YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
İslamcı otoriterler ister iktidar sahibi olsunlar isterse herhangi bir az gelişmiş Müslüman toplumda bir İslamcı mücadele yürütsünler, totaliterlik eğilimi ortak noktalarıdır. İslamcılık erken dönem İslam toplumunu idealize ederek, düzelmeyi (ya da ıslahatı) temellerde arar. Bunda İslam teolojisinde ana akım olan, tarihsellik ve dönemsellik karşıtı yapı rol oynuyor. Bu yapı, aşırı nostaljik ve ilerleme karşıtıdır ve toplumların statik olduğu varsayımına dayanır. Buna göre, toplumların değişiklikleri asgaridir ve evrensel İslam – özellikle Peygamber dönemi – tüm gereksinimlere yanıt vermektedir. İslamcı akımların her biri, modernite ile rekabete bu bakışla yanıt vermeye çalışır. Toplumun başkalaşması İslamcılık için en ciddi tehlike olarak algılanır. Bu başkalaşma genelde dış dinamiklerle gerçekleşir. İç dinamikler de minör değişiklik talepleriyle bu “gelenekçi yapıya” karşı bazı tezleri dayatabilir. İster dış isterse de iç etkilerle olsun, İslamcılık toplumu bu değişim talepleri karşısında geleneklere bağlı şekilde konserve etmeye çabalar. Bu esasında sosyolojinin en birincil konularından biri olan, geleneksel-modern çatışmasıdır.
Bu sorun çok derindir ve bugün karşılaştığımız İslamcı akımlar her ne kadar kendi aralarında birbirlerinden farklı da olsalar, özünde modernite ve değişime karşı reaksiyoner sosyo-ekonomik ve politik akımlardır. Yöntemleri ve olayları algılayışları, çözüm önerileri ve projeleri, idealleri ve yöntemleri birbirlerinden derin farklılıklara sahip olabilir. Fakat sonuçta her biri modernite karşısında bir pozisyondan ibarettirler.
BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Modernite düşüncesi üzerine kurulan devletler aydınlanmaya atıfta bulunurlar. İnsan aklını merkeze alırlar. Devletin seküler karakterini merkezlerine yerleştirirler. Din dışı, insan yapısı normlar getirirler. İnsan hakları gibi, cinsiyetler arası eşitlik ilkesi gibi, ekonomi politik kuralları gibi, uluslararası sistemi yorumlayışları gibi birçok toplumsal ve siyasal alan, dinin getirdiği normlara ve ideallere karşı pozisyonlar alır. Fiilen bunun böyle olmadığı durumlarda dahi sürekli bu potansiyel mevcuttur. Böylece dinin toplum üzerindeki “ideolojik tekeli” kırılır. Bu Hristiyan toplumlarında böyle oldu. Müslüman toplumları da bu deneyimler üzerine inşa edilen modernizasyon projelerini hayata geçirdiler. Dolayısıyla modernite ve modernleşme Batılı mevzular olduğu için, İslam toplumlarının elitleri de modernleşmeyi kendi toplumlarına uyarlarken Batılı metotları ve stratejileri izlediler. Bu nedenle modernleşme projelerine başlarda Batılılaşma dediler. Bu Osmanlı, Arnavut, Mısır ve diğer İslam toplumları için böyledir. Ulus devlet projesi, bu modernleşme projesinin merkez üssü durumundaydı. Bu otomatikman İslami ümmet konseptinin altını oydu ve onu paramparça etti. Fakat bu bir tepkiydi. Dönüşüm gerekliliği, Batı’nın askeri, bilimsel, teknolojik, tıbbi, altyapısal, bürokratik vs. alanlardaki üstünlüğünü dengelemek için yegâne yol olarak görülüyordu. Böylece Müslüman toplumlar modernleşirken batılılaştı. Bu Batılılaşma, İslam’ın siyasette, hukukta, ekonomide, kısaca toplumsal alanlarda biricik referans kaynağı olma tekeline son verdi. Ve takdir edebileceğiniz gibi, İslami çevrelerde, özellikle de ulemada ciddi endişelere ve tepkilere yol açtı.
