KENT YAZILARI | ALPER ENDER FIRAT
Zaman yitik, sanki hiç yaşanmamış
Bu mekan ne ilk ne son durak.
Evet; zaman yitip gitmiş, kum saati artık akmıyor, zaman sanki ‘Başçarşı’yı terk etmiş ve biz de bir zamansızlık koridorundan geçip bu kente gelmişiz. Bu gerçek olmayan masal diyarına…
Avrupa’nın göbeğinde, yeşilliklerle çepeçevre sarılmış bir iklimde, cami şadırvanlarından suların hala şırıl şırıl aktığı, güllerin ve zambakların pervasızca koktuğu bir hayal yer sanki. “Çeşmelerin, bedestenlerin, camilerin arasından, bakırcı dükkanlarından gelen ritmik sesi takip ederek yürüyoruz. Kahvecilerin, şekerlemecilerin, arasından geçip o sembol çeşmenin etrafındaki gül kokulu gösterişsiz meydana ulaşıyoruz. Ezan sesiyle ürküp yerden birden havalanan yüzlerce güvercin karşılıyor bizi.
Ezan sesi…
Şadırvandan akan sular..
Ve ansızın havalanan güvercinler…
Sanki Yeşilçam’ın yapımcıları burada mesela ‘Oğlum Osman’ gibi dini bir film çekmek için platform kurmuş.
Çok mistik bir atmosfer…
Bir zaman makinam olsaydı, gelecekten gelen bir kaşif gibi Gırnata’nın, Kurtuba’nın, Venedik’in, Matera’nın, Bağdat’ın, Mardin’in o daracık gizemli sokaklarına dalsaydım, hiç bilinmez mekanların, hiç bilinmez sokaklarında hiç bilinmez insanların, hiç duyulmamış hikayelerini dinleseydim. Kentin gizem dolu koridorlarında her an yeni bir şey bulacağımın heyecanıyla dolaşıp fotoğraflar çekebilseydim. Ne zaman geçmişi olan bir şehre gelsem kendimi hep bunu hayal ederken buluyorum.
Saraybosna’da bu hayale kapılır kapılmaz, istediğimin içine düşmüş gibiyim.
Bir kente aşık olsaydım bu kesinlikle Saraybosna olurdu. Yok yanlış söyledim. Ben bir kente aşığım ve bunun adı Saraybosna.
Zaman’dan soyutlanarak, bir yerlere yetişme derdi olmadan bir kenti hele de aşık olduğunuz kenti aylak aylak dolaşmak da varmış. Bir bakırcıda alıyorsunuz soluğu, bir kahvecide. Moraçi Han’da telaşsızca oturup içtiğiniz Türk kahvesinin(Bosnalılar Boşnak kahvesi diyor) yanında gelen lokum dekoru tamamlıyor. Çınarın gölgesinde yayılarak oturdukça gurbet diyarında, nasılda evimde hissediyorum kendimi. Sanki yüzlerce yıldır burada yaşıyormuş gibiyim.
Bir kaşif gibi elimde fotoğraf makinasıyla arka sokakları, Saraybosna’nın ilk başta göze çarpmayanını keşfetmeye koyuluyorum ve bir Avrupa kentinde sokakları gezerken ezan sesi duymak istemsiz bir şekilde ruhumu okşuyor. Bu karşı koyulmaz bir duygu.
Ama birden acı bir çığlıkla uyandırıp, insanın ruhuna bir çivi gibi saplanan sokak başlarındaki levhalara takılıyor gözlerim. Burada tarihin bir yerinde katliam olmuştu. Levhalar, bu coğrafyada binlerce insan, insanlık dışı bir savaşın alçakça kurbanı olmuştu diye yüzüme çarpar gibi hatırlatıyor. Hatta nasıl unutursunuz diye sitem ediyor. Burada Emina’nın, Nedzad’ın, İsmet’in, Mediha’nın ve daha binlercesinin öldürüldüğünü anlatıyor. Hatta şehit edildiği anda kaç yaşında olduklarını dillendiriyor. Safiye Muran 21, Adnan Balicevac 21, Cemal Meta 20, Samir Sipahiç 19, Nermin Poturak 25 bu sokakta şehit edilmiş ve küçücük bir levhada isimleri kalmış. Bu levhalar kurşun yarası gibi küçük ama ruhu paramparça eden bir delik açıyor yüreğimizde. Masal dünyasından acı bir çığlık uyandırıyor.
İnsanoğlu neden bu kadar gaddar, bu kadar acımasız, bu kadar kan dökücü.
Saraybosna kanlı ve çirkin bir savaşın baş edilmez yaralarına rağmen direndi ve ayakta kalmayı başardı. Kendisine acımasızca kıyanlar tarihin utanç sayfalarında yerini aldı. Ama Bosna dimdik ayakta, olanları unutmadı ama yeniden hayata tutunabilmek için affetti.
Ne garip bugün aynı soykırıma biz muhatap oluyoruz. Ve inanıyoruz ki tıpkı Boşnakları katledenler gibi, bugünün zalimleri de tarihin çirkin sayfalarına defolup gidecekler.
Ayaklarım beni tekrar Begova Camii’ne doğru döndürüyor. Ben tekrar masal dünyama dönüyorum. Başçarşı’nın büyülü atmosferine kendimi bırakıyor ve ezan sesi dinleyerek Moraçi Han’a yeniden giriyorum. Bir Boşnak kahvesi içmek çok iyi gelecek.