YORUM | Prof. Dr. MUHİTTİN AKGÜL
Ramazan Ayı’nın konu edildiği âyet grubunda, üzerinde durulan ve ihmal etmememiz gereken bir husus da, mü’minin Rabbiyle olan derin, sırlı ve yakın ilişkisini ifade eden dualarımızdır. Nitekim bu gruptaki âyetlerde dua, şöyle hatırlatılmaktadır: “Kullarım Beni senden soracak olurlarsa, bilsinler ki Ben pek yakınım. Bana dua edenin duasına icabet ederim. Öyleyse onlar da dâvetime icabet ve Bana hakkıyla inanıp tasdik etsinler ki doğru yolda yürüyerek selâmete ersinler.” (Bakara Sûresi 86)
Dua, bir ibadettir; ubûdiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın da neticesidir. Resûlullah’ın beyanlarına göre hem de ibadetlerin özünü teşkil etmektedir. Özellikle de Ramazan Ayı gibi, sevapların katlanarak verildiği bereketli bir zaman diliminde, duaların makbul olduğu iftar ve sahur vakitlerinde, mü’minlerin daha bir yoğunlukla yapmaları gereken bir kulluk aktivitesidir.
Duâ, biz âciz kulların, üstesinden gelemediğimiz problemlerle karşılaştığımızda, büyük bir sıkıntıya maruz kaldığımızda, her zaman için başvuracağımız, kendisiyle içimizi rahatlatacağımız, böylelikle de iç huzuru yakalayabileceğimiz bir sığınaktır. Zira randevusuz ve hiçbir engelle karşılaşmadan, dertlerimizi anlatacağımıza ve onların çözümlerini bulacağımıza inandığımızda, hayata küsmez, rûhen çökmez ve karamsarlık içine düşmekten de uzak kalmış oluruz.
Alexis Carrel’in de çok yerinde tespitiyle: “Ahlâkî ve mânevî duygular, bir milletin faal unsurları arasında yer alır. Bunlar yok oluşa yönelirse, o milletin kesin çöküşü başlamış ve bağlarından koparak yok olmaya giden bir ortama girilmiş demektir. Bu sebeple, duâ ihtiyacını kendinde öldüren bir toplum, pratikte fesat ve çöküşten korunabilecek unsurlara artık sahip değildir.” “Hiçbir millet, duâyı terkettiği dönemde olduğu kadar, kendisini ölüme hazırlamamış, çöküş ve alçalmaya maruz kalmamıştır.” “Bir kişinin yapabileceği en kuvvetli iş, duâdır. Duâ, dünyanın çekim kuvveti gibi gerçek bir kudrettir. Hiçbir tedavinin fayda vermediği vak’alarda, insanların sadece duâ gücü ile hastalıklardan ve melankoliden kurtulduklarını gördüm.” demektedir.
Gandhi ise: “Duâ ve ibadet olmasaydı ben çoktan çıldırırdım.” Sözüyle, duanın insan için ne kadar önemli bir güç kaynağı olduğunu belirtmiştir.
Dua vesilesiyle insan, darda kaldığında, bütün varlığın yegane Sahibi ve Mâliki tarafından görülüp gözetildiğine inanır; böylesi bir inanç vesilesiyle yollarda takılmaz ve kalmaz; düşse de hemen toparlanır ve yoluna tekrar kaldığı yerden devam eder. Nitekim kudsi bir hadiste Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Kulum beni nasıl zannediyorsa, ona öyle davranırım. Bana dua ederse, onunla beraber olurum.” (Ahmed b.Hanbel).
Dua, insanın Cenab-ı Hakk’a karşı temel görevlerinin başında gelir. İnsanın, Yüce Mevla katındaki değeri, yaptığı dua ölçüsündedir. Dualarımızın makbûliyeti, samimiyetimize, içtenliğimize, duadaki sürekliliğimize ve rahat zamanlarımızda yaptığımız dualara bağlıdır. Duanın neticesi ne olursa olsun, mü’min hakkında hep hayır olur. Nitekim Sevgili Peygamberimiz duanın bu yönünü: “Kul dua ettiğinde, şu üç şeyden biriyle mükafatlandırılır: Ya duası kabul edilir; ya duasının semeresi âhirete bırakılır; ya da başına gelebilecek benzeri bir beladan kurtuluşuna vesile olur” sözüyle müjdelemektedir. (Müsned).
