptığı taksimatta Resûlullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) açıkça tenkit eden Abbâs’ın dilinin kökünden kesileceğini düşünmeye başlamıştı. 

Bu arada Hazreti Bilâl de elinden tutmuş onu bir tarafa doğru götürüyordu. Yüreği ağzında yürüyen Abbâs, endişe dolu gözlerle Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) dönmüş, Hazreti Bilâl’i kastederek, “Yâ Resûlallah!” diye bağırıyordu. “Gerçekten de dilimi mi kesecek?”

Öte yandan, “Ey Muhâcir topluluğu!” diyerek Ebû Bekr u Ömer’den yardım istiyor, “Şimdi benim, dilim mi kesilecek?” diyerek ortalığı inletip buna engel olmalarını talep ediyordu. 

Ortada söylenmiş bir cümle vardı ama yine bu cümleden herkes farklı sonuçlar çıkarmıştı. Hâlbuki, Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bu türlü harcamalarını organize eden Hazreti Bilâl (radıyallahu anh), anlaması gerekeni anlamış ve çözüm adına da bir adım atmıştı. Zira, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ona bunu söylerken mecazı kastetmişti. Bunu, elinden tutup da götürdüğü Abbâs’a da söyledi; iki de bir, “Dilim kesilecek!” diye tekrarlaması karşısında ona, “Sus be adam!” dedi. “Zannettiğin gibi dilin falan kesilmeyecek! Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bana, sana ihsanda bulunarak dilini kesmemi emretti!”

Gerçekten de öyle oldu; onu bir yere götüren Hazreti Bilâl (radıyallahu anh), Abbâs İbn-i Mirdâs’a, ihtiyacı kadar elbise verdi ve akabinde de kendisine, Uyeyne İbn-i Hısn ve Akra’ İbn-i Hâbis gibi yüz deve ihsan edildi.

Bu da bir tercihti ve o günün gönül yapan gönlü engin gülleri, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile birlikte Medîne’ye dönerken Abbâs İbn-i Mirdâs, elde ettiği develerin sevinciyle evinin yolunu tuttu!

Olayın içinde ve bizzat şahidi olduğu halde bu kadar bir farklılık söz konusu olabiliyorsa, uzağımızda yaşanan ve bütününe vakıf olamadığımız hadiselerde yaşanması muhtemel savrulmaları hepimiz tahmin edebiliriz.

At izinin it izine karıştığı günlerden geçiyoruz. 

Birçok konu gibi his ve duygularımız da tahrip olmuş durumda. 

Kimin, hangi hadise karşısında, nerede ve nasıl tepki vereceğini kestirmek oldukça zor.

Unutmayalım ki geçiş dönemlerinin sancıları söz konusu olsa da Medîne gibi bu Hizmet de arınıp durularak yoluna devam edecek. 

Savrulmamak için azı dişlerimizle tutunmak durumundayız. 

Güft u gûy ile zaman kaybedemeyiz! 

Dün de öyleydi, bugün de değişmedi; işimiz gönül yapmaktır.

Hepimiz biliyoruz ki oyun devam ederken sahaya giren seyirci, maçı tehir veya tatil ettirir! 

Sakın ola ki develerle evimize gidiyor olmanın mutluluğu, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile birlikte Medîne’ye dönme bahtiyarlığını gölgelemesin! 

Aymaz Abi’nin sıklıkla dediği gibi; “Müşteriler bekliyor, işimize bakalım!”

3 YORUMLAR

  1. FE Hukuk
    "Ebu Bekir el-Kureyşî anlatıyor: 'Abbas b. Mirdas (ra), halim, selim, temiz kalbli, ufku geniş bir insandı. Cahiliye devrinde bile pırıl pırıl bir hayat yaşamıştı. Ashab içinde sanki ikinci bir Ebu Bekir'di. Daha sonra gelip Allah Rasulü'ne Müslüman olduğunu bildirip teslim olan bu sahabi, ..." Yukarıdaki yazı HE'nin "Cinlerin Sultasına Girenler" yazısından. Reşit Hocamın bahsettiği Abbas b. Mirdas başka biri mi?
  2. eminou
    bu olaydan çıkarılacak ders işine bakmak mı yoksa bazı nefislerin doyurulması sureti ile sesini kesmek mi?
  3. İbrahim Baykuş
    Hocam senelerden beri hizmette görev almış birinin bir türlü nefsine hakim olmiyan biri hizmet öyle günlerden geçerken birileri batan gemiden mal kaçırır gibi anlayışa müsama göstermek çok garib birşey