YORUM | Doç. Dr. MAHMUT AKPINAR
Bazıları farklı görüşlerin ortaya konulmasından korkuyor. Resmi olmayan fikirleri “tehlikeli” buluyor ve büyümeden bastırılması gerekir diye düşünüyor. Eleştirel bir yaklaşım olduğunda “aman ha yayılmasın!” “milleti ifsat etmesin!”, “çevreleyin ve etkisizleştirin!” diye panik oluyorlar.
Sanayi devrimi sonrası hızla sanayileşen batıda yeni bir sınıf, işçi sınıfı ortaya çıktı. bu dönemde üretim, sanayi, fabrika bacaları kutsanıyor. Üretilen mallar dünyaya satılıyor, sermaye, para, kaynaklar batıya akıyordu. Bu yeni üretim tarzı toprağa dayalı zenginlikten ayrı sanayicilerde, bankerlerden, tüccarlardan oluşan yeni zengin türü doğurdu. Kapitalizm olarak adlandırılan bu sistem emeğiyle geçinenleri istismar ediyor, onların ürettiği artık değerin sermayedarlara akmasına neden oluyordu. Çifti, küçük üretici tüccarlar karşısında eziliyordu. Büyük paralara hükmeden sanayiciler, tefeciler, bankalar emeğiyle geçinen küçük üreticileri, işçileri, zanaatkarları, köylüleri sömürüyordu. Dönemin sanayileşmiş ülkeleri İngiltere’de, Fransa’da insanlar karın tokluğuna, kötü şartlarda ve günde 18-20 saat çalışıyordu. İşçiler bugün Çin’de var olan fabrika yatakhanelere rahmet okutacak gayrı insani ortamlarda barınıyorlardı. Sanayileşme, üretim, kar beklentileri ağır bir çevre kirliliğine neden oluyordu. 1900’lerin başında Londra’da hava kirliliğinden yığınla insan ölüyordu. Sosyal ve sendikal haklar, azami çalışma saati, izin, tatil vb bilinmiyordu. Sermaye, fabrika, para değerliydi ama emek değersizdi, ucuzdu; insanlar eziliyordu.
Batıda ortaya çıkan bu yeni üretim tarzı emek sömürüsüne neden oldu. Sermaye sahiplerinin işçi sınıfını, emeği sömürmesi kapitalizme ve sermayeye karşı tepkileri doğurdu. Marksizm bu adaletsiz düzene tepki olarak doğdu. Haksız uygulamalara, emek sömürüsüne karşı endüstrileşmiş ülkelerde Marksist, sosyalist düşünce emekçiler, ezilenler arasında yayılmaya başladı. Marksistler bu sürecin ergeç işçi sınıfının hakimiyeti ile proletarya diktatörlüğü ile sonuçlanacağını öngörüyordu. Ezilenler, emekçi sınıfı burjuvaya mutlaka başkaldıracak ve burjuva hakimiyetini, sermaye saltanatını yıkacaktı. “Gerçek değer” olan emeğin ve emekçinin hakim olduğu sınıfsız bir toplum düzeni kurulacaktı. Marksizm ezilenlere, işçilere cazip geldi. Bu yolla ezilmekten kurtulup haklarını alabileceklerini düşündüler.
Maksistler endüstrileşmiş batı ülkelerinde işçi sınıfına dayalı bir devrim bekledi. Avrupa’da yıllarca fikir mücadeleleri oldu, yayınlar yapıldı, yazılar yazıldı. Proleterya diktatörlüğünü kurmaya çalışan sosyalist, komünist gençler 1960’larda 1970’lerde Avrupa’da fırtınalar estirdi. Ama Avrupa’da, sanayileşmiş kapitalist ülkelerde emekçi sınıftan beklenen devrim bir türlü gerçekleşmedi.
Peki ne oldu?