Duanın kabul edilmesini engelleyen hususlardan birisi, şüphesiz ki haram lokmadır. Allah Resûlü (s.a.s.): “Kişi, saçı başı birbirine karışmış, toza toprağa bulaşmış olarak uzunca bir yolculuk yapar. Sonra da ellerini açarak: “Yarabbi! Yarabbi! diye semaya kaldırır. Fakat yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır. Haram ile beslenmiş böyle birisinin duası nasıl kabul olunur ki?” sözüyle buna işaret etmişlerdir.
Duamızın karşılık bulacağı inancıyla onu edâ etmeli ve kabul olmuyor diye ondan asla vaz geçmemeliyiz. Zira aslında böylesine yanlış bir düşünce, dualarımızın kabul olmayışının sebebidir. Nitekim Ebû Hureyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.s.): “Sizden biriniz, ‘Ben (Rabbime) dua ettim de duam karşılık görmedi.’ deyip acele etmediği müddetçe, duası karşılık bulur.” buyurarak, böylesine tehlikeli bir düşünceden uzaklaşmamızı tavsiye etmişlerdir. (Müslim, Ebû Dâvûd).
Ramazan Ayı, mü’minin başta yeme-içme olmak üzere, diğer bütün haramlardan azami olarak uzaklaştığı bir zaman dilimidir. Bu haliyle o, hadiste duası kabul edilmez kişi olarak nitelenen birisi olmaktan da uzaktır. Dolayısıyla, hem kendisi açısından, hem de dualarının kabulü açısından, eline başka zamanlarda geçmeyecek benzersiz bir zaman dilimi içinde bulunmaktadır.
Ramazan Ayındaki değerli zamanlar, dualarımızın makbul olduğu zamanlardır. Sevgili Peygamberimiz, özellikle de iftar vaktinde, oruçlunun Rabbine dua etmesinin, reddedilmeyen dualar arasında olduğunu müjdelemektedir. Bu berekettendir ki, ashaptan Abdullah b. Amr (r.a.), iftar vaktinde eşini ve evlatlarını yanına çağırarak onlarla beraber dua ederdi.
Duaların kabul olmasında, insanın acizliğinin farkında olmasının, mütevazi olmasının ve küçük-büyük günahlardan uzak olmasının da önemli bir yeri vardır. Ramazan Ayı, mü’minlere takva bilincini kazandıran, her açıdan onları yücelten ve kötü duygu ve davranışlardan uzaklaştıran bir ay olması hasebiyle de, duaya en uygun zamanı içermektedir. Kısacası Ramazan Ayı, aslında mü’minin, Kudret-i Sonsuz’a bütün dert ve sıkıntılarını bir dua dilekçesi olarak sunma ve yalvarma ayıdır.
Duada unutulmaması gereken önemli bir nokta da, kabulü için Yüce Mevla’nın isimlerini anarak dua etmektir. Zira Cenâb-ı Hakk: “En güzel isimler Allah’ındır, o halde bu isimlerle O’na dua edin..” (A’raf 7/180) buyurarak, esmasına dikkatlerimizi çekmiştir. Yani, kişi dua ederken ihtiyacıyla ilgili Allah’ın isimleriyle dua etmelidir. Demek ki, Ramazan Ayında, okuduğumuz Kur’ânlar ve evrâd-u ezkârlarla, esmânın bereketini de arkamıza alarak, dualarımızın kabulüne bir adım daha yaklaşmış olacağız.
Ramazan Ayınızın bereketli, oruçlarınızın makbul, dualarınızın da müstecâb olması temennisiyle.
Duayı ve Ramazan ayındaki önemini çok füzel açıklamışsınız.Teşekkürederim