Musa’lar, Firavunlar olur da Karunlar olmaz mı?

YORYUM | FAİK CAN

Firavun’un has adamlarından zannettiğimiz Karun, aslında Hz. Musa’nın kavmindendi. O kadar zengindi ki, hazinelerinin anahtarlarını çok güçlü, kalabalık bir grup insan ancak taşıyabiliyordu. O, Allah’ın kendisine verdiği bu nimetleri başkalarını küçük görme ve böbürlenme vesilesi yaptı ardından da helâk oldu. Etrafındakilerin ısrarlı telkinlerine ve “Şımarma, Allah şımarıkları sevmez.” (Kasas sûresi, 28/76) tembihlerine hiç kulak asmadı. Zenginliğine, gücüne ve iktidarına güvenerek “Bu servet, bana kendi bilgim sayesinde verilmiştir.” (Kasas sûresi, 28/78.) dedi ve Hakiki Nimet Sahibi’ne nankörlük etti.

Cenab-ı Allah, onun hikâyesine kıyamete kadar gelecek insanlara ibret olsun diye Kur’an-ı Kerim’de yer veriyor. Bu kıssadan muradın ne olduğunu anlamak adına birkaç küçük adım atmakta fayda var.

Öncelikle bilmemiz gerekiyor ki, Karun kâfir değildi. Ancak işlediği günahlar öyle büyüktü ki, bunlardan biri bile insanı küfre götürmeye yeterdi. Zira, “Her bir günah içinden küfre giden bir yol vardır.” İşte bu tür günahlar, Karun’da bir tane değil, belki daha çoktu. Cimrilik, zekât vermeme, zenginliği kendinden bilme, kibir, başkalarını hakir görme, küstahlık ve ukalalık bunlardan sadece birkaçıydı.

“Derken Karun, ihtişam ve debdebe ile kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar, ‘Keşke Karun’a verilenin benzeri bize de verilseydi, doğrusu o çok şanslı dediler.’” (Kasas sûresi, 28/79) âyetinin ifadelerine göre Karun, yaşadığı hayat itibarıyla büyük bir kibir, çalım, gösteriş ve debdebe içindeydi. O kadar bir debdebesi vardı ki, hayatı dünyadan ibaret sanan herkes ona imreniyor, onun hayatını yaşamayı arzuluyordu. Oysa kalbinde zerre kadar kibir bulunan insanın Cennet’e giremeyeceği Nebî beyanıyla sabittir. Yani kibir, insanın hakiki manada Müslüman olmasının önündeki en büyük engellerden biridir. Kendisine iman nasip olduğu halde kibrini terk etmeyen insan için ise en büyük kayma vesilesidir.

Uyarılara, ikazlara kulak vermek, sırtında akrep var diyenin sözünü dinlemek hem büyük bir erdemdir hem de insanı düşmekten, sürçmekten korur. Karun’un kendisine yapılan onca ısrarlı tembih ve ikazlara rağmen, özgüvenli (!) hâlinden, kibirli tavrından, düşüncesinden hiç mi hiç taviz vermemesi, onu baş aşağı götüren bir başka etkendir.

Yakın körlüğü Karun’laşma sebebidir

Karun kıssasında dikkatlerin çekildiği önemli ve pek çoğumuzu yakından ilgilendiren bir husus da şudur: Karun Hz. Musa gibi “ulû’l-azm” bir peygambere ümmet olma, hatta onunla aynı zaman dilimini paylaşma şerefine nail olmuş bir insandı. Yani mânevî açıdan ona bağlı ve müntesip olmanın yanında, cibillî karabet, soy, sop itibarıyla da Hz. Musa’ya yakın biriydi. Onun sofrasına oturuyor, onun derslerine katılıyor, vaaz ve nasihatlerini işitiyordu.  Hazreti Musa’nın ilk halkası içinde bulunuyordu diyebiliriz. Ama o bu yakınlığı değerlendiremedi. Belki de Hocaefendi’nin “yakın körlüğü” olarak tarif ettiği zavallı bir körlüğün içinde kaybolup gitti. Kendini yakın gördüğü halde uzakların en uzağına düştü. Allah da (celle celâluhu), Kur’ân’da ifade buyurduğu gibi onun cezasını hem dünyada verdi hem de ahirette katmerli olarak vereceğini bildirdi.

Kur’ân, bahsini ettiğimiz hakikati, Nebiler Serveri’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) zevce olma pâyesine ermiş annelerimize de hatırlatır ve şöyle der: “Ey Peygamber hanımları! Sizden kim açık bir hayâsızlık yaparsa, onun azabı iki katına çıkarılır.” (Ahzâb sûresi, 33/30.) Yakın olmanın, yakın durmanın hem dünyevi hem de uhrevi bedelleri vardır. Esas olan yakınlığı ranta, güce, tanınmaya, bilinmeye ve alkışlanmaya çevirmek değil, o yakınlığın getirdiği ekstra mahrumiyetlere katlanmaktır. Yakınlığın, yakıcı bir ateş olduğunun idrakiyle güneşin yerine geçmeye çalışmak değil, güneşe ayna olmaya gayret etmektir. İşte Karun da, Hz. Musa gibi bir peygambere yakınlığın hakkını veremediğinden, böyle kötü bir akıbete maruz kalmıştır. “Kurbu’s-sultan, âteş-i suzân buved.”

