YORUM | BEKİR SALİM
Fikret Âdil “Asmalımescit 74” adlı kitabında Necip Fâzıl’la ilgili bir hatırasından bahseder. Aynı olaya Necip Fâzıl da yer veriyor “Bâbıâli”sinde… Bir öğle yemeği vakti ikisi bir aradalar; aç bîilâç… Ama her zamanki gibi beş parasızlar… Kahvede aç karna çaya ve sigaraya zoru vererek o dönem Peyami Safa’nın yönetiminde yayınlanan Cumhuriyet’in edebiyat sayfasına yazı yazmaya çalışıyorlar. Necip Fâzıl “Açlık” diye bir başlık atmış ve gene paragraf paragraf koşturuyor. Az sonra Fikret Âdil’in bir arkadaşı kahvehaneye geliyor ve her nedense para bırakıyor. Havada bulup tavada yemeye alışmış sanatkâr taifesine mensup bu iki kafadar, üç dakika evvelki fukara hâletinden sıyrılıp karın gurultuları eşliğinde en lüks lokantalardan sayılan Amerikan Lokantası’nın yolunu tutuyorlar. Gelen yemekleri büyük bir iştahla yedikten sonra yarım kalan yazıya dönüyorlar, ama nafile…
Necip Fâzıl, Fikret Âdil’e yemek ısmarladığı için kendi üslubunca teşekkür ediyor:
“Kahretsin Fikret! Yazıma engel oldun. Karnım doyunca açlık duygularım kayboldu; yazamıyorum!”
Ben de iki hafta evvel “Kış Kampları ve Muhabbet-1” diye bir yazı yazmıştım ama geçen hafta ikincisine, bu hafta üçüncüsüne devam etmem gerekirken bir türlü yazamadım; yazamıyorum. O nur sağnağı içinde, o duygu atmosferinde keşke uzun uzun yazıp bölerek paylaşsaydım. Gündemin boğuculuğuna yeniden teslim olunca o sihirli ortamla ilgili yeni şeyler ortaya koyamadım. Aslında yazardım bir şeyler ama samimi olmazdı. Hissetmeden yazmak bana çok ağır geliyor…
Neyse… Bu itizâr mahiyetindeki mukaddimeden sonra yazımın asıl konusuna döneyim:
Mehmet Ali Birand…
17 Ocak 2013 tarihinde aramızdan ayrılmıştı. Perşembe günü altıncı yıldönümüydü. Allah gani gani rahmet eylesin.
Çocukluğumdan beri takip ederdim ve hakikatte gizli bir hayranıydım. Ama aklımın bir köşesinde, tamamıyla önyargılarımla çerçevelediğim, “Yahu bu adam top sakallı ve dünyada girip çıkmadığı bir yer, röportaj yapmadığı büyük devlet adamı yok… Var bunda bir gariplik…” şeklinde Picasso tablolarını andırır bir Birand resmi hep yerini korudu…
Yıllar yıllar sonra bir Türkçe Olimpiyatları sırasında uzatılan mikrofona benzer duygularla;
“Hizmet Hareketi ile ilgili şu ana kadar kafamın bir yerinde hep ‘acabalar’ vardı. Fakat, şu an içinde bulunduğum yerden seyrettiğim tablo bütün kaygılarımı aldı götürdü. Bu işte samimiyet var, emek var, güzellikler var.” tarzında çok içten ifadelerle takdirlerini ortaya koymuştu.
Gerçek bir gazeteciydi. Dünya çapında gelmiş geçmiş en büyük gazetecilerden biri desek sanırım kimse itiraz etmez. Akla zarar tahlilleri, öngörüleri vardı. Son dönemlerinde “Hizmet Hareketi” ile ilgili sorulan sorulara verdiği cevaplar ve hele yazdığı bir yazı beni şimdilerde hayretten hayrete düşürüyor. “Olduğunuzdan çok daha güçlü ve cesâmetli görünüyorsunuz. Bu sizin için çok kötü bir şey. Üzerinize geleceklerdir. Yaptıkları bütün kötü şeyleri sizin üstünüze yıkacaklar…” cümlesiyle özetleyebileceğim bu yazıyı ilk okuduğumda, itiraf edeyim;
“Hadi canım! Daha neler!” deyip biraz dudak bükmüştüm.
Eminim, yediden yetmişe hiç birimizin aklına böyle şeylerin yaşanacağı gelmemiştir.
