YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU
İttihatçılar Abdülhamit’e karşı mücadelelerinde başarıya ulaşarak 1908’de Meşrutiyetin yeniden ilanını sağlamışlardı. 23 ve 24 Temmuz 1908 tarihlerinde ülkenin birçok yerinde çok büyük kutlamalar yapılmış, hatta Selanik’teki kutlamada konuşma yapanlar arasında Bediüzzaman Said Nursi de yer almıştı.
İttihat ve Terakki (İTC) meşrutiyetle birlikte istibdadın sona ereceğini, herkesin kanun önünde eşit olacağını, devletin artık bir hukuk devleti olacağını vaat ediyordu. Ancak İttihatçılar kendilerini ülkenin sahibi olarak görüyor ve iktidardan uzaklaştıklarında ülkenin mahvolacağını düşünüyorlardı. Nitekim 31 Mart İsyanı karşısındaki tavırları bu yaklaşımlarının bir eseridir.
İttihatçı Subaylar
İttihat ve Terakki başarısını “genç subaylara” borçluydu. 1889’da Askeri Tıbbiye’de kurulan cemiyet, Abdülhamit’in baskılarına rağmen yurtdışında varlığını sürdürmüş, sonrasında da 3. Ordu’nun genç subayları arasında örgütlenerek başarıya ulaşmıştı. Ancak bu süreç ordunun siyasetin içinde yoğun bir şekilde yer aldığının ve bu alışkanlıktan kurtulamayacağının da göstergesiydi.
İttihatçılar kurdurdukları hükümetlerle hedeflerini gerçekleştirmeye çalışırken orduyu da kendilerine göre şekillendirdiler. Özellikle İttihatçı subaylar henüz alt rütbelerde bulunduklarından üst rütbeli subayları etkisiz hale getirmeye çalıştılar.
İttihatçılar önce “Tasfiye-i Rüteb Kanunu” ile subaylara Abdülhamit zamanında hak etmedikleri halde rütbe verildiğini ileri sürerek bu rütbeleri geri aldılar. İttihatçıların yanında yer alan Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa da rütbesini düşürmüşse de bu girişim, subayları ciddi şekilde rahatsız etmişti.
İttihatçıların ikinci hamlesi “alaylı subaylara” karşı oldu. İTC genellikle modern harp okullarından yetişen “mektepli subaylar” arasında örgütlendiğinden İttihatçı subaylar, alaylı subayları kendilerine muhalif olarak görüyorlardı. İttihatçılar alaylı subayları da “yeterli olmadıkları” gerekçesiyle tasfiye ettiler.
İttihatçılar diğer icraatlarıyla da orduda kendilerine karşı büyük bir nefret oluşturdular. Örneğin Trablusgarp Savaşı’ndaki subaylara gönderilen bir mektupta önce İttihatçı subayların ismi yazılmış, komutan Neşet Paşa’ya en sonda yer verilmişti.
Tayin ve terfilerde ciddi haksızlıklar yapılıyor, İttihatçı subayların önü açılıp kolay terfi alırlarken diğer subayların terfileri engellendiği gibi tayinleri de “bir sürgüne” dönüşüyordu.
Diğer Subaylar Rahatsız
İttihat ve Terakki’nin bu uygulamaları karşısında orduda kendilerine “Halaskâr” veya “Halaskâr Zabitan (Kurtarıcı Subaylar” adını veren bir grup ortaya çıktı. Elbette o dönemde bu grup için “cunta” ifadesi kullanılmıyordu.
Cunta, “siyasal iktidarı sistemin kabul ettiği meşru yöntemlerle değil, askeri güç kullanarak ve zorla ele geçirmeyi amaçlayan küçük grup” şeklinde tanımlanmaktadır. Bu tanım çerçevesinde Halaskâr’ın 1911-1912 yılları arasındaki faaliyetleri bir cunta faaliyeti olarak değerlendirilebilir.
Halaskâr subaylar, İTC’nin ülkeyi geçici kanunlarla yönetmelerine ve hızla bir tek parti rejimine doğru gidişine karşı çıkarak ordunun siyasetten çekilmesi gerektiğini savunmaktaydılar.
İTC ülkede gerçek anlamda bir meşruti yönetim kurmamış, 1909’da gerçekleşen Anayasa değişikliğiyle Padişah Mehmet Reşat tamamen pasifize etmiş, en küçük muhalefet hareketini bile büyük bir tehdit ve “vatan hainliği” olarak değerlendirmişti.
