YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
Büyük devlet sendromu Avrasyacıların kendilerini meşrulaştırabilmek için başvurdukları baş manipülasyon araçlarından biridir. Bu konuda Rus Avrasyacılığı ile Türk Avrasyacılığı arasında önemli bir paralellik söz konusudur. Tek bir farkla: Rusya 18. yüzyıldan beri küresel manada bir güç ola gelmişken, Osmanlı İmparatorluğu 18 ve 19. asırlarda topraklarını seri halde yitirmiş, 20. yüzyıl başında tarihten silinmiş, 23 Nisan 1920’de Anadolu yarımadasına geri çekilerek ulus devlet projesine yönelmiştir. Rusya ise 1917’de Sovyetler Birliği’ni (SSCB) kurarak, ideolojik meşruiyete binaen Çarlık Rusya’sının da ötesinde bölgelere uzanmış, Peterburg’tan Japon denizine, Kuzey kutup bölgesinden derin Orta Asya steplerine, Tacikistan’a dek dünyanın en geniş yüzölçümlü devletini kurmuştur. Dolayısıyla Türkiye yüzölçümü anlamında küçük devletten orta büyüklükteki devlete geçmeyi tahayyül etme bağlamında Avrasya’ya yönelirken ve bunu ideolojik bağlamda kuramlaştırırken, Rusya zaten büyük devlet olup, büyük devlet olmayı devam ettirmeye yarayan ideolojik manevra alanlarının arkasında daima Avrasyacılığı jeopolitik ve jeostratejik bir taktik olarak uygulamıştır.
Bu yazıda Avrasyacılık Türkler için ve Ruslar için neden farklı anlamlara gelmekte, dolayısıyla niçin farklı sonuçları beraberinde getirmekte, bu sorunsala gireceğim. Göstermeye çalıştığım, Türk Avrasyacılığı’nın tahayyülleriyle Rus Avrasyacılığının pratiğinin birbiriyle uyumlu olmadığı, bilakis birbiri ile antagonist bir zıtlık içinde olduğudur. Birinin başarısı diğerinin başarısızlığıdır yani.
Nisan 2010’da Rusya’da katıldığım bir konferansta Türk dış politikasıyla alakalı bir soru gelmişti. Soruda Rus meslektaşlardan biri, Türkiye’nin Avrasya yönelimine geçmesinin Türkiye açısından yararlı olup olmadığını sormuştu. Ben de “kimin Avrasyacılığını kast ediyorsunuz? Rus Avrasyacılığını mı, yoksa Türk Avrasyacılığını mı?” şeklinde bir karşı soru ile kendisine yanıt vermiştim. Zeki Rus, kast ettiğimi net olarak anlamış, tebessüm ederek soruyu derinleştirmemişti. Çünkü Rusya’da herkes, Türklerin hayallerinin Rus Avrasyacılığının başarısızlığı üzerine kurulu olduğunu görüyor ve biliyordu. Türk Avrasyacıları bununla fazla ilgilenmediler ama. Ruslar gibi. Ama yine bir farkla: Rusların Türk Avrasyacılığının kofluğunu ve içi boş retorik karakterini fazlaca dert etmemelerinin bir nedeni vardı. Bu hayal Türkleri sağlam demir attığı NATO limanından kopartabilir, sahada Rusya altın bir fırsat sunabilirdi. Kaldı ki, Türklerin bu güç politikasında Rusların önüne geçerek dominant pozisyona geçmeleri olanaksızdı. Elinde hiçbir doğal kaynak olmayan, enerji bağlamında tümüyle dışa (bir numara olarak da kendilerine, yani Rusya’ya) bağımlı, kendi silah endüstrisi ve ağır sanayisi henüz emekleme döneminde olan Ankara’nın kıtalararası balistik füzelere ve çok başlıklı termonükleer silahlara sahip, dünyanın nen büyük silah envanteriyle donatılmış kara gücüne ve kıtalararası nükleer denizaltılar ve uçak gemileri dâhil donanma unsurlarına sahip Rusya ile kıyaslanması bile gülünçtü. Yani Ruslar kendilerinden ışık yılı mesafede geri bir konumda olan Türkiye’nin kurduğu hayallerden rahatsızlık duymuyordu!
Türkiye’de ise aydınlar ve siyasi karar alıcılar, özellikle 1990’larda SSCB’nin tarihe gömülmesinin ardından retorik bir “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk dünyası” söyleminin hayaline kapılmıştı. Türklere “vatan ne Türkiye ne Türkistan’dı”. Vaat edilen vatan “büyük ve müebbet bir ülke, Turan’dı”. Bu hülya SSCB dağılmadan sadece ülkücü cenah tarafından savunuluyordu. Ama Kemalist milliyetçiliğin babası Ziya Gökalp de dâhil, modern Türkiye Türkçüleri arasında bile uzun erimde Turan düşü kurmayan yoktu. Osmanlı İmparatorluğu’nun Osmanlı kimliği tutmamış, Balkanlar’daki gayrimüslim Osmanlı tebaaları birbiri ardına bağımsızlıklarını elde etmişlerdi. İslamcılık ideolojisinin de parçalanmakta olan Devlet-i Aliyye’yi bir arada tutamadığı görülecek, Arnavut ve Arap nasyonalizmlerinin doğuşuyla beraber aklı başında tüm aydınların milliyetçiliğe sığınmasıyla sonuçlanacaktı. Bu milliyetçilik Birinci Dünya Savaşı öncesinde Turancı Pantürkizm’di. Üç paşalar bu hülyayı reel politiğe tatbik etmeye kararlıydı. Hem Osmanlı sınırları içinde kalan azınlıkları Türkleştirmeye ve asimile etmeye çalıştılar, hem de içeride homojen bir ulus oluşturma gayretiyle, savaş ve insanlık suçu işleyerek Ermenileri ve Pontus Rumlarını soykırıma tabi tuttular. Esas amaçları Rusya’daki Türkîlerin yaşadığı geniş bölgeleri Osmanlı topraklarına katmaktı. Böylece ufalmış olan Osmanlı sınırlarını genişletecekler, çokuluslu imparatorluğu ulus devlet modeline göre iç bütünlüğü olan bir sosyal yapıyla, daha güçlü bir şekilde küllerinden doğduracaklardı. Bunun gerçekleşmesi Rusya’nın batmasına bağlıydı. Yani İttihatçılar bile mevcut denklemi isabetli bir şekilde kavramışlardı. Bunun için başka dış güçlerle işbirliği yapmak gerektiğini de biliyorlardı. Yani Osmanlı ordularının gücünü doğru tartıyorlardı. Çünkü asker kökenliydiler ve strateji biliyorlardı. Şimdikiler gibi cahil ve basiretsiz değillerdi. Buna karşın bu bir kumardı. Almanya’nın yanında savaşa girdiler. Kafkasya üzerinden Rusya’ya kara harekâtı başladı. Nuri Paşa Bakü’yü bir süreliğine alsa da, Rus ordusu daha güçlüydü. Almanya ve diğer müttefikler kendi başlarının çaresine bakmaya çalışıyorlardı. Esasında Almanya Osmanlı’nın sadece Rusların dikkatini dağıtmasını istiyordu. Yani Türklerin Rusya’yı yenemeyeceği bir matematiksel gerçeklikti.
Korkunç son!
Osmanlı Orduları atak yaptıkları her cephede hezimete uğradı. Savunmada oldukları birkaç yerde – Çanakkale gibi – düşmana hasar verse de, sonuçta Osmanlı savaşı kaybetti. Bu durum Türkçü Avrasyacılık hayallerini de mezarı olmayan binlerce Türk askeri gibi Rusya steplerine gömdü. Kafkas cephesinde Sarıkamış’ta bıçak gibi olan soğuk, Türk askerlerinin Turan rüyası gördükleri derin uykudan uyanmalarına yaradı. 1919’da başlayan Milli Mücadelede Türk kurmay karar alıcılar, başta Mustafa Kemal olmak üzere, gerçekleri gördüler. Zaten 1917’de kurulan SSCB’nin doğu sınırını daha müsamahalı çizmeyi kabul edeceği bir yapısı vardı. Anadolu’daki mücadeleyi antiemperyalist bir okumayla sempatiyle algılıyordu. TBMM hükümeti bu durumu reel politiğe yansıttı. Gümrü ve Moskova antlaşmaları ile doğu sınırları bugünkü şekliyle çizildi. Misak-ı Milli’nin önemli bir yüzdesi gerçekleştirilmiş oldu. Dahası doğudaki kalıcı antlaşma sonrası, o bölgede konuşlandırılmış bulunan askerler de batı cephesine kaydırıldı. Reel politik sonuç vermişti. Avrasya’nın Rus etki alanı olması gerçeği görülerek, gerçekleşme olasılığı yüksek olan daha ufak bir hedefe yönelinmişti. Yeni devlet 1923’te ilan edildiğinde tüm İttihatçı asimilasyon politikaları ve homojen Türk devleti projesi benimsendi. Ama Avrasya üzerine hayal üreten Turancı Pantürkist milliyetçilik dışlandı. Ayaklar yorgana göre uzatıldı. Retorik değil fiil esas alındı. Devletin konsolidasyonu ve bağımsızlığın sürdürülebilir olması yönünde çalışıldı.