Karun’un Hz. Musa ve dini karşısındaki bu şımarık ve küstah tutumu eğer cezalandırılmasaydı, başkalarına kötü örnek olma ihtimali vardı. Yani ondan cesaret alan başkaları da, tıpkı Karun gibi Hz. Musa’nın başına belâ olabilirlerdi. Karun’un akıbeti o karakterdeki insanların akıllarını başlarına getirdi ve onun gibi olma temennisinden vazgeçtiler. Nitekim Kur’ân bunu çok açık bir şekilde anlatır: “Daha dün onun yerinde olmak isteyenler: ‘Demek ki Allah, rızkı, kullarından dilediğine bol bol veriyor, dilediğine de az. Şayet Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Vay! Demek ki, inkârcılar iflah olmazmış!’ demeye başladılar.” (Kasas sûresi, 28/82.)

Karun’un, büyük bir servet sahibi olmasını ve onun toplumda böyle bir servetle sebebiyet verdiği hasarı basite indirgememek gerekir. Bugün bazı modern iktisatçılar “Yeryüzünde kapitalizmin fikir babası ve ilk kapitalist, Karun’dur.” derler. Çünkü Karun, stokçuluğun, karaborsanın ve tefeciliğin kapılarını açmıştı. Böyle yaparak toplumdaki sınıflar arası köprüleri yıkmış, yardımlaşmanın, fakire el uzatmanın ve paylaşma duygusunun körelmesine sebep olmuştu. Bu şekilde “Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele!” (Tevbe sûresi, 9/34) âyetinde ifade edilen, maldaki Allah hakkının verilmeyişi, bilhassa günümüzde kapitalist toplumlarda olduğu gibi, daha belirgin hâle geldi. Bu ise bir toplumdaki hem iktisadî hem de sosyal dengelerin alt-üst olması demekti. İşte Karun, yaptığı uygulamalarla böyle bir oluşuma öncülük ettiği için yerin dibine batırılma gibi ancak kâfirlere verilecek bir ceza ile cezalandırılmıştı.

Önemli olan hüsn-ü âkibettir

Tirmizî, naklettiği bir hadis-i şerif ile bu meselenin farklı bir buuduna daha işaret eder: Allah Resûlü hadis-i şerifte, “Cömert insan Allah’a yakın, insanlara yakın, Cennet’e yakın, Cehennem’den uzaktır. Cimri kişi ise Allah’tan uzak, insanlardan uzak, Cennet’ten uzak, Cehennem’e yakındır.” buyurur. Demek ki cömertlik veya cimrilik yolların ayrımında tam kavşak noktada bulunuyor. Karun Hazreti Musa ile yürüdüğü yolun bu kavşağında kalb-i selimin telkinlerine değil, nefis ve hevâsının mırıltılarına kulak vererek Cehennem’e giden yolu seçti.

Kur’an’ın bu meseleyi nazara vermesinden yola çıkarak diyebiliriz ki, bu iş Karun’la başlamamış ve Karun’la da bitmemiştir. Her dönemde Musa’lar ve Firavunlar olacağı gibi, kazanma kuşağında kaybetmenin somut örneği Karunlar da olacaktır. Mühim olan, insanın kulluk şuuru ile yaşayabilmesidir. Karun, Allah’ın kendisine verdiği malın, mülkün tesiriyle kibirlendi ve kaybetti. Aynı tehlike ilminden, siyasi gücünden, güzel yazma veya hitabet becerisinden, soyundan, sopundan, entelektüel birikiminden, ilahiyatçılığından, manevi büyüklere yakınlığından ve daha pek çok nimetten ötürü kibirlenip kendini bir şey zannedenler için de söz konusudur.

Hocaefendi’nin ifadeleriyle “zenginlik, makam, şöhret, ilim vb. şeyler Muhammedî yoldan çıkan insanların –Kâbe’de dahi olsa– gayyâlara gitmesine vesiledir.” Akıbet çok önemlidir ve insan sadece ve sadece akıbetinden endişe etmelidir. Bizden önceki kuşağın, yaşlılarımızın en çok dile getirdikleri endişe olan “hüsn-ü hâtime”, ahirete inanan insan için vazgeçilmez bir esastır. Öyleyse “Bizde var olan her şey, O’ndandır.” deyip önce tevhid ufkunu yakalamalı, sonra o ufkun gereklerini taviz vermeden yerine getirerek, nimetin şükrünü kendi cinsinden eda çabası içinde olmalıyız.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin