AHMET KURUCAN | YORUM
“Sakalla, çarşafla Müslümanlık olmaz!” yazı serisinin üçüncü ve son yazısı. İlk yazıda usul-u fıkıh ekseninde kısa bir giriş yapmıştım. İkinci yazıda giyim-kuşamın coğrafi şartlar ve kültürel değerlerle alakalı örf ve adet olduğunu ifade etmiş ve meseleyi rasyonel bir zeminde değerlendirmiştim. Şimdi ise bam teline vuracağım.
Nedir bam teli? Sünnet.
Halk Müslümanlığına baktığımızda bu mesele hep sünnet kavramı ekseninde ele alınır. Müdafa edenler “Sünnet!” der, karşı çıkanlar “Sünnet değil!” der. İyi de sünnet nedir? Zaten meselenin nihai planda gelip dayandığı yer burası.
Usul kitaplarına baktığımızda sünnet Peygamber Efendimiz’in (sas) kavl, fiil ve takrirleri yani söz, davranış ve onayları olarak tanımlanır. “Allah Resulü dedi ki; Allah Resulü şöyle yaptı, Allah Resulü onayladı…” söz, davranış ve onayın açılımı olarak ortaya konabilir.
Özellikle erken dönemlerde Hicaz coğrafyası ve Arap kültürünün hakim olduğu zeminde bu tanımın içinin dolu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Sosyal ve kültürel alanda değişim ve dönüşümün uzun asırlar aldığını da buna ilave edecek olursanız sözü edilen ‘sünnet’ tanımı o dönemin tanımı olarak alabildiğine makul.
Yalnız burada bir hususun gözden kaçırıldığını söyleyebilirim. Şöyle ki; mesela, “Allah Resulü (sas) oturarak yemek yerdi. Dolayısıyla yemeği oturarak yemek sünnettir.” dediğimiz zaman bir şeyi gerçekten gözden kaçırıyoruz. O da şu; Allah Resulü’nden (sas) önce yaşayan insanlar nasıl yemek yerdi? Onlar da oturarak yemek yiyordu. O zaman buna ne isim vereceğiz? İnsanların sünneti demek zorundayız, öyle değil mi? Zaten sünnetin izlenen/çiğnenen yol anlamına geldiğini biliyorsanız bu sonuç kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Demek ki Efendimiz (sas) kendi hayat-ı seniyyelerinde kendisinden önce insanlar nasıl yemek yiyorsa, o da aynı şekilde yemiş ve aynı sünneti/yolu takip etmiş. Sonrasında gelen insanlar da öyle yapmış ve hala yapıyor.
Niyet ne kadar önemli?
Buradan çıkarttığımız sonuç, bizim ‘sünnettir’ dediğimiz Efendimiz’e (sas) ait davranışların, sözlerin ve onayların bir mazi ve bir de istikbal boyutu olabilir. Evet doğrudur, o sünnetlerin belki de ilk insana kadar uzanan maziye ve bugüne kadar uzanan istikbale bakan boyutları vardır. Onun içindir ki hadis uzmanları sünneti üçe ayırır; sünnet-i mâdiye, sünnet-i Nebevi ve sünnet-i hâdıra. Yani geçmişte yaşanan sünnet, peygamber sünneti ve yaşayan sünnet.
Oturarak yemek yeme örneği üzerinden toparlayalım isterseniz: Oturarak yemek yemek Efendimiz’den (sas) önce var olan bir gelenektir (sünnet-i mâdiye), Peygamber Efendimiz (sas) de bu şekilde yemek yemiştir (sünnet-i Nebevi) ve günümüzde de insanlar bu şekilde yemek yemeye devam etmektedir (sünnet-i hâdıra). Öyleyse Müslümanlar da dahil insanların oturarak yemek yemesi kadîm bir insanlık adetidir.
Şimdi bu oturarak yemek yeme örneğini sakalla yer değiştirelim. Efendimiz’den (sas) önce de insanlar sakal bırakıyordu; sünnet-i mâdiye. Efendimiz (sas) de sakal bıraktı; sünnet-i Nebevi. Müslüman olsun olmasın insanlar hala sakal bırakıyor; sünneti hâdıra yani yaşayan sünnet.
Bütün bu izahlardan sonra en önemli nokta şu: Efendimiz sonrası sakal bırakan Müslümanlar, “Allah Resulü de sakal bıraktı. Sakal bırakmak Müslümanlar için sünnettir!” diyorlarsa kast ettikleri şudur: İnsanlığın kadîm adeti olan sakal bırakmayı Efendimiz (sas) de uygulamıştır. Ben de o uyguladığı için uyguluyor ve sakal bırakıyorum. İşte bu bakış açısı ve bu niyet o adeti ibadet hükmüne geçirebilir.
Sakalla aldatmak!
Başlığa dönerek meseleyi bağlayayım; Müslümanlık sadece kılık-kıyafet, giyim ve kuşamda 610-632 yılları arasındaki Hicaz coğrafyasında var olan örf ve adeti, gelenek ve göreneği devam ettirmek değil, asıl Müslümanlık İslam’ın temel ilkelerini hayata taşımaktır. Adalettir Müslümanlık. Ahlaktır, başkalarına saygılı davranmaktır, ahde vefadır, yalan söylememektir, insanları iyiliğe teşvik etmek, kötülükten sakındırmaktır, zulüm yapmamaktır, aldatmamaktır vs.
Fakat ne yazık ki günümüz Müslümanlığında görülen şey sakalı sünnet diye bırakıp her türlü melaneti işlemektir ve sakalı bu işe perde yapmaktır.
