Yorum | Bülent Keneş
Yıllar önce İran dış politikası üzerine tez yazarken doğal olarak bu ülkenin nev-i şahsına münhasır iç siyaseti, siyasi mekanizmaları ve karar alma süreçleri üzerine de kafa yormuş, bir miktar da kalem oynatmıştım. Teokrasi desen tam teokrasi olmayan, demokrasi desen hiç demokrasi olmayan, teokratik oligarşi desen tam olarak ona da uymayan İran rejimi, kuruluşundan bu yana kendince bir demokrasi şovu yapmaktan hiç geri durmadı.
Üstelik bu haliyle bile İran, o zamanlar için Türkiye ve İsrail’den sonra Ortadoğu’da demokrasiye en yakın rejim olarak görülüyordu. Meseleye demokrasi perspektifinden yaklaşıldığında İran gibi kural ve kurumların demokrasiden bi-nasip olduğu bir rejime demokrasi diyebilmek için insanın herhalde aklını ve vicdanını peynir ekmekle yemiş olması gerekiyordu. O zamanlar, uzun uzun düşünürdüm: Yahu despotik İran molla rejimine bile illa “demokrasi” diyeceksek, bu demokrasi acaba ne menem bir demokrasidir?
Şükürler olsun ki, yüzbinlerce insanın kanı ve cesetleri üzerinde yükselen bu rejimin demokratik karakterini(!) en iyi tanımlayacak kavramı bulmam gecikmemişti. Ama fokusu İran iç siyaseti olmayan bir doktora tezinde bu kavramsallaştırmayı kullanmamın doğru olup olmayacağına bir türlü karar verememiştim. Hayat işte. Kime niyet, kime kısmet. O zamanlar aklımın ucundan bile geçmezdi ama meğer nasip Türkiye’ye imiş.
‘LİBERAL DEMOKRASİ’ OLUYOR DA ‘MEŞRUTİ DEMOKRASİ’ NEDEN OLMASIN!
Tam 40 yıldır baskı ve zulümle abad olmaya çabalayan İran’daki molla despotizmi gibi, uyguladığı benzer yöntemlerle abad olacağını sanan İslamofaşist Erdoğan rejimine de, sırf insanların önüne koyduğu hileli-hurdalı kıytırık seçim sandığından dolayı illa demokrasi diyeceksek bu demokrasinin olsa olsa ancak bir “meşruti demokrasi” olabileceğini söylememiz gerekiyor.
Durun hele. Hemen öyle şaşırmayın. Doğrudan demokrasi, temsili demokrasi, liberal demokrasi, sosyal demokrasi vs oluyor da “meşruti demokrasi” neden olmasın! Hem madem meşruti monarşiyi, meşruti krallığı yadırgamıyoruz, “meşruti demokrasi’yi neden yadırgayacakmışız. Herhangi bir kavram kargaşasına yol açmamak için hem “meşruti” hem de “demokrasi” kavramlarının ne anlama geldiğine ve bu kavramların ne zaman, nerede ve hangi niyetle neşet ettiğine biraz daha yakından bakalım.
Avrupa’da doğan ve neredeyse 100 yıllık bir gecikmeyle Osmanlı kıyılarına ancak 1876’da vuran “meşrutiyet”in ne olduğunu şöyle bir hatırlamakta fayda var. Meşrutiyet, bilindiği üzere, hükümdar yani kral, sultan, padişah ya da şah tarafından yönetilen bir ülkede, başbakanın liderliğindeki bir hükümetin ve yasaları yapan seçilmiş bir parlamentonun bulunduğu yönetim biçimidir.
Meşruti rejimlerde, (İngiltere istisna) mutlaka yazılı bir anayasa bulunması şarttır. Neticede, “meşrutiyet” kavramı da zaten bu ‘şart’tan ismini almaktadır. O şartı ya da şartları belirleyen ise, o güne kadar sınırsız/sorumsuz yetkiler kullanan hükümdarın yetki ve görevlerini sınırlayan, sorumluluklarını tanımlayan yazılı bir anayasadır. Anayasa, bu tarz rejime ismini veren şartların (meşrut: şart koşulan) toplu halde yazıldığı bir metindir. Anayasa, kurala bağladığı diğer bazı koşulların yanısıra, hükümdarın yetki ve sorumluluklarını da sınırlayarak şarta bağladığı içindir ki rejimin adına ‘meşrutiyet’ denilmiştir.