Batılılar farklı görüşleri, düşünceleri dikkate aldılar. İncelediler, irdelediler. Problemlerine mercek tuttular ve onları çözmeye çalıştılar. Marksizmin ağır eleştirileri, kapitalist düzeni yıkma iddiası sistemi/işleyişi yeniden düşünmeye neden oldu. 1929 yılında büyük ekonomik kriz olunca kapitalist ekonomiler iflas ettiler ve klasik liberal yaklaşım çöktü. Ama liberalizm kendini revize etti ve Keynesyen yaklaşımla piyasa ekonomisine devleti de önemli aktör, oyuncu olarak katan çözümler geliştirdi. Bizde Kemalizmin ilkeleri arasında sayılan “devletçilik” bu dönemin mirasıdır. 1930’lardan sonra piyasanın vahşi kapitalizm esaslarına göre çalışmasından vazgeçildi. Adeta kapitalizm sosyalizm arası bir ara formül geliştirildi.
Makrsizmin tehditleri sonrası işçilerin haklarının korunması için sendikacılık hareketleri başladı ve tüm dünyaya yayıldı. Küçük üreticilerin ve ziraatçıların sermayedarlarca ezilmemesi için kooperatifçilik doğdu ve güçlendi. Böylece küçük üreticiler, emekçiler dayanışmaya başladılar ve kendilerini sermayedarlara, kapitalistlere ezdirmediler.
Emekçilerin haklarının korunması, onlara asgari/insani yaşam standardının sağlanması için sosyal devlet uygulamalarına geçildi. Devletler sosyal patlamalara engel olmak emekçi sınıfına Marksizmde vaadedilene benzer haklar vermeye, ulusal geliri daha adaletli ve dengeli paylaştırmaya başladı. İnsanların ev, araba, emeklilik gibi ihtiyaçlarını karşıladı. Uzun çalışma saatlerini düzenledi, çalışma ortamlarını iyileştirdi.
Marksizm’in Avrupa’da doğup orada bir devrimle idaaline ulaşması beklenirken, atılan iyileştirici, yapıcı, arabulucu adımlar nedeniyle sınıf çatışması etkisiz kaldı. Proleterya diktatörlüğü kurulamadı, sosyalizm ve komünizm safhalarına geçilemedi. Endüstrileşmiş batılı ülkelerde olması beklenen devrim endüstrileşmemiş, tarım toplumunun olduğu, çarlık rejiminden bıkmış Rusya’da patladı. Sovyetler Birliği kurulunca endüstrileşmiş batılı ülkeler sosyalizmi, Marksizmi daha çok dikkate almaya ve ondan gelen tehditlere yönelik çözümler aramaya yöneldiler. Zira artık kapitalist yönetimler kuru ideolojinin değil, arkasında güçlü bir devlet olan SSCB rejiminin tehdidine muhataptılar.
Sonuçta SSCB kendi işçilerine iyi bir hayat veremedi, vatandaşlarını mutlu edemedi. Aksine onların özgürlüklerini kısıtladı. Güya halkları kapitalizmin kıskacından kurtardı ama onları oligarşik, dar bir grubun kölesi haline getirdi. Günün sonunda kapitalist ülkeler tedbir alarak yaşanabilir bir sistem kurdular. Sosyal devlet uygulamlarına geçtiler ve vatandaşının refahını yükseltti, hayat şartlarını iyileştirdiler. Kapitalist devletler tehditlerden ve tehlikelerden ders alarak, müsademe-i efkardan çıkarımlarda bulunarak kendini yeniledi, güncelledi, düzeltti. “Eşitlik vereceğim” diyerek vatandaşını ezen, birey olmaktan çıkarıp sürüler haline getiren, komünist parti denilen otoriter bir yapıyla ülkeyi idare eden SSCB hayatın gerçeklerine, insani taleplere dayanamayıp çöktü. Komünizm rüyası hüsranla bitti. Ama ders alan, yenilenen kapitalizm farklı bir formla yoluna devam ediyor.
Bugün dünyanın her yerinden insanlar dün emeğin sömürüldüğü, insanların çevre kirliliğinden öldüğü, paranın insanı köleleştirdiği batıya akın ediyor. Orada düz işçi olabilmek için türlü riskler alıyorlar. Zira artık batı o eski vahşi, kapitalist batı değil. Olumsuzluklarını giderdi, tehditlerden, eleştirilerden ders aldı ve daha insani, yaşanabilir yönetimler kurdu. Sovyetler Birliği gibi mülkiyeti tamamen öldürmedi ama emeğe de hakkını verdi. Liberallerin meşhur sloganı “her arz kendi talebini yaratır” yaklaşımının her defasında çalışmadığını gördü ve ilkelerinde, esaslarında bazı değişikliklere gitti.
