Mısır’dan Hollywood’a bir dünya starı: Ömer Şerif

YORUM | M. NEDİM HAZAR 

Sadece doğduğu ülkenin değil, başta Türk izleyicisi olmak üzere tüm dünya sinemaseverlerinin bildiği ve hayranlık duyduğu bir aktördü Ömer Şerif. Pek çok kez ülkemize gelen Şerif’in kaderi ile Yeşilçam’ın ilk jönlerinden olan Ayhan Işık’ın kaderi arasında enteresan bir etkileşim vardır. Yaklaşık 10 asırlık bir kültür ve medeniyetin bakiyesi üzerine kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında Osmanlı’ya ait her şeyi geri kalmışlık, yenilgi ve hezimetin bir nedeni olarak gördüğünden araya ciddi mesafe koymaya çabaladığı artık kabul gören bir gerçek. Mesele kim haklı/haksız meselesi değil şüphesiz. Batılılaşma genel perspektif ve paranteziyle yapılan ilk icraatların çoğu, bu uzaklaşma ve mesafe koyma örnekleridir. Şüphesiz bu uygulamalar içinde en az bahsi geçen mevzulardan biri de Arap filmlerinin Türkiye’de Türkçe gösteriminin serencamıdır.

Tarih 2 Kasım 1934. Dönemin İçişleri Bakanı ve aynı zamanda CHP Genel Sekreteri olan Şükrü Kaya, bir genelge yayımlar: “Radyo programlarından alaturka musikinin tamamen kaldırılması ve yalnız Garp tekniğiyle bestelenmiş musiki eserlerimizin Garp tekniğini bilen sanatkârlar tarafından icra edilmesi…” Yaklaşık 10 yıldan beri radyolarda çalınmakta olan Türk musikisi bir anda bıçak gibi kesilir. Bin yıllık bir kültürel birikimin ürünü olan bir sanat, siyasetçiler tarafından tam anlamıyla bir redd-i mirasla adeta lanetlenir.

Ancak daha düne kadar Arap kültürü, coğrafyası, halkı ile iç içe yaşayan Anadolu için bundan kopmak kolay olmayacaktır.

Elbette Türkiye’nin kaderiyle koşut olarak Orta Doğu’da yeniden şekillenmeye başlamıştır. Benzer bir kaderi yaşayan Mısır, kendi ölçütlerinde asrileşirken alfabe ve sanat gibi konularda devrim ve değişime ihtiyaç duymamış, özellikle aristokrasinin hoşnut olduğu sanatçılar kamera karşısına geçme imkânı bulmuş ve geniş kitlelerin ilgisiyle karşılaşmıştır.

Söz konusu dönem, Mısır sosyal yaşamının şekillendiği Kahire’de, özellikle aristokratlar arasında çok tutulan ses sanatçılarının kamera karşısına geçerek, geniş halk yığınlarının beğenisini kazanmalarını da beraberinde getirmiştir. Başta ‘kralların ve prenslerin şarkıcısı’ olarak nam salan, bestekâr ve ses sanatçısı Muhammed Abdülvahab olmak üzere, Ümmü Gülsüm, Leyla Murad, Asmahan gibi sanatçılar için tam bir altın çağ yaşanır. Filmlerin çoğu Batılılaşan Mısır’ın sosyal hayatını anlatan öyküler içerir. Ancak dil ve müzik konusunda herhangi bir kısıtlama yoktur bu filmlerde.

Henüz kendine ait bir dil oluşturmayı başaramayan Türk sinemasında ise daha çok uyarlama ve ithal filmler rağbet görmektedir.

Özellikle Abdulvahab’ın Aşkın Gözyaşları isimli filmi, tam bir fenomen olur. ‘Damü’al-Hubb’ yani ‘Aşkın Gözyaşları’ Şehzadebaşı’nda gösterildiği zaman tam bir izdiham yaşanır. Üç senedir yerli film izlemeyen Türk halkı, fesli-entarili kişilerin yer aldığı tanınmış̧ Arap yıldızların oynadığı filmi haftalarca kapalı gişe izler.