DEVLET İLLA Kİ GEREKİYORSA, EN AZI EN İYİSİDİR…
Öte yandan, uygun ortamı yakaladıklarında/oluşturduklarında ya da fırsatını bulduklarında yırtık dondan çıkar gibi aniden çıkıveren tiranlardan, despotlardan, diktatörlerden, krallardan, kayzerlerden, sultanlardan, şahlardan, padişahlardan illallah etmiş kitleler, tarih boyunca hep kendi özgür iradelerinin belirlediği bir yönetim şeklinin arayışında olmuşlardır. Mesela, bu konuya binlerce yıl önce kafa yoran kadim Çin’in eski filozofları, kimsenin kimseyi yönetmediği, yani insanların birbirlerine hükmetmediği bir düzenin insan tabiatına ve onuruna en yakışır sistem olduğunu savunmuşlardır.
Bununla birlikte anarşinin açmazlarının farkında oldukları için de, illa bir yönetim sistemi gerekiyorsa, bu yönetimin alabildiğine küçük ve yerelleşmiş olması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Neticede, kurulacak ülkelerin ve üzerindeki devletlerin büyüklüğünün, bunlardan birisinde havlayacak bir köpeğin çevredeki tüm devletçiklerde duyulabileceği kadar olması gerektiğini önermişlerdir. Binlerce yıl sonra gelen özgürlükçü düşünürler ise, ister liberteryanlar gibi sağdan, ister komunistler gibi soldan yol alsınlar, hep aynı ütopyanın peşine düşmüşlerdir. Mesela, ne Marx’ın komunizminin ne de Lenin’in ‘proleterya diktatörlüğü’nün nihai amacı emeği merkeze koyup emekçilere dayanan bir despotluk kurmak olmamıştır. Her ikisinin de ütopyası, tıpkı Çinli kadim düşünürler gibi, sınıfsız bir topluma ve hiyerarşisiz bir siyasal düzene ulaşmaktı. John Lock ya da Jean-Jacques Rousseau’nun bu konudaki düşüncelerine girmeyelim bile.
Demokrasinin felsefik babaları olarak bilinen eski Yunan filozofları da, hem bir düzen ve güvenlik hem de bireyin Allah vergisi hak ve özgürlüklerini maksimum seviyede kullanabileceği bir sistemin arayışına girdiklerinde, vardıkları yer Çinli düşünürlerinkinden çok farklı olmamıştı. Ama, Yunan filozoflar, insan tabiatına ve onuruna en fazla yaraşan böyle bir sistemde güvenlik ve düzen ihtiyaçlarının giderilmesinin mümkün olamayacağını görecek kadar da realistlerdi. Bu yüzden, halkın kendi kendisini doğrudan ya da temsili olarak yönetmesi anlamında “demokrasi”de mutabık kaldıklarında bile, yüzlerce yıl sonra gelecek ve “Demokrasi, geriye kalanlar hariç en kötü yönetim şeklidir,” diyecek olan Winston Churchill’le aşağı yukarı aynı fikirdeydiler.
DEMOKRASİ: GERİYE KALANLAR HARİÇ EN KÖTÜ YÖNETİM ŞEKLİ
“Geriye kalanlar hariç en kötü yönetim şekli” olan olağan demokrasilerde vaziyet böyleyken, “meşruti demokrasi”lerde durumun ne olduğunu anlayabilmemiz için elimizde İran gibi 40 yıllık, İslamofaşist Erdoğan rejimi gibi birkaç yıllık örnekler var artık. Bilenlerin affına sığınıp, bilmeyenler için öncelikle İran molla rejiminde “meşruti demokrasi”nin nasıl işlediğine dair kısa bir izahatta bulunmaya çalışayım.
Teokratik özellikli bir “meşruti demokrasi” olan İran rejimi, 1979 Devrimi sonrasında uygulamaya sokulan teokratik bir anayasaya dayanmaktadır. Anayasaya göre, tüm sivil, cezai, finansal, ekonomik, idari, kültürel, askeri, siyasi ve diğer tüm yasa ve düzenlemeler ‘İslami kriterler’e uygun olmalıdır.” Tabii, burada kastedilen ‘kriterlere uygunluk’ dümendeki mollaların dini kriter diye neyi nasıl yorumladıklarından ibarettir.
İran anayasası, aynı zamanda halkın seçme ve seçilme hakkını da sınırlandırmaktadır. Cumhurbaşkanlığı’ndan milletvekillerine ve belediye başkanlarına varıncaya kadar pek çok konum güya halk tarafından seçilse de, herhangi bir adayın sadece halkın iradesi ve iradi tercihiyle bulunduğu yere gelmesi mümkün değildir. Kaldı ki, Cumhurbaşkanı’nın bile üzerinde halkın oylarıyla gelip gitmeyen bir ‘dini/ruhani lider’ vardır.