Şunu kabullenelim; günümüz dünyasında bizim çocukluğumuzda toplumsal karşılığı olan, “Müslüman aldatmaz, Müslümanın sözü senettir, namazlı niyazlı insandan zarar gelmez, Müslüman çalmaz!” deyimleri tarih olmuştur.
Tıpkı Atina’da Yunanlı bir bakkalın dediği gibi.
Onunla bitireyim. Meriç’ten geçmiş. Kendisinden önce Atina’ya gelen birisi yeni gelen arkadaşına rehberlik yapıyor ve alışverişi için mahalle bakkalına gidiyorlar. Kasada hesabı öderken yeni gelen kendisine rehberlik eden insana soruyor: “Bakkal bizi aldatır mı? Fazla almaz değil mi?”
Bakkal Türkçe biliyormuş. Cevabı bakkal veriyor ve diyor ki: “Ben Müslüman değilim!”
Bomba gibi bir cevap.
İhtimal o bakkal şimdiye kadar aldatan, yalan söyleyen, hilebaz dinbaz Müslümanlarla karşılaşmış ve onlardan kötülük görmüş olmalı ki “Hayır ben aldatmam. Etiket fiyatı neyse onu alırım!” demek yerine, “Ben Müslüman değilim!” diyor. Bu söz karşısında ne kadar üzülsek, hatta yerin dibine girsek sezadır. Ama heyhat!
Geriye bir tek husus kaldı. Sünnetin tarifi. 44 yıllık ilahiyat okumalarım ekseninde benim bir sünnet tarifim var. Bir vesile ile onu da sizinle paylaşmak isterim. Şimdilik bu kadar.
Sn. Kurucan, üç yazılık dizinin üçünü de -altındaki yorumlarla birlikte- yeniden okudum.
Sakalı, cübbeyi, çarşafı ahlaksızlığına perde yapıp halkı aldatan din bezirganı bir derekeyi, bir seviyeyi gösteriyor.
Bunu görmemek, görmezlikten gelmek de bir seviyeyi gösteriyor.
Sakal sünnetini, “Efendimiz’den (SAV) önceden de vardı” diyerek, fıtrattan sayılmasını (Müslim, Buhari) ya da bıyıkların kesilip, sakalların bırakılmasının istenmesini (Müslim, Ebu Davut) anmamak da bir seviye gösteriyor.
Hanefi alimlerinin önemli bir kısmının sakal kesmeyi haram saymasını, diğer üç mezheptekilerin önemli bir kısmının ise kuvvetli bir sünnet olduğunu ifade etmelerini yok saymak da bir seviyenin ifadesidir. (https://hikmet.net/sakal-kesmek-haram-midir )
Talebelerine “sakal” ve “evlenme” sünnetlerine uyamamaktan duyduğu üzüntüsünü, “hayatı boyunca yaptığı hizmetlerin bedeli olur mu acaba?” şeklindeki endişesiyle ifade buyuran geçen asrın beyin yapıcısını anmamak da bir seviyeyi belirtir…
“İnandıklarınızı yaşayamıyorsanız, yaşadıklarınıza inanırsınız” diye bir söz vardı. Bu sözün tezahürünün bu seviyede görülmesi sevindirici bir durum değil…
merhaba muhterem
Hadiste ‘haramlar bellidir helaller bellidir’ buyuruyor Habibi Rabbil Alemin. Yeni fazlar veya haramlar icat etmek mümkün değildir. Biraz fıkıh usülü okumanız gerekir sayın Hikmet net okuru. Usülsüz olmaz. Usülsüz gayeye ulsşılmaz. Ulaşılsa yanlışa vasıl olunur. Bu da bid’at olur. Her bidat da dalalettir. Garazınız sizi kör etmesin de bir an önce Usüle başlayın. hem kendünüzü gem de başkalarını saptırmayasunuz…
Efendimizin her hali (sünnetullahı) ilim irfan ve tıp alimlerinin süzgecinden itina ve özenle geçirilmiştir. İlim irfan ve tıpla çatışan, insan sağlığına zarar veren tek bir haleti ruhuyesi ile karşılaşılmamıştır. Hata ve kusuru Cenabı Allah’ın halk ettiginde değil, temsiliyet şuuru eksik cehaletinde aramalıyız. Vesselam
Sn. Kurucan, üç yazılık dizinin üçünü de -altındaki yorumlarla birlikte- yeniden okudum.
Sakalı, cübbeyi, çarşafı ahlaksızlığına perde yapıp halkı aldatan din bezirganı bir derekeyi, bir seviyeyi gösteriyor.
Bunu görmemek, görmezlikten gelmek de bir seviyeyi gösteriyor.
Sakal sünnetini, “Efendimiz’den (SAV) önceden de vardı” diyerek, fıtrattan sayılmasını (Müslim, Buhari) ya da bıyıkların kesilip, sakalların bırakılmasının istenmesini (Müslim, Ebu Davut) anmamak da bir seviye gösteriyor.
Hanefi alimlerinin önemli bir kısmının sakal kesmeyi haram saymasını, diğer üç mezheptekilerin önemli bir kısmının ise kuvvetli bir sünnet olduğunu ifade etmelerini yok saymak da bir seviyenin ifadesidir. (https://hikmet.net/sakal-kesmek-haram-midir )
Talebelerine “sakal” ve “evlenme” sünnetlerine uyamamaktan duyduğu üzüntüsünü, “hayatı boyunca yaptığı hizmetlerin bedeli olur mu acaba?” şeklindeki endişesiyle ifade buyuran geçen asrın beyin yapıcısını anmamak da bir seviyeyi belirtir…
“İnandıklarınızı yaşayamıyorsanız, yaşadıklarınıza inanırsınız” diye bir söz vardı. Bu sözün tezahürünün bu seviyede görülmesi sevindirici bir durum değil…