YORUM | M. NEDİM HAZAR
Belki giriş için fazla karışık olacak ama böyle başlamak durumundayım.
Alfred Adler’in (kendisi Avusturyalı bir doktordu ve Aidiyet duygusu, aile dizilişi gibi çok temel ayrımlardan dolayı Freud ve Viyana çevresinden ayrılmıştı) Nietzscheci (bunu biliyorsunuzdur) güç istemi doktrini veya Freud’un haz istemi yerine Kierkegaard’ın (Danimarkalı bir ilahiyatçıydı ve soyut düşünce yerine somut insan gerçekliğine öncelik vererek varoluşçulukla ilgilenirdi) anlam istemine odaklanan varoluşçu olan analize Logoterapi deniyor.
Logoterapi, ilk olarak nörolog ve psikiyatr Viktor Frankl (Bu isimden daha çok bahsedeceğim) tarafından geliştirilmiş ve bireyin birincil motivasyon gücünün hayatta bir anlam bulmak olduğu fikrine dayanmaktadır .
Frankl bunu Üçüncü Viyana Psikoterapi Okulu ve Freud’un psikanalizi ve Adler’in bireysel psikolojisine dayanarak geliştirmişti ama dediğim gibi sonradan Freud ve o ekiple yollarını ayırdı.
Bir psikiyatr, sinirbilimci ve logoterapinin baş kuramcısı olan Viktor Frankl’ın İnsanın Anlam Arayışı kitabı (Man’s Search for Meaning ya da Almancasıyla Ein Psycolog erlebt das KZ) ) 1946’da yayınlandı. Bu kitap, Frankl’ın durumu ve 2. Dünya Savaşı sırasında Alman toplama kamplarının diğer kurbanları hakkındaki anılarını içeriyordu.
Frankl bu kitabında varoluşçu bir psikolog olarak hayatın en zor koşullarında hayatta anlam aramanın öneminden bahsetmekte ve toplama kamplarına dair anılarını anlatırken psikolojideki (Logoterapi’yi) yeni tavrını açıklamaya çalışmaktaydı.
Özellikle yaşadığımız son süreçler sonrasında şahsen kıymetini çok daha iyi kavradığım kitap 9 milyondan fazla satış rakamına ulaştı. 24 ayrı dilde tam 73 baskı yaparak bütün zamanların en iyi kitapları arasına girdi.
Ünlü filozofun iddiası şuydu: İnsan zihni bilinçsizce deneyimlerinden, bilgilerinden ve düşüncelerinden yola çıkarak anlam üretir. Her insanın hayatının anlamı, dünya görüşüne ve doğal ve sosyal olaylara bakış açısına göre belirlenir.
Viktor Frankl, bu anlamı öncelikle karısında bulmuştu. Nitekim kitabın ilk bölümü Nazi kamplarındaki hatıralara dayanırken, ikinci bölümde hayatlarının anlamını kaybettiğini düşünen insanlara adeta bir yol haritası çiziyor.
Bu kadar malumatı niye verdim peki?
Sevgili meslektaşım Ahmet Dönmez’in son videosunu (Video şurada) izleyince aklıma gelenleri yazmaz isem hem vicdanıma, hem de aklıma saygısızlık yapabileceğimi düşündüğüm için.
Daha önce sevgili Dönmez ile ilgili şöyle bir yazı kaleme almıştım. (Yazı şurada)
Elbette niyetim ne meslektaşımı gömmek ne de boş iltifatta bulunmaktı.
Hakikate karşı duyduğum halisane duruşun gereğiydi.
Bu vesile ile kanaatlerimi tekrar etmek isterim.
Ahmet Dönmez bir gazetecidir.
Dürüst, vicdanlı ve ciddi bir gazetecidir.
Bugüne kadar yaptığı tüm yayınları takip eder, her fırsatta çevreme takdirlerimi hep iletmişimdir.
Kendisini bu kadar takdir ediyor olmam eleştirmiyorum anlamına gelmez elbette.
Ki bahsi geçen yazıda belirttiğim gibi bazı konularda mesleğin şehvetine kapılıp, bazı mevzuları uzattıkça uzattığını, işin özünden uzaklaştığını filan düşünüyorum.
Sevgili meslektaşım sondan bir önce bana göre biraz fazlasıyla “cemaat magazini”ne kaçan bir video yayınladı. (Video şurada)
Açıkçası hiç bilmediğim, anlamadığım meselelerde enteresan şeyler anlatıyordu bu videoda.
Nitekim söylediklerine verilen cevaplar ve yorumları da okudum sosyal medyadan. Söz gelimi mesleğe başladığım zamanlar amirim olan Halit Esendir, bahsi geçen “tepe yönetimi”nin Dönmez tarafından yanlış algılandığını, olsa olsa bir “sekreterya” olabileceğini ileri sürüyordu.
Derdim, öyledir ya da değildir değil elbette.
Ve açıkçası bu tartışmaların (Kimi zaman dozunu aşıp magazin alanına girdiğini düşünsem de) faydasına inananlardanım.
Mesele bu konuda, yine ilgiyle takip ettiğim başka bir değerli isim, İsmail Sezgin’in değerlendirmesini de dinledim. (O da şurada)
Bana göre çok daha makul, dengeli ve hakkaniyetli geldi ama ben ölçü değilim elbette.