“Ötekiler” salt askeri zaferleriyle değil, esas bu zaferlerin dayandığı “ilerlemeleriyle” İslam için bir tehdit oluşturuyordu. Çünkü İslam ulvi ve tanrısal alanın dışında yer alan ciddi bir külliyata sahipti. Uluslararası ilişkilerden aile hukukuna, kadın erkek ilişkilerinden miras hukukuna, finans politikten vergi sistemine, vatandaşlık konseptinden kamusal alanın sınırlarına, siyasal meşruiyet kaynaklarından devletin politik sistemine, ceza hukukundan temel hak ve özgürlüklere kadar sosyo-politik ve sosyo-ekonomik her alanda kendi normları vardı. Bunlar yukarıda ele aldığım “ideoloji tekeli” bağlamında ele alınınca, ne kadar belirleyici oldukları anlaşılabilir. Üstelik bu normatif yapı evrensel olma iddiasını taşır. Mesela miras hukukunu ele alalım. Belki bu miras hukuku ortaya çıktığı döneme göre kadınlara daha fazla hak getirmesi bakımından ilerici sayılabilecek bir uygulamaydı. Fakat günümüz insan hakları ve eşitlikler hukuku ile, modern toplumlarda kadınların ekonomik ve sosyal işbölümündeki rollerinin değişimi dikkate alındığında, bu İslami normun günümüz ihtiyaçlarına hitap ettiğini kim ileri sürebilir, emin değilim. Ya da “dar-ül İslam” ve “dar-ül harp” konseptleri üzerine inşa edilen İslami uluslararası ilişkiler sistemi ile, 1648’de değişen ve teritoryal devletler arası ilişkiler olarak günümüze dek gelen uluslararası ilişkiler sistemi arasındaki derin çelişkiyi gözümüzün önüne getirelim. Bugün İslam toplumlarının bu İslami uluslararası ilişkiler sistemini küresel manada empoze etmeleri reel politik olarak ne kadar mümkündür? Gülümseyenler için söylüyorum, bunlar bahsettiğim konunun daha ana meseleleridir.
Tüm bu konular kanımca tarihsel bir perspektiften ele alınmalıdır. Bugün tam da bu oluyor zaten. İslam ülkelerinin birçoğu miras hukukunda kadınlarla erkeklerin eşitliğini kabul ediyor. Var olan Westfalya uluslararası sistemine uygun hareket ediyor. Batılıları ve diğer İslam dışı toplumları kendileriyle eşit kabul eden bir diplomatik anlayışla, İslami “dar-ül harp” konseptinin dışına çıkıyor. Ötekilerin geliştirdiği sistemde yer alıyor. İslam toplumları bu sistemin eşit üyeleridir. Bu sistemin başat oyuncusu olmak teolojik konuma bakmaz. İnancınızın ne olduğu önemli değildir. Ekonomik başarı, gelişmişlik düzeyi, eğitim, temel haklar ve özgürlükler, teknoloji ve inovasyon, askeri güç ve diğer alanlarda, kimin hangi denden olduğu hiçbir önem arz etmez. Dahası, İslami normlar bugün bu konuların hiç birinde küresel anlamda belirleyici değildir.
“Ötekiler” İslam toplumlarını dönüşmeye zorladı, zorlamaya devam ediyor. Bu dönüşümleri İslam toplumları kendi iç dinamikleriyle istedi. Çünkü Batılı toplumlarla denge kurmanın ve onlardan geri kalmış olmayı telafi etmenin yolu buradan geçmekteydi. İslam toplumları esasında Japonya’nın veya Rusya’nın kendi modernleşme süreçlerinde karşılaştıkları zorluklardan veya yaşadıkları çelişkilerden daha da farklısını yaşamadılar. Her toplum için değişim zordu. Tek farkla, İslam bu değişim olması gereken sosyo-politik ve sosyo-ekonomik alanlarda evrensel norm getirme iddiasında bulunuyordu. Fiilen bu son buldu ve İslam toplumları dönüşmek durumunda kaldı. Ama teoloji bunu bir türlü içine sindiremedi. “Kuran’daki bazı hükümler tarihseldir” diyemedi. Hep lafı geveleyip durdu. 1000 yıl öncesinin fıkıh anlayışını aşamadı. Yeni yorum getiremedi. Eski yorumları farklı süslü cümlelerle, bazen de işine geleni seçerek, tekrarladı durdu.
İşin özü şu ki, bu statükocu fıkıh, potansiyel olarak “ötekileri” hep kendi süjesi olarak görmeye devam etti. “Dar-ül harp” kendisi ile nasıl eşit olabilirdi? Bu psikolojik bir travma yarattı. Modern yapılarla (iç “ötekilerle”) geleneksel yapılar İslami toplumlarda birbirleriyle uzlaşamaz, antagonist pozisyonlar haline geldiler. Bu da yetmezmiş gibi, dış “ötekiler” gibi olmamak geleneksel medreselerde ve bazı cemaatlerde neredeyse dini bir gereklilik gibi gösterildi.