Peygamberler gibi ‘ismet’ vasfına haiz olduğu savunulan ve “velayet-i fakih” olarak görülen ‘dini lider,’ dünyanın ve insanlığın egemenliğinin kendisine ait olduğuna inanılan Allah’ın dünyadaki temsilcisidir. Bu yüzden, halkın beklenti ve talepleri ne olursa olsun son sözü her zaman ‘dini lider’ söyler. Dini liderin, bugün bu pozisyondaki Ali Hamaney gibi, konumun şartı olan Ayetullahlığa bir gecede yükseltilmesi ise basit bir ayrıntıdan ibarettir. Neticede o artık ismet sahibidir, kararlarında halka ya da hiçbir merciye karşı sorumlu değildir. Sorumluluğu sadece Allah’adır(!). Kitleler için ise kendisi bir merce-i taklittir. Merce-i taklit, taklit edilmesi gereken en yüksek seviyedeki Şii din adamı demektir. İşte bu ‘dini lider’, yasama, yürütme, yargı ve hukukun üstündedir. Güya halkın seçtiği 86 kişilik Uzmanlar Konseyi tarafından seçilir ama görevine son verecek herhangi bir mekanizma da bulunmaz.
VEKİLİM DİYE SEVİNME, CUMHURBAŞKANIYIM DİYE ÖVÜNME!
‘Dini lider’in ardından yürütmede en yetkili kişi Cumhurbaşkanı’dır. İran Anayasası, “Cumhurbaşkanı halka, Lider’e ve Meclis’e karşı sorumludur,” der. İran Cumhurbaşkanı’nın yetkileri demokratik ülkelerin cumhurbaşkanlarına nazaran azdır. Bunun temel nedeni, gerçek iktidar sahibinin ‘dini lider’ olmasıdır. Güya seçilmiş cumhurbaşkanı, görevine başlamak için bile ‘dini lider’in onayını almaya mecburdur. Yine ‘dini lider’in kararıyla görevine kolayca son verilebilir.
Bunlara rağmen, normal şartlarda nitelikleri fevkalade uygun olsa da herhangi bir insan doğrudan cumhurbaşkanlığına aday olamaz. Seçimlere girmeden önce ‘liyakat’ bakımından Anayasayı Koruma Konseyi’nin onayını almak zorundadır. Bu konsey aslında adayların liyakatinden ziyade başka kriterlere önem verir. İki dönem meclis başkanlığı, iki dönem cumhurbaşkanlığı, uzun süre Danışma Konseyi Başkanlığı yapmış olmasına rağmen, bir önceki seçimlerde cumhurbaşkanlığı adaylığına layık görülmeyen Rafsancani örneğinde olduğu gibi, kriterler aynı kişiye bile farklı dönemlerde farklı uygulanabilir. Adayın ne kadar dindar olduğu, ailesinde din adamlarının olup olmadığı, rejime ve ‘dini lider’e bağlılık derecesi vb. hususlar, adayların belirlenmesinde liyakatten daha önemlidir.
Anayasa ve ‘dini lider’ ile birlikte Anayasayı Koruma Konseyi, İran’daki ucube sisteme illa demokrasi diyeceksek, bu demokrasinin ancak bir “meşruti demokrasi” olabileceğinin en önemli yapı taşıdır. Bu Konsey’in onayını alamayan bir adayın herhangi bir konuma seçilme şansı olamaz. Dahası Konseyi aşıp da aday olabilen bir kişinin seçilmesiyle mecburi süreçler de hemen sona ermez. Mesela, yukarıda değinildiği gibi, halk tarafından seçilmiş bir Cumhurbaşkanı, görevine başlamadan önce ‘dini lider’in onayını almak zorundadır. ‘Dini lider’in onaylamayacağı bir adayın bu aşamaya gelmesi zaten mümkün olmadığı için aslında burada bir risk yoktur.
MİLLİ İRADENİN ÖNÜNDE BARAJ ÜSTÜNE BARAJ…
Anayasayı Koruma Konseyi, İran’daki diğer belli başlı konseyler olan Uzmanlar Konseyi ve Danışma Konseyi’nden daha güçlüdür. Konsey’in 12 üyesinden 6’sını ‘dini lider’, 6 üyesini Meclis belirler. Anayasayı Koruma Konseyi’nin mevcut başkanı Ayetullah Ahmed Cenneti, bu görevi 1988’den beri yürütmektedir. Başta kadınlar olmak üzere, yüzlerce cumhurbaşkanı adayının, onbinlerce vekil adayının reddedilmesinde radikal bir molla olan Cenneti’nin doğrudan rolü olduğu bilinmektedir.
Anayasayı Koruma Konseyi’nin kurduğu baraj sadece adaylık süreçlerinde işlemez. Meclis’ten geçen kanunların uygun olup olmadığına da karar verir. Dolayısıyla bir kanunun yürürlüğe girmesi için Konsey’in onayını alması gerekir. Konsey’in anayasaya dayanarak veya keyfi bir şekilde onaylamadığı bir yasa, isterse Meclis’te oy birliliğiyle kabul edilmiş olsun, yürürlüğe asla giremez. Bu durum, Anayasayı Koruma Konseyi tarafından seçilmiş adaylar arasından halkın seçtiği güya milletvekillerince oluşturulmuş İran Meclis’inin (İslami Şura Meclisi) sistem içerisindeki yerini de ele vermektedir.