Bu sırada muhalefetin örgütlenerek bir “çatı parti” olarak Hürriyet ve İtilaf’ı (HİF) kurması, İttihatçıları endişeye düşürdü. Nitekim İTC meclisteki tek hâkim güç olmanın verdiği güçle muhalefetin toparlanmasına imkân vermeden seçimleri yenileme kararı aldı.
İttihatçılar 1911’de İstanbul’da boşalan bir milletvekilliği için yapılan seçimi bir oyla kaybetmişlerdi. 1912’de yapılan genel seçimlerde ise karşılarında Hürriyet ve İtilaf Fırkası (HİF) olsa da büyük bir başarı kazanmışlar, HİF meclise çok az mebus gönderebilmişti. Ancak bu seçimlerin tarihe “sopalı seçim” olarak geçmesi, seçimlerin nasıl cereyan ettiğine dair önemli bir ipucu vermekte ve tepkilerin nedenini ortaya koymaktadır.
İttihatçı subayların önemli bir problemi de meşrutiyet ve 31 Mart Olayı sonrasında da siyasetten uzaklaşamamalarıdır. Meşrutiyetin öne çıkardığı “hürriyet kahramanları” Enver ve Niyazi beylerin “asker” olması ve cemiyetin ordunun desteği olmadan ayakta kalamayacağına inanması, bu subayların siyasetten soyutlanmalarını imkânsız hale getirmekteydi. Ayrıca 31 Mart sonrasında ilan edilen “örfi idare” de subayların siyasetin tam ortasında yer almalarına neden olmuştu.
Halaskârların Darbesi
Bu şartlar, ordu içindeki tepkilerin örgütlü hale dönüşerek “Halaskâr” adıyla ortaya çıkmasına neden oldu. Bu subaylar “ordunun siyasetten ayrılmasını” isteseler de takip ettikleri yol da İttihatçılarla aynıydı.
Halaskâr grubu; Erkân-ı Harp Binbaşısı Gelibolulu Kemal, Erkân-ı Harp Kolağası Kastamonulu Hilmi, Süvari Kaymakamı Manastırlı Recep, Bahriye Binbaşısı İbrahim Aşkî gibi orta rütbeli subaylar tarafından kurulmuştu. Destek verenler arasında da Mirliva Ferit Paşa, Nazif Paşa, Ahmet Abuk Paşa, Yaver Paşa, Zeki Paşa ve Nazım Paşa gibi üst rütbeli subaylar bulunuyordu.
Halaskârın benimsediği yöntem, “büyük bir gizemle hareket ederek” mektuplar vasıtasıyla İttihatçıları tehdit etmekti. Grup adına kırmızı bir mühür yaptırılarak mektuplar bu mühürle mühürlenerek gönderilmekteydi.
İTC yönetimi ve dönemin hükümetinin gerçek gücünü bilmediği bu cunta karşısında soğukkanlılığını kaybettiği anlaşılmaktadır. Özellikle tehdit mektuplarının geliş şekli ve tehditlerin ağırlığı da endişeleri artırmıştır.
Grubun beyannamesinden ve gönderdikleri mektuplardan; askerin siyasetten uzaklaşmasını, “memleketi felakete götüren” İttihat ve Terakki’nin yönetimden çekilmesini, “gayr-ı meşru gördükleri” Meclisin dağıtılmasını ve yeni bir hükümet kurulmasını istedikleri anlaşılmaktadır. Halaskârlar hedeflerine ulaştıklarında “hiçbir memuriyeti kabul etmeyeceklerini” de açıklamışlardı.
HİF’in önde gelenlerinden Rıza Nur ve muhalefetin en önemli simalarından Prens Sabahattin’den de destek alan grup, amaçlarının yer aldığı beyannameyi ordu mensuplarına dağıttı. Ayrıca Manastır’da çıkan bir isyandan da yararlanarak gücünü ortaya koydu. İttihatçıların desteğindeki Said Paşa Hükümeti, bu gelişmeler karşısında askerlerin siyaset yapmasının cezalandırılmasını amaçlayan bir düzenleme yapmak zorunda kaldı.
Ayrıca Padişah Mehmet Reşad da askerin siyasete karışmaması gerektiğine dair bir beyanname neşretti. Harbiye Nazırı M. Şevket Paşa ise görevinden istifa ederek askerin siyasetten uzak kalması taleplerine istemeyerek de olsa örnek oldu.
Halaskâr Grubu’nun tehdit mektupları; Mebuslar Meclisi Başkanı Halil Bey’e (Menteşe), Askeri Şura’ya ve Saray Başmabeyincisi Halit Ziya’ya gönderilmişti. Bu süreç Said Paşa Hükümeti’nin önce Meclis’ten güvenoyu istemesine, güvenoyu aldıktan bir gün sonra da istifa etmesine yol açtı.