Bu zihin yapısı ve hasmane tutum nedeniyle Batı’daki Müslüman göçmenler, ikinci, üçüncü hatta dördüncü nesillerinde bile içinde yaşadıkları Batılı toplumların tam bir parçası haline gelemedi. Dahası kendilerini Batı toplumlarına anlatmakta güçlük yaşadılar. Fransa gibi, Almanya gibi örneklerde gettolaşma, içine kapanma, ötekileşme ve ötekileştirme, paralel toplum olma gibi pozisyonlar ister istemez sosyal sorunlar olarak ortaya çıkmaya başladı. Müslümanların önemli bir oranı birbirinden farklı İslamcı akımların etkisinde kaldı.
İslam’ın dini alanını hukuk, politika, ekonomi gibi alanların belirleyicisi olarak kabul etmeyi bırakmadan bu meselelerde düzelme ancak yüzeysel olur kanısındayım. Bana göre zaten adı konmamış bir “tarihselci bakış” bugün yerleşmiş durumda. Mesele bunun adının konması. Buna ister ıslahat deyin, isterseniz de benim gibi çekinmeden “reform” terimini kullanın. Gerçek değişmeyecek. 1000 yıl öncesinin sosyolojisini 21. yüzyılda uygulayamayacağınız kesindir. Buna kalkışmak, ana akım İslam’ı IŞİD ve Taliban ile aynı lige mahkûm eder. Tarihsel “ideolojik unsurlar”, pür evrensel İslam’dan ayrılmalı, teoloji (ilahiyat) artık kendi alanıyla sınırlı hareket etmeli. Aksi takdirde Müslümanlar a) sürekli bir geri kalmışlık ortamında yaşayacak, b) İslam bugünkü Müslümanların sefaletinden dolayı hep bir “kötü ideoloji” muamelesi görerek aşağılanacak, c) Müslümanlar bu dünyada huzur bulamayacak ve mutlu olamayacak. Ve bundan çok daha önemlisi, d) İslam’ın içinden çıkan şiddete eğilimli patolojik unsurlar hep İslam adına vahşi ve barbar eylemlerde bulunarak, pür İslam’a en büyük zararı verecek.
“MÜSLÜMANLAR ve ÖTEKILER” ÜZERINE TARTISMA’YA GIRIS-1
Bugünkü Müslümanların çoğunluğu ile İslam’ı birebir karşılaştırmak/matcht etmek ne kadar doğrudur? Bugünkü Müslümanların İslam dinini tam olarak yaşadıklarını ve prensiplerine riayet ettiklerini söyleyebilir misiniz? Sizler ve bizler bugün, bu bugünkü Müslümanların (!) yapıp eylediklerinden dolayı zulüm görmüyor muyuz? Dolayısı ile bugünkü Müslümanların (!) çoğunluğunun ne düşündüğü, İslam’ın ne söylemek istediği ile mebsuden mütenasip değildir. Eğer, olaylara bugünkü Müslümanlar üzerinden bakacak olursak değerlendirmelerimiz tarihsel kalır. İslam’ı hakkıyla yasayan başka bir topluluk varsa veya gelirse söylediklerimiz/yazıp çizdiklerimiz geçerliliğini yitirir. Öyleyse İslam’ın özü ve hikmeti ile olayları değerlendirmek basta İslam’ın kendisine saygının ifadesi olsa gerektir.
İslam-Devlet ve Fıkıh
İslam genel olarak üç ana bölümden oluşur: Iman, Ibadat (ibadetler) ve Muamelat. Fıkıh ilmi, ibadat ve Muamelat kismini konu edinir. Burada da tartismaya mevzu olan kisim Muamelattan bir cuz olan Had Cezalari kismidir. Fikih kurallarinin bir kismi kurumsal yapilari zorunlu kilar. Bir kimsenin Islam adina insan oldurmesi veya kendisini oldurmesi (canli bomba, intihar) en basta Islami değildir ve haramdir. Bir kimse tek basina karar alip Islam adina savaş yapamaz veya birisini (Kisas) olduremez. Tarihte orneginin olup olmamasinin hiçbir anlami ve onemi yoktur. Peki bugun cogunlugunu muslumanlarin olusturduklari devletlere baktigimizda bu kurumsal yapilar ve bunlarin Islam’a uygunluğu ölçülüp belirlenmiş midir? Yoksa bir mezhep baz alinarak yarim yamalak sadece ceza ve müeyyideler mi uygulaniyor? Soz konusu edilen devletlere bakildiginda ‘Islam Devleti’ veya ‘Islami Devlet’ diyebileceğimiz bir devlet var midir? Onlarin kendilerini böyle kabul etmeleri bu gerçeği değiştirmeyecektir. Soruyu daha genel soralim: Islami Devlet mi olur? Yoksa devlet (herhangi birisi),dinini yasamak isteyenlerin (muslumanlarin veya diğer müntesiplerin) inanclarini yasayabilmeleri için hürriyet ve guvenlik gibi en temel insan haklarini sağlamakla mi görevlidir? Devlet, vatandaslarinin hangi dinden olduklari konusu ile cenaze işlemleri hariç neden ilgilenir? Vatandaslarinin cogunlugunun hangi dinden oldugu devleti neden ilgilendirir? Bu sorularin cevabi her devlette aynidir: Politik.