İran tarzı milli irade(!) işte böyle tezahür etmektedir. ‘Teokratik demokrasi’ diye geçinen despotik İran molla rejimine, bizim “meşruti demokrasi” dememize neden olan birçok kurumu ve konseyi daha bulunmaktadır. Ama yazının hacmi bunları tek tek ele almaya imkan vermemektedir.
Peki biz bu konuya neden girdik? Malumunuz, tüm diktatörler gibi, İslamofaşist bir despot olan Erdoğan da türlü ayak oyunlarıyla Türkiye’de kurguladığı rejimin bir diktatörlük olduğunu red ediyor. Kurduğu despotik düzeni hala “cumhuriyet” ya da “demokrasi” kavramlarıyla izah etmeye yelteniyor. Oysa kurumsal altyapısını 40 yıllık İran molla rejimi kadar oluşturamamış olsa da, Erdoğan’ın demokrasiyle tek alakası olsa olsa demokrasinin katili olması olabilir. Ama tabii ki despot Erdoğan ve haysiyetsiz yardakçıları aynı fikirde değil. Halkın önüne sırf hileli hurdalı bir sandık koydukları için sistemin hala bir demokrasi olduğunda ısrarlılar. Biz de, madem ki bu hilkat garibesin illa demokrasi denilmesini istiyorsunuz gelin “meşruti demokrasi” kavramında anlaşalım diyoruz..
‘SANDIKTAN İSTEMEDİĞİM ÇIKARSA, EL KOYARIM’ DEMOKRASİSİ…
Özgür ve bağımsız medyanın yok edildiği, kıyısından köşesinden hala eleştiride bulunma cüreti gösteren gazeteci ve akademisyenlerin hemen derdest edilip zindanlara atıldığı, Demirtaş örneğinde olduğu gibi rakip adayın bile hapiste tutulmasından utanılmadığı, seçilmiş vekillerin yaka paça içeri tıkıldığı, seçilmiş belediye başkanlarının hapsedilip yerlerine Erdoğan damgalı kayyımların atandığı, hileyle hurdayla Meclis’e doluşturduğu kendi partisinin adayları üzerinde mutlak kontrolünün bulunduğu, MHP, CHP ve son olarak İYİ Parti’de olduğu gibi güya muhalif partileri bile keyfince dizayn edebildiği bir sisteme hala demokrasi diyeceksek, ancak “meşruti demokrasi” diyebiliriz.
Seçime girecek adaylar üzerinde şu ya da bu şekilde belirleyici bir denetim sağlayan Erdoğan rejimi, son yerel seçimlerde HDP’nin ya da kardeş partisi DBP’nin kazandığı, aralarında Diyarbakır ve Van gibi milyonluk şehirlerin de olduğu, 102 belediye başkanlığından 94’ünü, kendi atadığı kayyımlarla yönetiyor. 60’tan fazla Kürt belediye başkanı ile 8 milletvekili ise halen hapiste bulunuyor. Milletvekili seçilme koşullarına fazlasıyla haiz insanlara keyfi bir şekilde engel olabilen Erdoğan rejimi, buna rağmen seçimlere girip de başarılı olma ihtimali bulunan belediye başkanlarını ve Meclis üyelerini yine keyfi bir şekilde görevlerinden alıp hapse tıkabiliyor.
Bugüne kadar yaptıkları yetmemiş gibi, henüz aday gösterme sürecinin bile başlamadığı 2019 Mart’ında yapılacak yerel seçimlerden arzu etmediği bir sonuç çıkması durumunda seçilmiş belediyelere yine el koyacağını şimdiden duyurmaktan Erdoğan ne utanıyor ne de arlanıyor. AKP’nin Kızılcahamam’da yaptığı toplantıda konuşan AKP Başkanı Erdoğan, Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgelerde partisinin en büyük rakibi olan HDP’yi tehdit etmekten çekinmiyor.
“Bu seçimlerde de teröre bulaşmış olanlar, sandıktan çıkacak olurlarsa, öyle bekleyelim şu olsun bu olsun yok. Anında gereğini yapıp kayyım tayinleriyle yolumuza devam edeceğiz,” diyen Erdoğan, yani bir nevi, HDP’nin aday göstermekle, seçimlere hazırlanmakla, kampanya yapmakla uğraşmasının nafile olduğunu söylüyor. Halkın iradesi, yargısal süreçler vs… Onlar da ne?.. Buyrun size ‘demokrasi a la Turca’ ya da ‘meşruti demokrasi.’ Ağa’nın yani Erdoğan’ın keyfi şartına bağlanmış bir demokrasi. Tadından yenmez değil mi?