İşte tam bu dönemin başlarında; 1932 Nisan’ında Mısır’ın İskenderiye şehrinde varlıklı ve modern bir aile olan Chalhaoub’ların bir oğlu dünyaya gelir. Lübnan asıllı Katolik Hristiyan olan aile, çocuklarına Michel Demetri adını verir. Tam bir modern sosyete hayatı yaşayan ailede baba Joseph kereste tüccarıdır, anne Claire Saada ise vaktini eğlence ve briç partilerinde geçirmektedir. Özellikle Claire’in Kral Faruk ve ailesiyle yakınlığı meşhurdur, bizzat kral ile kumar oynamışlığı bile vardır.

1942 yılında, yani küçük Demetri 10 yaşına geldiğinde, ailesinin ilgisizliğinden olsa gerek, sağlıksız bir çocuk olmaya başlamıştır. Kilo problemi sağlığını etkilemeye başlayınca annesi onu disipliniyle meşhur Victoria College’a yazdırır. Böylelikle kendisi de kumara daha fazla vakit ayırabilecektir! Gerçekten de okulun katı disiplini ve eğitimi Demetri’yi olumlu etkiler. İngilizceyi ana dili gibi öğrenir, fazla kilolarından kurtulur. İki de samimi sınıf arkadaşı edinmiştir: Yusuf Şahin ve Edward Said. Said düşünce dünyasını şekillendirirken, Şahin de mesleği konusunda etkili olur.  Okulun tiyatro kolunda temsillere katılır, ilk oyunculuk deneyimini de yine aynı okulda Sladen Smith’in kitabından uyarlanan ‘The Invisible Duke’ ile yaşar. Oyunda enteresan bir rolü vardır. Hikâye boyunca bir kutunun içinde bekler ve sonlara doğru kutudan çıkar. Aldığı reaksiyon, içindeki aktörlüğü ateşlemiştir artık. Alkışlar o kadar hoşuna gider ki, tiyatroya merak saldığını öğrenip küplere binen babasını ikna etmek için intihar etmiş rolü bile yapar.

Ancak aileyi mutlakıyetle yöneten babasının dediği olur ve liseden sonra Kahire Üniversitesi’nde matematik ve fizik okur ama içindeki oyunculuk ateşi asla sönmemiştir. Babasıyla beraber çalışır bir süre. Yusuf Şahin ona Çöl Şeytanı filminde küçük bir rol vererek ilk sinema deneyimine vesile olur. Demetri’nin inanılmaz derecede yetenekli olduğunu gören Şahin, bir sonraki filmi Yanan Güneş’te başrol vermek ister. Zaten kendisi baba baskısından da bıkmış, kafaya aktörlüğü koymuş ve Londra’daki Kraliyet Tiyatro Sanatları Akademisi RADA’ya başvurup kabul almıştır. Yıl 1954’tür ve Yanan Güneş kaderini kökten değiştirir. Zira başrolü paylaştığı güzeller güzeli bir aktris vardır: Faten Hamama… Filmdeki bir yakınlaşma sahnesinde rol arkadaşının tir tir titrediğini görünce etkilenir. Oysa Hamama onunla aynı yaşta olmasına rağmen çok daha deneyimlidir. Çocuk yaşta sinemaya başlayan güzel oyuncu, o güne kadar 50’den fazla filmde oynamıştır. O sahne radikal bir karar almasına da sebep olur. Bu kararı biraz da yönetmen Yusuf Şahin’in telkiniyle almıştır. Eğer ismini değiştirecekse bunu kariyerinin başında yapmalıdır. Hem babasını da utandırmamış olacaktır. Kararını verir ve Yanan Güneş filminin afişinde ismi Ömer Şerif olarak yer alır. Sevdiği kadınla evlenmek için dinini de değiştirip Müslüman olur. Mutlu bir evlilikle beraber sonraki 7 yıl çok sayıda filmde beraber rol alır Şerif-Hamama ikilisi.