İslamcı ve İslamcılık
‘İslamcı’ demekle İslamcılık demek arasında oldukça önemli mana derinlikleri vardır. Özellikle Tanzimat’tan bu yana gelen bir fikirsel akim olarak İslamcılık ile tüpçü ya da sucu derken hissettiğimiz seyi içeren ‘İslamcı’ kelimesi arasında farkların olduğunu düşünüyorum. (Ali Bulac-Mumtazer hoca tartışmalarına bakılabilir.) Hasseten mevcut ‘islamci’ bir yönetim olan AQP bu kavrama alanında ayrı bir derinlik kazandırmıştır. Hatta bu derinlik mevcut ölçü birimlerinin sınırlarını zorladığından buna esfel-i safilin de denebilir. Çünkü ‘artik bitti dibi gördük’ dediğinizde, onlar ‘biz bitti demeden bitmez’ diyerek bu bayağılığın farklı boyutlarını ortaya koyuyorlar. Eğer bu kavramları tam olarak birbirinden ayırmaz ve yerinde kullanmazsak, yeni muhataplarımıza kendimizi anlatamayacağımızı düşünmekteyim. Burada sorumluluk da sizin gibi düşünürlere düşmektedir.
İslam Evrensel mi Yerel mi?
‘İslam’ın Tanrısal iradeye dayandığı ileri sürülen ya da kabul gören küresel-evrensel İslam egemenliği veya yönetimi’ iddiasınin tarih ders kitaplarindan ve istihbarat dosyalarindan baska konusulacak zemininin kalmadigini dusunuyorum. Islam’in evrenselligi, Islam Felsefesinin konularindandir. (Mehmet S, Aydin’in Ufuk yayinlarindan cikan Islamin Evrenselligi kitabina bu konuda bakilabilir) Her din kendisini en dogru yol olarak tasvir eder. Bu da oldukca normaldir. Islamin evrenselligi derken daha cok Islam dininin tum zamanlara uyum saglayabilecek esnek yapisina dikkat cekilmistir aslinda. Onun, zamanin problemlerine cozum uretme pratikligi ve bariscil bir arada tutucu ozellikleri vurgulanmistir. Yoksa hegemonya kurma somurme dusuncesi icerisinde asla olmamistir. Tarihte bu konuya verilecek veya verilmeyecek bir ornek olup olmamasi bu gercegi degistirmeyecektir. Islam dini, bir yonuyle de yerel bir dindir. Bana Örf ’ü edille-i Seriyyesinde besinci hukum koyucu olarak emreden baska Semavi bir din gosterebilir misiniz? Modern hukukun gelip gectigi bir noktadir bu ayni zamanda.
Modernite-Islam Devleti (!)
‘İslam da din-devlet birlikteliği içerisinde, dini yayılmasını İslam devletinin yayılması olarak algılıyor’ gorusunuze de katilmadigimi ifade etmekteyim. Islam dini insani hem bu dunyada hem de ahirette mutlu etmek uzerine kurgulanmis bir dindir. Evet bu kurguyu insani kurgulayan Tanri yapmistir. Islam-Devlet iliskilerinde soylenebilecek en ust cumle ‘insani yasat ki devlet yasasin’ cumlesidir. Bunun ustu soylenen hersey saltanat endisesidir, iktidar kaygisidir ve asla Islami degildir. Bir kisim insanlarin muslumanlar ve Islam adina bunu yapiyor olmasi Islam’a herhangi bir sorumluluk yukleyemeyecektir. Turkiye’de yasanan tam da bu degil midir? Fransa’da yasanan katliamlar ve sonrasinda müslüman (!) toplumlarindan yukselen irili-ufakli nefret soylemleri ile Islam’i da birbirinden ayirmak zorundayiz. Islam’in bu durumlar icin ne dedigi tam olarak ortaya konmadan yapilan her aciklama muhataplari zor durumda birakacaktir. (bu konudaki fikirlerimi daha genis yazacagim).