Elbette batı mevcut ekonomik, sosyal, demokratik, insani düzeni kolay kurmadı. Bu huzur, refah seviyesine kolay gelmedi. Pek çok çatışmalar yaşadı. İki Dünya Savaşından çok dersler aldı. Ama batıyı herkesin imrendiği bu hale getiren esas nokta düşünce ve ifade özgürlüğünden taviz vermemesidir. Özgür ve bağımsız medyanın önemini bilmesidir. Çünkü düşünceler açıkça tartışılır, konuşulur, paylaşılırsa insanlar makul olanda, kabul edilebilir bir yerde buluşur; bir şekilde anlaşır. Doğruyu, hakikati bulabilir. Ama düşünce özgülüğünün olmadığı ortamlarda neyin eğri neyin doğru olduğu karışır. Yalanlar “gerçek” olarak satılırken, hakikatler itibarsızlaştırılır. Kalpazanlar dürüst diye pazarlanırken, erdemli-ahlaklı insanlar “hain” diye damgalanır. Bizim gibi orotiterliği kutsayan toplumlarda “karşı taraf” dinlenilecek kesim değildir! Onların düşüncesinde hakikat olmaz! Onlar “imha edilmesi gereken hainler, gafiller, satılmışlar!”dır. Karşı tarafın argümanlarından, tezlerinden yararlanma, istifade etme bizde zül sayılır. Zira kafalar ötekileştirme ve yok etme, imha etme üzerine çalışır. Dolayısıyla böylesi bir ortamda makul, uzlaşıya dayalı çözümler üretmek mümkün olmaz. “Ya hep, ya hiç!” tavrı nedeniyle toplumun enerjisi, ülkenin kaynakları telef edilir. Kimse kimseyi anlamaz, çünkü dinlemez! Dinlemeye değer görmez. “Öteki”nin fikrilerinde hakikat olabileceğine ihtimal verilmez. Farklı düşünce ve onu savunanlar “ur”, “kanser” gibi kesip atılacak hastalıklı uzuv görülür.
Müsademe-i efkar iyidir. Müsademe edecek fikirler varsa ve bunlar ortalıkta dolaşıyor, konuşuluyor, paylaşılıyor, yazılıyor, okunuyorsa insanlar seçenek sahibidir. İsabetli olanı tercih eder, daha kolay görür ve bulur. Fikirlerin ve düşünen insanların şeytanlaştırıldığı, cadı avına tabi tutulduğu toplumlarda monolog olur, fikri çeşitlilik bulunmaz. Muhalif her düşünce yok edilmeye, silinmeye çalışılır. Ortaya herkesin birbirini kandırdığı, “mış gibi” yaptığı sun’i, rasyonaliteden, hayatın gerçeklerinden kopuk bir rejim ortaya çıkar. Korku imparatorluğu kurulur. Kimse doğruyu söyeleyemez, hataları dile getiremez. Kralın çıplak olduğu bile ifade edilemez. Ama sonunda bu tür gayrı makul, baskıcı, farklı olanı tehdit gören yapılar güçlü bir depremde çöker.
Düşünceyi baskılayan, farklı olana asla müsaade etmeyen Marksist rejimler çöküp tarihe gömülürken kendini yenileyen, farklı düşünceleri uzlaştıran, insanileştiren kapitalist rejimler yoluna devam ediyor. Dünyanın imrendiği, yaşamak için can attığı müreffeh coğrafyalara dönüştüler.
Fikirden ve fikir sahiplerinden korkmamak, aksine onlardan yaralanmaya, onları sağmaya çalışmak lazım. Yeterki içinde şiddet, cinayet, hak gasbı olmasın! Yeter ki başkalarının haklarına tecavüze yeltenmesin!