1990’lara kadar “dış Türkler” konusu tümüyle Alparslan Türkeş gibi marjinal, hayalci ve muhteris bazı asker ve sivil bürokratların rüyası oldu. Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve kendine ülkücü – yani idealist – diyen hareket, anti Komünist bir tepkisel aşırı sağ grup olarak Türk siyasetinde yer aldı. Tıpkı İslamcı Milli Selametçiler (MSP) gibi, kimliğin aşırıcı yorumlanması üzerinden siyasi pastadan dilim devşirmeye gayret ettiler. Böylece merkez sağ Demokrat Parti ve Adalet Partisi geleneğinden gelen sağ partilerin arka bahçesi ve kısmen de destekçisi olarak 1990’lara kadar varlıklarını sürdürdüler. Türkçüler Türklük, İslamcılar da Müslümanlık üzerinden kimlik siyaseti yaparak daha güçlü ve büyük bir Türkiye’nin rüyasını gençlere aşıladılar. Türkiye Cumhuriyeti’nce kutsanmış Kemalist ulus konseptini benimseyemediler, onu mütemadiyen genişletmeye ve deforme etmeye gayret ettiler. 1990’larda Evren’in 1980 darbesinin eseri olan bölünmüş merkez sağ ve sol zafiyetinden yararlanarak aradan sıyrıldılar. Sıyrılırken büyük Türkiye üzerine bir söylemi diri tuttular. MHP yarışta geri kalsa da, kendi ulus konseptini (geniş Türk aidiyetini) topluma iyi zerk etti ve bu aşı Türk devletinden tuttu. Demokratik sol Bülent Ecevit dahi, 1990’larda Türk dünyası hayalinin etkisine girmişti. Demirelleri ve Özalları saymıyorum bile! Bu durum artan bir Kafkasya ve Orta Asya ilgisini Türk siyasetine yamadı. Böylece Avrasya hülyası adı böyle konmasa bile kuluçkaya yatmış oldu.
1990’lar Batı’dan hayal kırıklığı duyulan bir dönemdi. Avrupa Birliği (AB) Türkiye’ye sırt çevirmiş, eski Doğu Bloku ülkelerine tam üyelik perspektifi sunmuştu. Batı savunmasına ciddi katkı sunmuş olan Ankara, eski komünist düşman kampa Avrupa perspektifi verilirken eski dost Türkiye neden ihmal ediliyordu? Ankara’da kimse 1945-1990 arası 45 yıl boyunca demokratikleşmeyi başaramayan, yarı gelişmiş fakir bir ülke olduğumuzu kavramak istemiyordu. Böylece 1991 Körfez Krizi sonrası Türkiye artan ivmeyle Kafkaslar ve Orta Asya’ya yöneldi. Ancak bir sorun vardı. Bu bölgede Rusya birincil güçtü! Türkî cumhuriyetler denen yeni Sovyet ardılı devletlerde Azeriler dışında kimse Türkiye Türkçesini anlamıyordu. Türkler de onları! Olsun. Biz yine de onlarla yaptığımız pahalı ama zayıf etkili sonuçsuz zirvelerde ortak Pazar hatta ortak para (Türk lirası!) teklif ediyorduk. Bakü-Ceyhan hattı bile ABD’nin yoğun desteğiyle Gürcistan üzerinden gerçekleştiğinde, Türkiye hala en azından Batı kulübünün bir parçası ve ciddi bir NATO müttefiki olarak ABD ve Batı dünyasının desteğini bulabiliyordu. Rusları başka türlü dengeleyemiyorduk. Boris Yeltsin dönemi tarihinin en zayıf dönemini yaşayan Rusya ile bile başa çıkamayan Ankara, sonunda gerçekleri gördü ve havlu attı. Türk birliği 20. yüzyıl başında nasıl hayaldiyse, 21. yüzyıl başında da hayaldi. Rusya’yı kışkırtmak ise çok tehlikeliydi.