Modernite ile beraber ulus devlet bicimlerinin yayginlasmasi ve bunun bazi müslüman toplumlarinda da karsilik bulmasi oldukca normaldir. Firsattan istifade etmek isteyen ve iktidar hirsini devam ettirmek isteyen bazi siyasetci muslumanlarin boyle bir dusuncede oldugu kabul edilebilir elbette ama bunun Islam’in gizli gundemi veya tum muslumanlarin iclerinde mundemic bir duygu oldugu gibi degerlendirmeler kabul edilemez.
Iki yaziniza da kaldigim yerden devam ederek tartismaya katkida bulunmak istiyorum. Yazilarinizdan dolayi tesekkur ederim. Barika-i hakikata ulasmak icin dusunmeye devam…
“MÜSLÜMANLAR ve ÖTEKILER” ÜZERINE TARTISMA DENEMESI-2
Bir-iki gün önce bir haber izledim. Buna göre Hollanda’li bir firma tarafından üretilen ve test uçuş/sürüşleri tamamlanan ucan arabalar 2021 yılında hava trafiğine çıkıyor. İnternetin ve bilginin hızı, bilim ve teknolojik gelişmelerin baş dondurucu değişimi ile köyleşen dünyamız artık BBG evine dönmüş durumda. Herkes her şeyle ilgili duruma gelmiş. Bu sebeple dünyanın obur ucundaki bir haberi okuduğumuzda kendi hazır bulunuşluluk ve değerlerimizle haberi değerlendirmemizden daha normal ne olabilir acaba? İslam hakkında araştırma yapan müslüman olmayanlar olabileceği gibi, bazı Müslümanların da İslam dışındaki inanç ve ekollerle ilgilenmesi normal değil mi? Bu durumun inanılan dinin evrensel hissedilmesi ile değil kişinin ilgi ve değerlendirmeleriyle ilgili olduğunu düşünüyorum. İslam’a göre diğer dinler tahrif edilmiş de diğer dinlere göre diğer dinler nasıl değerlendiriliyor acaba? Mesela, Musevilik dini Hristiyanlık ve Hz. Isa hakkında ne diyor? Ya da tam tersini düşünebiliriz. Burada en mutedil olanın yine İslam olduğunu kısa bir araştırma sonunda öğrenebiliriz. Ama ben sorunun bunlarla ilgili olduğunu düşünmüyorum. Sayın Çaman’ın dile getirdiği bu tartışmalar bir arayışın izleridir. Ama çözümün buradan ulaşılacak bir yolda olmadığını düşünüyorum. Bu sebeple bu tarz değerlendirmelerin bizi çözümden uzaklaştıracağını hiç olmazsa da çözümü geciktireceğini düşünmekteyim.
İleride belirsiz bir gelecekte kimsenin bir yere veya şey’e hakim olacağını düşünmüyorum. Eğer sokaktaki insanların veya sohbet ortamlarının sıbğası ile boyanmış romantik güzellemelerle tartışma yapacaksak bu durum geyik muhabbetine uzanır. Oysaki bizim daha rasyonel/proaktif ve hatta ciddi platformlara/forumlara ihtiyacımız var. Burada değindiğiniz hakimiyetin, politik ve eko-politik uzamı ise dikkate değer bir tespittir. Eğer bu savinizi tarihsel bağlara yaslayarak yazmadı iseniz size sonuna kadar katılıyorum. Zira Siyasal İslamcı zihniyetin doymak bilmez ve tatmin olmaz haramiliği, ulus devletlerde iktidara gelen bu zihniyetin neler yapabileceğine dair sayısız örneklerle doludur. Siyasal İslamcı iktidarların (her turlusu) Islam’in şeref ve izzetini, “Sultan Allahin gölgesi/kilicidir” ve bazı fıkıh imamlarının verdiği “Sultan fasik da olsa ona itaat vacibdir” postulatlarına öykünerek üzerlerinde hissetmişlerdir. Bu literal ve şabloncu anlayışların İslam’a ve müslümanlara verdiği zarar Fransa saldırıları ile bir kez daha ortaya çıkmışken bile şeklen müslüman ama amelen ve aklen leysel mümin diyebileceğimiz bu kişilerin, gelenek içerisinde var olan bu sabitelere yaslanarak iktidar ve hilafetlerini sürdürme sevdasında olacak kadar geleneğin ve dinin sülükleri haline gelerek İslam’ın özünden uzaklaştıklarının farkında mıdırlar acaba? Bu sebeple İslamcı iktidarların karikatür kriz/lerinde Islam’dan yana takindiklari tavir siyasetin doymak bilmez ve canavarca iştahına sunulmuş sunaklardan ibarettir. Hiçbir önemi, değeri ve İslamiği yoktur. Ama iktidar destekçileri (teknoloji sayesinde çok rahat geniş bir alandan farklı destekçiler toplayabiliyor) ile kendilerine sorsan Bedir Savaşına denk bir mücadele veriyorlar. Görülmesi ve değerlendirilmesi gereken önemli sorunlardan birisi budur. Burada bizi yalnızlaştıran en önemli yoksunluk halkın (müslüman halkın) kaliteli ve eleştirel bir eğitim al(a)mamış olmasıdır. (Bunun çeşitli nedenleri vardır. Bu da başka ve uzun bir tartışmanın konusudur)
İslam -özü itibari ile- hiçbir zaman bir egemenlik pesinde olmamıştır. Islamcilarin böyle bir ütopyaları olmuştur. Ama bunu Islam’in siyaset ile olan ilişki yüzdeliklerine ve siyasetin Islamdaki yeri/konumu üzerinden değerlendirdiğinizde, zorlama bir durum olduğu anlaşılmaktadır. İslam’in egemenlik sevdasi olmamistir cunku herkesi ve seyi yaratan Islam’in sahibi Allahtir. İslam kelimesinin -Kur’an’da kullanımına göre- üç değişik anlamı vardır. Bunların en dikkat çekicisi, ilk dinden son dine kadar gelen tüm dinlerin ortak adidir o. Egemenlik yaradan ile yaratılan arasında vardır İslam’da. Yaratılandan yaratılana uzanan her turlu tahakkümün adi diktatörlüktür. Bu sebeple aslında Islam’da discrimination veya racism anlamında ‘öteki’ kavramı da hiçbir zaman olmamıştır. Tarihi olayları değerlendirirken de anakronizme düşmeden objective değerlendirmeler yapmak zorundayız (Cizye, kölelik konuları gibi). Sunu unutmayalım ki siz de bulunduğunuz ülkede zimmi konumundasınız ve vatandaş değilsiniz. 3-5 yil bulunduğunuz ülkenin ilgili birimleri sizi ve ilişkilerinizi takip ediyor ve sonrasında isterseniz vatandaşlığa müracaat ediyorsunuz. Onlar da uygun görürse (“toplumun ahengini bozucu isler yapmamanız bekleniyor”) vatandaş olabiliyor ve pasaport alabiliyorsunuz. Yıl 2020 sayın Çaman. Biz 1000 sene öncesini konuşuyoruz. Normal değil mi sizce? Bir arkadaş, twitter hesabınızdan size ‘academic career için Kanada yanlış ülke ABD’ye gelin’ dediğinde ‘pasaport yok’ yazmışsınız. Üzüntüm ve kahroluşum bir yana, eleştirdiğimiz tarihi de empati yaparak anlamaya çalışmalıyız diye düşünüyorum. Bugün biz de zimmiyiz cunku.
Bir yazi daha yazarak tartismayi tamamlamak istiyorum. Rahatsizlik verdiysem ozur dilerim. Saygilarimla
“MÜSLÜMANLAR ve ÖTEKILER” ÜZERINE, SORUNLAR ve ÇÖZÜM ARAMA -3
İslamcı otoriterlerin iktidar sahipleri hakkında rahatlıkla söyleyebileceğimiz ‘totaliter yapılarının varlığı’ iddiasını, İslami irşad ve tebliğ yapan her grup/hareket veya cemaat için söylemek doğru olmaz diye düşünüyorum. Bu yargıya dini açıdan bakıldığında isin vebal kısmı bir yana (vebali küçümsediğimden dolayı değil bilmediğimden dolayı dini inancınıza saygımın gereği ‘bir yana’ dedim), İslami hareketler hakkındaki malumatımızın doğruluğunu da sorgulanır kılar.