Bu esnada Türk sineması da gelişmiş, Yeşilçam kendi sistemini kurmaya başlamış ve mecmualar vasıtasıyla Türk starlar da birer birer filmlerde boy göstermeye başlamıştır. Bunlardan biri de Ayhan Işık’tır. Ömer Şerif Mısır’da ne ise Ayhan Işık da Türkiye’de odur. Savaşın ülkelerdeki etkisi azaldıkça sinema sektörü canlanmış, bu normalleşme özellikle Hollywood’u olumlu etkilemiştir. Amerikan sineması tüm dünyada kurduğu hakimiyeti perçinleyen projelere imza atmaktadır.

İngiliz kökenli yönetmen David Lean, Kwai Köprüsü filmiyle epey ses getirdikten sonra sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri olan Arabistanlı Lawrence için hazırlıklara başlamıştır. Dünya tarihini etkileyen insanlardan biri olan ünlü İngiliz ajan Lawrence’in filmi sıradaki projedir.

Ancak filmde önemli bir rolü olan Şerif Ali karakterini oynayacak birisi bulunamamaktadır bir türlü. Filmin yapımcısı Sam Spiegel, uçağa atlar ve Orta Doğu’da oyuncu aramak üzere Türkiye ve Mısır’ı da kapsayan bir gezi düzenler. Epey kabarık bir listeyle geri döner Spiegel. En beğendiği oyuncuyu yönetmen Lean gözleri renkli diye kabul etmez. Lean, Lawrence’ı oynayacak olan Peter O’Toole’un mavi olan göz rengine kontrast bir renk aramaktadır, ki yakın planlarda istediği etkiyi oluşturabilsin. Ayhan Işık tam bu sırada bir davet alır. Arabistanlı Lawrence filminde Şerif Ali rolü için çağrılır.

Daha önce de birkaç kez hem piyasayı araştırmak hem de gezi için Amerika’ya giden Taçsız Kral her seferinde geri dönmüştür. Nedense bir türlü ısınamamıştır Hollywood’a ancak bu kez farklıdır. Hem önemli bir yönetmen ile çalışacak hem de devasa bütçesiyle uluslararası bir projede oynayacaktır. Ülkesinden Hollywood’a gidip ikinci sınıf filmlerde yan rol oynayanların durumu gibi değildir bu. Ancak Işık, İngilizcesine çok güvenemez. Üstelik Şerif Ali rolü de bir türlü içine sinmemiştir. Rolü küçük bulmuştur açıkçası. “Annem rahatsız, özür dileyerek dönmek zorundayım.” der ve geri döner Türk starı. Yıllar sonra Ses dergisi için kaleme aldığı Amerika hatıralarındaki şu cümleleri aslında Hollywood’a çok ısınmadığının göstergesidir: “Amerika, eskinin yıkılıp yerini daima yeninin aldığı bir ülke. Her gidişimde başka bir ülke buluyorum. Amerikan insanında öyle fazla bir değişiklik yok. Hâlâ dar paça pantolon giyip, durmadan çiklet çiğniyorlar. Kelimeleri yine ağızlarında yayıyorlar.”

Ayhan Işık olmayınca Arabistanlı Lawrence yapımcıları listeye bakar ve sıradaki aktörü davet ederler. Bu kişi Ömer Şerif’ten başkası değildir! Şerif Ali rolünün altından başarıyla kalkar Ömer Şerif. Oscar’a aday gösterilir, Altın Küre ödülünü alır. Venedik’te, Paris’te ödüller alır. Karizmasıyla sadece seyirciyi değil, rol arkadaşlarını da etkiler. O kadar ki rol arkadaşı Peter O’Toole, ünlü olmak istiyorsa isminin ‘Fred’ filan olmasını ister. Bu sebeple pek çok dostu onu ‘Fred’ diye çağırır o günden sonra.