Kimisine Dönmez’in tarzı ve söyledikleri, kimisine de Sezgin üslubu ve anlattıkları daha yakın gelebilir.
Bunlar son derece doğal.
Ve içinde bulunduğumuz mübarek ayı şahit göstererek tekrar ediyorum;
Ahmet Dönmez’in bir gazeteci, hem de en iyilerinden olduğuna şehadet ederim.
Çektiği son video, biraz önce bahsini ettiğim gibi, değişik referanslar ve alıntılar ile biraz farklı geldi bana.
Belki yapmıştır da ben görmemişimdir ama ilk kez Dönmez’in bu kadar üstenci bir tavırla, haber değil nasihat veren bir konumda video çektiğini görmüş oldum.
Viktor Frankl’dan, Hannah Arendt’ten örnekler vererek cemaat bireylerine sanki şunu yapmak istiyor gibi geldi bana:
“Geçmişte çok güzel işler yapmış olabilirsiniz, ama şimdi kendinizi eleştirin, yaşlı olanlarınız köşesine çekilsin, siz de gözlerinizi açın, sizi kurtarmak için çabalıyorum!”
Açıkçası müthiş bir had aşımı ve gazetecilik sınırının epey dışında bir konum bu.
Ve daha fenası, bu retorik AKP ve siyasal İslamcı illetin 17-25’ten beri cemaatin tabanı için kullandığı bir söylemin retoriği.
Tekrar ediyorum:
Elbette Ahmet Dönmez’in gazeteciliğini takdir ediyor ve destekliyorum.
Anlattıklarının bazılarına katılıyor, bazılarını saçma bulsam da saygı duyuyor, bazılarını ise magazin gazeteciliği sınırlarında buluyorum. Hani bir zamanlar “Meraba Televole” furyası vardı, darbe girişimi sonrasında bazı gazetecilerin “Meraba Cemaat” konseptinin reyting, yani iyi tıklama getirdiğini görmesi onlara böyle bir alan açtı.
Dönmez’in zaman zaman böylesi bir vartaya düşebileceğini ihtimal dışı görmemekle beraber, kimilerinin iddia ettiği gibi, “Sarayın adamı, MİT’in adamı” gibi yakıştırmaları, haksız, insafsız ve yanlış buluyorum.
Dediğim gibi, son videosunda gazetecilik değil başka bir şey yaptığının belki de farkında değil.
Her mesleğin şehveti vardır.
Gazeteciliğin de.
Bazen öyle bir noktaya çeker ki sizi, kendinizi bir anda herkesin ve her şeyin üzerinde tutup, millete akıl fikir vermeye başlarsınız.
Ahmet Dönmez, bilmem farkında mı ama son videosunda bunu yapıyor açıkça.
Üstelik eleştirdiği şeyi yapıyor.
Neydi onun cemaatle ilgili yayınlarının ana fikri?
Cemaatin üst yönetimi ve hatta bizzat Fethullah Gülen geçmişte iyi şeyler yapmış olsa da, son süreçte çok hatalılar ve hala bu hatadan dönmüyorlar. Cemaat tabanını saf (Aslında aptal demek istiyor bile olabilir) yerine koyuyorlar.
İşte şimdi bu durumu analiz ve yorumla yapmayı bir adım daha ilerletip, yüksekçe bir yere çıkıp şöyle diyor:
“Muhterem masum taban, tavanınız mülevves hale geldi, şimdi böyle dımdızlak kaldınız, çoğunuz apışmış durumdasınız. Bense sizi uyandırıyorum. Hatta ruh halinizi çok iyi bildiğimi yukarıdaki uzman alıntılarıyla size ispat da ediyorum. E siz de uyanın artık bilader!”
Şüphesiz vülgarize ederek yazıyorum.
Ama emin olun durum bundan çok farklı değil.
Aslında şöyle bir durum var.
Artık eziklik psikolojisinden midir nedir bilmem, bir azınlığın, sosyal grubun, şeytanlaştırılması, ötekileştirilmesinden sonra grubun kendini meşrulaştırabilmek adına içindeki bazı isimlerin bireysel çıkışlarla “bakın ben onlar gibi değilim” diyerek ense okşanmasına ihtiyaç duyması yeni görülmüş bir refleks değildir.
Dönmez böyle yapıyor demiyorum ha, sakın yanlış anlaşılmasın.
Ama mahalle dışından birilerinin takdirini kazanmak da bazen insanı çok enteresan pozisyonlara itebiliyor.
Pek çok örnek sayabilirim.
Ya da…
Dedikleriniz birilerinin hoşuna gidip, (çünkü onların hissiyatına tercüman olduğunuza inanıyorlar) size desteklerini maddi-manevi vererek, ensenizi okşayıp “Hadi aslanım, yürü kim tutar seni!” diyebiliyorlar.
Bunlar anlaşılabilir şeyler.
Bakın doğru ya da saygıya değer, demiyorum.
Anlaşılabilir.
Ve fakat…
Eleştirdiğiniz şeyi yapmak ve bunu yaparken yaptığınızı düşündüğünüz şeyden başka bir şeye dönüşmek de bir dram olsa gerek.
Anlaşılmadı mı?
Ne yani şimdi size Kafka’dan başlayıp, birkaç alıntı ile ispata mı kalkayım.
Anlayan anlasın yeter.
Muhabbetle.