İslam ve Tarih, Müslümanların Tarih Algısı
İslam’da idealize edilen bir donem veya donemler yoktur. Sadece İslam’ın (özellikle Kur’an’ın) ve Müslümanların tarih anlayışından kaynaklanan farklı değerlendirmeler vardır. Ibn-i Sina ve Farabi’nin statik Tarih anlayışı; F. Bacon’in, random olaylar yığını olduğundan dolayı Tarih’i bilimsel kabul etmeyişi ile bilgi-ahlak ve siyaset ile deney-fayda ve liberal kavramları arasında bir örüntü kuran Pozitivizmin Tarih’i, müsbet ilimler gibi yasalar koyan ve yasalarla çalışan bir bilim dalı olarak sınıflandırması sorununun uzun suredir müslüman enteller ile İslam arasında devam ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. A. Comte’un, tüm tarihsel olayları sabit yasalara bağlı bir gelişim olarak belirleyip tarih çağlarını da bu gelişimin evreleri olarak dile getirmesi ‘yeni tarihi’ Sosyolojiyi ortaya çıkarmıştı. Müslümanlar ilginç bir şekilde kısmen Baconci kısmen de Comtecu kismen de Ibn-i Sinaci ve Farabici bir tarih anlayışına sahip olmuşlardır. Dinin tamamlanışını, vahyin kesilişi ve Hz. Muhammed’in (sav) vefatını İslam gelişiminin ilk ve son evresi olarak kabul ederek Comtecu gibi, daha sonraki olayları da Allah her şeyi bir saat gibi yaratıp tarihi seyir içerisinde hiç bir şeye karışmaz diyerek Ibni Sina ve Farabici olmuşlardır. Bir kisim müslümanlar ise olayların rastgele geliştiğini buradan herhangi bir yasa ve yoruma ulaşılamayacağına inanmışlardır. Bunlar için sadece tarih değil tarihi olan hiçbir şeyin de kıymet-i harbiyesi yoktur. Tarih, Sanat, Arkeoloji, Kültür ve Gelenek bunlardan bazılarıdır. Oysa İslam’da Tarih, pozitivist yaklaşımın aksine sadece insan tarafından yapılmaz. Allah, Tarih’i insanla beraber yapar. Allah tarih yapımında tek özne, toplumlar ise nesne değildir. Tarih de her şey gibi Allah’ın koyduğu sunnetullah (ahlak, bilim, salih amel) denilen yasalar çerçevesinde isler. Kur’an’a göre Sunnetullaha uyan ve bu kurallara riayet eden toplumlar varlıklarını devam ettirirler hangi toplum olursa olsun. Bu kurallara uymayan toplumlar ise müslüman da olsalar tarihten kaldırılacakları beyan edilmektedir.
İslami Kaynaklar ve Literatür Daralması
Hz. Muhammed (sav) döneminin tüm gereksinimlere cevap vermesi, Kuran ve Sünnet bağlamında değerlendirilmelidir. Nasıl ki küçücük bir çekirdek senelerce yasayacak, metrelerce uzunluk ve kalınlıktaki koca bir ağacı bir öz olarak içinde taşıyorsa, müslümanlar da Hz. Peygamber ve Kuran’i ortaya çıkacak sorunlarında çözümün veya çözüme giden yolun içerisinde mündemiç olduğuna inandığı ilk müracaat edilecek kaynaklar olarak görmektedir. Sorun bu değil bence. Esas sorun bu kaynakların hermeneutiginde. Bu sorun bir ‘Islam/Tanrı sorunu’ değil müslüman/insan sorunudur. Bu sorun, Hicri III-IV/Miladi XI. Asra kadar uzanır. Burada en kritik isim, düşünce kavşağında duran Iman Gazali’dir. Müslüman entelektüalizmi Gazali mirasını hoyratça kullanmanın veya hakkıyla değerlendirememenin cezasını bir açıdan Mevlana Halid-i Bagdadi’ye bir başka açıdan da Bediuzzaman’a kadar çekmiştir. Bu öyle bir kıymet bilmezliktir ki bu donemde oluşan literatürün gelişen ve değişen modern zamanlarla birlikte literal okunuşu bugün, Ehl-i sünneti bile zan altında bırakmaya kadar uzanmıştır. ISIS’in (kismen de El Kaidenin) ortaya çıkış ve zeminde hızlı yayılışının ana nedenini bu literatürün literal okunuşuna bağlıyorum. Yazıldığı zaman için doğru ama kendisinden sonraki dönemlerde oluşan anlam kaymaları veya anlayış değişiklikleri nedeni ile yeni zamanlar için doğruluğu/geçerliliği kalmamış metinlerin -özellikle Gazali sonrası- nitelikli eğitim al(a)mamış toplumlarda tüketilip zemin bulması oldukça normaldir. Bu kaynakların yeniden elden geçirilerek asrin idrakine uygun hale getirilmesi şarttır. Yoksa ‘kavanoz dükkânınıza eli uzun sopalı deliler’ (C. Meriç) dalar. Kaynakların elden geçirilmesi pür ilahiyatçıların görevi değildir. Alanında uzman ve yetkin kişilerle inter disipliner çalışan yetkinlerden oluşturulacak çalışma ekipleri literatürü her disiplin açısından gözden geçirmeli, anlam kaymalarını düzeltmelidirler. Bu çalışma ekiplerinin dindar olup olmamaları önemli olmadığı gibi müslüman olmaları da birincil şart değildir. Literatür bu haliyle kaldığı surece hep kısır döngü içerisinde yeni M. Efe Çaman’lar gelir yeniden reform der yazar yeni Murad’lar gelir ona cevap yazar ve bu böyle uzar gider.