Ordunun Siyasallaşmasının Ağır Faturası
Halaskâr adım adım isteklerini yaptırıyor ve bu güçle yeni taleplerde bulunuyordu. Yeni hükümet 93 Harbi kahramanı Gazi Ahmet Muhtar Paşa tarafından kuruldu. Bu hükümet Halaskâr’ın arzu ettiği gibi “tarafsız” bir hükümetti ve eski sadrazamlar Hüseyin Hilmi Paşa, Kâmil Paşa ve Said Paşa da kabinede yer alıyordu. Bu nedenle de “Büyük Kabine” olarak adlandırılıyordu.
Gerçekte ise büyük olan sadece kabinenin adıydı. İlk icraat olarak Halaskâr’ın “Fındıklı Tiyatrosu” olarak adlandırdığı Meclis’i fesheden Ahmet Muhtar Paşa kabinesi, ülkeyi daha büyük bir felakete sürüklemekten başka bir işe yaramadı.
Halaskâr hedeflerine ulaşmış ancak bu sefer de ülkede daha büyük gaileler ortaya çıkmıştı. 1911 Eylül’ünde başlayan Türk-İtalyan Harbi bütün şiddetiyle devam ederken İstanbul’da bunlar yaşanıyor, İtalyanlar Oniki Ada’yı işgal edip Çanakkale Boğazı’na kadar gelmişken siyasetçiler birbiriyle didişmekten başka bir şey yapmıyordu.
Bu sırada ordunun durumu da daha farklı değildi. Subaylar, İttihatçılar ve Halaskârlar olarak ikiye ayrılmış, vatan savunmasını unutup siyaset batağına sürüklenmişlerdi.
Bu kötü tablo 8 Ekim 1912’de başlayan Balkan Harbi’nde de devam etti. Ordudaki kamplaşma ve komutanların basiretsizliğine beceriksizlikler de eklenince büyük bit dram yaşandı. Dört küçük Balkan ülkesi, Osmanlı ordularına büyük bir bozgun yaşattı ve bir ay sonra Bulgar ordusu Çatalca’ya kadar geldi.
İstanbul’u Bulgar işgalinden, önce Osmanlı sonra da Bulgar ordusunda görülen “kolera salgını” kurtardı. Yenilginin önemli bir nedeni de “Halaskâr içinde yer aldığı” iddia edilen Harbiye Nazırı Nazım Paşa’nın yanlış uygulamalarıydı.
Halaskâr’ın faaliyetleri İttihatçıların yönetimden uzaklaşmasında etkili olsa da Balkan Harbi, Osmanlı ordusunun “yüzkarası” oldu. Yüzyıllardır Osmanlı hakimiyetinde yaşayan Batı Rumeli toprakları birkaç ay içinde kaybedildi.
İTC ise iktidarda olmadığından mağlubiyetten Gazi Ahmet Muhtar Paşa ve Kâmil Paşa hükümetlerini sorumlu tuttu. 1913 Ocak’ında da Babıali Baskınıyla “darbe” yoluyla ülke yönetimini ele geçirerek 1918’e kadar devam edecek tek parti iktidarını kurdu. Halaskâr böylece İttihatçıların daha güçlü bir şekilde geri gelmesine de zemin hazırlamış oldu.
Balkan Harbi felaketinin en önemli nedenlerinden birisi, ordunun siyasetin tam ortasında yer almasıydı. Bu felaketlerin üzerinden yüz yıldan fazla zaman geçse de Türk ordusunun hala kamplaşmalardan ve gruplaşmalardan kurtulamadığı özellikle 15 Temmuz bahanesiyle ordunun bir bölümünün diğer bölümünü tasfiye etmesiyle açıkça görülmektedir. Böyle bir ordunun görevini layıkıyla yapması bir hayalden ibarettir ve ordunun kamplaşmasının acı faturasını görmek isteyenler, Balkan Harbi faciasını bir kez daha incelemelidir.
Seçilmiş Kaynakça: T. Z. Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler, C. 1, Hürriyet Vakfı, İstanbul, K. Olgun, “Asker-Siyaset İlişkilerinde Bir Dönüm Noktası: Halaskâr Zabitan Grubu’nun Faaliyetleri”, İlmi Araştırmalar, S. 7, 1999; MMZC, Devre 2, C. 2 (Kırk yedinci İnikad); S. Zeyrek, II. Meşrutiyet Devrinde Ordu-Siyaset İlişkilerine Genel Bir Bakış, Studies Of The Ottoman Domain, S. 6, 2014; Halaskâr Grubu Beyannamesi, Bel_Mtf_048330.