2000’li yıllarda AKP’nin iktidarıyla beraber Ortadoğu Orta Asya ve Kafkasya’yı zaten gölgede bıraktı. İslamcılar için oy deposu Ortadoğu’ydu. Böylece Avrasya hayalleri, Rus steplerinden Arap çöllerine doğru kaydı. Büyük Ortadoğu Projesi üzerinden “ılımlı Müslümanlık” ve “Müslüman demokratlar” gibi Batı’ya şirin görünecek projelerde roller üstlenmekten imtina etmeyen AKP, bir Atlantikçi müttefik olma gerçeğini terk etmedi. Oysa 28 Şubatçı asker tabanın bir bölümü Türkiye’deki bu İslamcı yükselişi 1990’ların ortalarından beri tehlikeli olarak değerlendirmiş, Kürt ayrılıkçılığı ile beraber İslamcılığı devletin ana tehdit algısında birincil tehdit olarak kategorize etmişti. Türkiye’nin normalleşmesini ve demokratikleşmesini istemiyorlardı, çünkü bunun Kürtleri Türkiye’den kopartacak bir süreci başlatacağını, İslamcıları ise güçlendirerek Kemalist laik devletin yıkılacağına inanıyorlardı. Bu nedenle Batı’dan uzaklaşmak gerektiğini görüyorlardı. Uzun vadede Batılı silah tedarikçileri yerine yeni küresel silah üreticilerine yönelmek gerektiğini değerlendiriyorlardı. Yanı başımızdaki Rusya, 2000’lerde Putin’le beraber toparlanmış, Batı’ya kafa tutar hale gelmişti. Bu fırsat kaçmamalıydı. AKP’liler bu zihniyetten kurtuluş olmadığını görüyorlardı. Tek ihtimal AB’ye yönelmek ve Kopenhag Kriterlerini benimsemekti. Öyle de yaptılar. Böylece bir demokratikleşme süreci başladı. AB bu sürece yoğun destek ve para verdi. Bu yolla askerin siyasetteki rolü (veto gücü) önemli ölçüde ezildi ve yok edildi. Vesayet yelkenleri sermişti. Artık Erdoğan reisleşebilirdi. Bu ihtimal, 17 Aralıkta yakayı ele verince bir zorunluluk oldu. Hukuk dışına çıkmak durumunda kaldılar. Bunu yaparken ister istemez AB normlarını ve anayasal düzeni terk ettiler. İmdatlarına tasfiye ettikleri askerler yetişti. Fakat Erdoğan’ın Kürtlerle çözüm sürecini ve Batı yönelimli dış ve güvenlik politikalarını kurban etmesini istediler. Erdoğan ve İslamcılar bunu yapmak durumundaydı. Yeni bir Avrasyacı koalisyon doğmuştu!
Böylece Rusya yönelimi başladı. Türk Avrasyacıları, Rusya’nın güdümünde Batı’lı normlardan kurtularak yeni bir Putinist sistem kurmak istemekteydiler. Fakat bu sistemi bir doğrudan askeri müdahaleyle yapmak ciddi riskler barındırıyordu. Erdoğan’ı kendilerine bağlayarak ve onun Türkiye muhafazakâr tabanındaki karizmasından yararlanarak planlarını gerçekleştirebileceklerini düşünüyorlardı. Avrasyacılığın içine Türkçü-İslamcı aromalar katarak onu kitleler tarafından benimsenebilecek bir kılıfa soktular. Sol nasyonalist (ulusalcı) cenahı da gerek ulusalcıların Rusya hayranlığı, gerekse de Cemaat tasfiyesi (“FETÖ” söylemi ve takibatı) ile kendilerine bağladılar. Zaten ulusalcılar Avrasyacı yapıyı kendilerine çok yakın olarak görmekteydi. Hatta aralarında ciddi bir dünya görüşü benzerliği mevcuttu. Ayrıca İslamcı Erdoğan’a Cemaat’i yedirmek şeytanın bile külahını ters giydirecek kadar iyi bir plan gibi görülüyordu. İşte her şey olmuştu. Batı’dan uzaklaşılacak, içeride ne olacaksa olacak, Rusya tipi bir rejim içinde Türkiye kendi yolunda gidecekti.
Böylece mutant bir ideoloji doğdu. Neo-Osmanlıcılık, Pantürkizm, Turan, Panislamizm, Halifelik, anti-emperyalizm, anti-Kürt yönelimi; hepsi birden anti-Batıcılık, NATO ve ABD nefreti, Batı’nın karşısındaki tüm güçlere sempati duyma bağlamında Türkiye toplumunun çok geniş bir tabanını bir yeni rejimde birleştirdi. Bu rejimde güç mücadeleleri olası da olsa, hatta vuku da bulsa, rejimin anti-demokratik ve insan haklarını hiçe sayan ceberut tutumu konusunda herkes mutabıktı. Dahası, “kabuğunu kıran” Türkiye’nin yeniden “büyük devlet” olacağından herkes emindi. Soğan bulamıyorduk, ama olsundu! Bu millet nasılsa fedakârlık yapmaya alışkındı!
(Devamı bir sonraki yazıda)