İslam ve Reform
Birinci yazınızın sonunda bir cümle içerisinde kullandığınız ve ikinci yazınızın son bölümünde değindiğiniz ‘reform’ mevcut literatür içerisinde tartışılan modernist görüşlere benzememektedir. Daha çok bırakıp atmak veya terk etmek/ayıklamak üzerine kurulu bir anlayışınızın olduğu görülmektedir. İslam’da reform konusu tartışılınca bu konuda en sert sozu söyleyenin daha çok konuşulduğu bilinen bir gerçektir. Mesela ‘bu ayetler modern dünyaya uymuyor bunları su şekilde de yorumlayabiliriz’ diyen ile ‘bu ayetler modern dünyaya uymuyor bunların Islamdan ayıklanması lazım’ diyen kıyaslandığında ikinci sözün sahibinin sesi daha fazla duyuluyor. Elbette böyle bir niyetinizin olduğunu zannetmiyorum sadece söylemlerinizin klasik ‘Islam’da reform’ tartışmalarının merkezinden farklı bir noktada durduğunu ifade etmek istiyorum. İslami modernistlerin en güçlü isimlerinden birisi olan Fazlur Rahman, yazdıkları ile uzun ve büyük tartışmalara neden olmuş bir modernisttir. O, mesela hırsızın elinin kesilmesi meselesinde verilecek el kesme cezası yerine bu cezanın gayesi temel alınarak hırsızlığı önleme tedbirlerinin de alınabileceğini ve bunun da İslami olduğunu dile getirir. Ayni şeyi hadisler için de kullanır. Hadislerin hukuki metinler olmadığını dile getirir. Ama ‘bu ayetler modern dünyaya uymuyor, bu fikihla bir yere veya şeye varamayız bu sebeple bunları Kuran ve hadislerden temizlemeliyiz, islamin alanini hukuk, ekonomi gibi alanlarin belirleyicisi olarak görmeyi birakmaliyiz’ demiyor. Onları sabit bırakarak, farklı bir yorum getiriyor. Fazlur Rahman, Islam Modernizminden kastinin ne olduğunu ‘O, samimiyet ve ciddiyetle ortaya konan ve nazari yani daha agir basan bir hareketi dile getirmektedir’ der. Nelerin Islam Modernizmi olamayacagi konusunda ise; ‘Islam ülkelerinde değişik alanlarda yapilan yeniliklerin velev ki yapanlar musluman olsun bunlar Islam modernizmi değildir. Dinin bir kismini alip geri kalanini zamanin sartlarina uydurmak da değildir. Batıdan alınan bir sistemi, yahut bazı sistemlerin (ilmi, felsefi) bazi yanlarini alarak İslamin bazı yönleriyle birleştirmeye çalışmak hiç değildir. Bu sıradan bir ihya hareketi değildir. Bati karşısında oluşmuş bir tepki hareketi de değildir. Batinin etkisi ile de oluşmuş bir akim değildir’ der.
Son cümleler olarak Fazlur Rahman’in mevcut problemin tespiti ve çözümü ile alakalı görüşlerine değinmek istiyorum: Kur’anin sosyal ahlaki nizami, hiçbir zaman tam ve tatmin edici ölçüde gerçekleşmemiştir. Bu sebeple belli bir doneme geri dönme hasreti içinde yanıp tutuşmakla veya geleneğimizi koruyalım her şey düzelir demekle problemler çözülemez. Kuranın Islaminin ne olduğunu anlamak ancak yeni bir yaklaşımla mümkündür. Fakat tam bu noktada bir kısır döngü içerisindeyiz. Bu sebeple fikri bir teceddüdü başarmak zorundayız. Yoksa yapılan hiç bir şey kalıcı olmaz. Düşünce alanında bir yeniden kurulusun olabilmesi için modern eğitim kurumlarına ihtiyacımız vardır. Bunların olabilmesi ise fikri yenilenmenin gereklerine göre YETISMIS INSAN GUCUNE ihtiyaç gösterir. Bu fasid daire ne maziye dönmekle ne de Batıdan bazı şeyleri almak sureti ile oluşturulacak olan mekanik bir eklektisizme sarılmakla mümkün olabilir. Modernistin görevi çağdaş bir teoriyi Islamla kaynaştırmak değildir. Aslolan modern düşüncenin var olmasını sağlayan postulatları hazırlamaktır. Ancak böyle bir hazırlıktan sonra Müslümanın düşünce alışkanlığında köklü bir değişim olabilir.