Bu ne çeşit bir öngörüdür! Hâlâ hayretteyim…
Gazetecilik anlamında çok iyi çıraklar yetiştirdi. Vakıa, bir çoğu “iyi” kalmayı başaramadılar; ustalarına layık olamadılar.
Benim yolum iki kere kesişti bu büyük ustayla:
Kara Harp okulunda öğrenciydim. Birand o sıralar Milliyet Gazetesinde çalışıyordu ve “Emret Komutanım” diye askeri öğrencileri enine boyuna incelediği bir kitap hazırlıyordu. Bu bağlamda, bir hafta kadar Harp Okulunda misafir olmuştu. Güya öğrencileri yazacak ama, sanki, çok da fazla öğrencilerle haşir neşir olmasına fırsat verilmiyordu. Bunu şuradan anladım:
Bir gün Tabur Komutanım beni çağırdı:
“Evlâdım, bugün öğle yemeğinde Mehmet Ali Birand’ın masasında sen olacaksın. Bu gazeteciler çok kurt olurlar; seni konuşturup bizi zor duruma sokacak şeyler yazabilir. Ben sanat yeteneklerini, konuşma kaabiliyetini dikkate alarak seni uygun gördüm. Aman dikkat et!”
Ben de, sanırsın, devletin bütün gizli bilgilerine vakıfmışım gibi, önemli bir göreve layık görülmenin verdiği mutluluk gözyaşları eşliğinde:
“Merak etmeyin Komutanım, ser verip sır vermem!” demiştim. Şu an bile gülüyorum…
Yemek yiyoruz; Bıçak sağ elde, çatal solda, lokmalar küçük, dudağa değmeden ağza götürülüyor… Rahmetli Şair dostum Rasim Köroğlu’nun “Sosyete Sofrası” şiirinde dediği gibi:
“Bıçaklar sağ ele, çatallar sola,
İcat edenlerin gözü kör ola,
Her lokmadan sonra on dakka mola,
Kimsenin işi yok burda hız ile…”
Bir yandan da, hep ben soruyorum, o cevap veriyor. Konuyu sanata getiriyorum ki, hem sohbetin galibi ben olayım, hem de soru sormaya imkân bulamasın; hani sır vermeyeceğim ya!
Bir boşluk yakaladı ve sordu:
“Harbiyeli, idealin, hedefin ne? Yani ilerde ne olmak istiyorsun?”
Hiç düşünmeden cevabı yapıştırdım:
“Cumhurbaşkanı…”
O anda, onun kafasında, ertesi günkü manşetin şimşeği çakmış ve yüzüne de ince bir tebessüm olarak yansımıştı:
“Harbiyelide hedef Cumhurbaşkanılığı …”
Yazının detaylarında, “Harbiyelinin nihai hedefinin normalde Genelkurmay Başkanlığı olması gerekirken, darbeci bir mantıkla Cumhurbaşkanlığı düşleri kurucak bir anlayışla yetiştirildiği…” şeklinde, tam hatırlamıyorum, çok değişik yorumlar vardı.
Öldüyse Allah rahmet etsin, yaşıyorsa selâmet versin; Okul Komutanımız Fikret Küpeli Paşa, Tabur komutanımla birlikte beni yanına çağırmış. Normalde Okul Komutanını, bir harbiyeli rüyasında sıkça görse de, gerçekte senede ancak bir kaç kere, o da uzaktan görür. Komutan, beni müsamerelerden ve yaptığım yağlıboya tablosundan dolayı tanıyordu, ama, o kadar… Önce tabur komutanına çok sert şeyler söyledi. Sonra bana dönüp, “Yahu biz de seni bir şey zannedip adamın karşısına oturttuk. Bizi ne hâle düşürdün…” gibi bir şeyler dedi.
Ben nefesimi bile tutuyordum karşısında ama, nasılsa bir cesaret geldi:
“Komutanım müsaade ederseniz bir şey arz edebilir miyim?”
Tabur Komutanı o anda az kalsın yere yığılıyordu… Esmerce bir zâttı, oldu bembeyaz…
Küpeli Paşa,
“Söyle!” dedi.
“Komutanım ben Genelkurmay Başkanlığından emekli olduktan sonra, her vatandaş gibi hakkım değil mi Cumhurbaşkanı olmak?”
Biraz durdu, önce yüzündeki ifade daha da sertleşir gibi oldu, sonra bastı kahkahayı…
“Haklısın be oğlum. Hepimizin en tabii hakkı bu…” dedi ve bizi güler yüzüyle uğurladı…
……
Yoruldum…
İkinci karşılaşmayı haftaya anlatayım inşallah…