Dünya çapında tanınmıştır artık. Ancak şöhret kendi zehrini de beraberinde taşır her zaman. Kumara vermeye başlar kendini. Ve kadınlara karşı zaafı depreşir. Peş peşe teklifler almaktadır. Henry Levin, epik film olan Cengiz Han’da ona başrol teklif eder. Evliliği sarsılmaya başlar. Bir de oğulları olmuştur ama mutsuzdur Hamama-Şerif ikilisi. Genç oyuncu eşine, “Sana sadık kalamayacağımı anlamış bulunuyorum, sen hâlâ evlenebilecek kadar gençken boşanalım.” der ve ayrılırlar. Hamama, bir doktorla evlenir ve hayatına devam eder. Ondan sonra hayatına bir dolu kadın girer Şerif’in. Ancak her fırsatta Hamama’dan ‘hayatımın aşkı’ diye bahseder.

Kumar ve kadınlar ile hayatı boyu başı belaya girer sanatçının. Tuesday Weld, Diane McBain, Ingrid Bergman, Barbra Streisand, Barbra Streisand, Barbara Bouchet, sonraki yıllarda hayatına giren ünlü kadınlardan sadece birkaçıdır. Adeta başrol paylaştığı her kadına âşık olur Şerif. İyi filmlerde başarılı roller çıkarmaya devam eder. Dr. Jivago, kariyerinin zirvesidir mesela. 1969’da Richard Fleischer’in filminde Che Guevera’yı oynar. Blake Edwards’ın Pembe Panter’in İntikamı ve birkaç filminde daha oynar. Hany Lasheen’ tarihî-dinî filminde Hz. Eyüb’ü canlandırır.

Yıllar içinde kumar ve kadın bağımlılığına bir de yarış atı hastalığı eklenmiştir. Neredeyse sinemayı sadece kadın, at ve kumara para yetiştirmek için yapmaktadır artık. Bu zaafları onu ekonomik olarak sarsmaya başlamıştır. 1978’de BBC’ye “Ellerimde bir deste kâğıt olmadan yaşayabileceğimi sanmıyorum.” der.

ZAZ ekibinin 80’lerin kült filmi Top Secret’te de rol alır. Mayrig (Ana)’da Claudia Cardinale ile başrolü paylaştığında herkes aşağı yukarı olacakları korkarak tahmin eder!

Yaşı artık ilerleyince doğal olarak rolleri kısalmaya ve küçülmeye başlamıştır, sondan bir önceki önemli film olan 13. Savaşçı’da yine karizmatiktir. Her ne kadar sonrasında irili ufaklı birkaç filmde rol alsa da kariyerinin finalini 2003 yılında ‘İbrahim Bey ve Kur’an’ın Çiçekleri’ ile yapar. Cesar ödülü alır bu filmindeki rolüyle.

Annesini ve kumarı 2004 yılında şöyle anlatacaktır: “Annem de kumarbazdı. 15 yaşımdayken bana kumar oynamam için para verirdi. Bunu yaparken de ‘İnsanların seni annesinin oğlu olarak görmelerini istiyorum. Babası gibi demesinler.’ derdi. Çok neşeli bir insandı. Bir gün rulet oynuyordum. 20 bin sterlini bir sayıya yatırdım. Sayım gelmedi. O gece 200 bin sterlin kadar kaybetmiş olmalıyım. Hatırladığım şey, beni kapının dışına sürükleyen 4 kişiden birine kafa atmam. Meğer adam sivil kıyafetli polismiş. Böylece kumara veda ettim.”

6 dilde (İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Arapça ve Yunanca) rol yapabilecek kadar çok lisan biliyordur Şerif. Günde 100 sigara içmesi 94’te kalp krizi geçirmesine sebep olur. Ancak esas sıkıntıyı Alzheimer hastalığına yakalanınca yaşar. 2015 yılının başında ise derin bir kedere gömülür, zira ‘hayatının aşkı’ Faten Hamama vefat eder. Hastalığı dolayısıyla ortak tanıdıklarına ‘Faten nasıl?’ diye sordukça hastalığın geri dönülmez noktaya ulaştığı fark edilir.

Hamama’nın vefatından 6 ay sonra, 10 Haziran’da geçirdiği kalp kriziyle bir süre hastanede yattıktan sonra hayata gözlerini kapatır usta aktör. Zihinlerde ise adeta vasiyet niteliğindeki şu cümlesi kalacaktır: “Umarım istemeden de olsa bu dünyaya çok zarar vermemişimdir…”

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin