DR. YÜKSEL NİZAMOĞLU | YORUM
Milli şair ya da İslam şairi olarak bilinen Mehmet Akif, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Almanya’ya bir seyahat yapmış ve bazı gözlemlerde bulunmuştu.
Bu seyahatin İttihat ve Terakki Hükümeti’nin isteğiyle Teşkilat-ı Mahsusa tarafından organize edildiği anlaşılmaktadır. Ancak Akif’in bu seyahati ona eşlik eden Şeyh Salih Tunusî’yle karşılaştırıldığında Almanya’da çok az iz bırakmıştır.
“İttihatçı” Mehmet Akif
Padişah II. Abdülhamit’e muhalefet eden devrin birçok İslamcı aydını İttihat ve Terakki (İTC) ile yakınlaşma ihtiyacı hissetmişti. Mesela Manastırlı İsmail Hakkı Ayasofya’daki bir vaazında “O cemiyet yok mu? Öyle muhterem, mukaddes bir cemiyettir ki kıyamete kadar payidar olsun” demişti.
Dolayısıyla Abdülhamit devrini “istibdat” olarak gören Akif’in İTC ile bağının olması normaldir. Nitekim o, Abdülhamit devri için şunu yazacaktır:
“Yıkıldın gittin amma ey mülevves devr-i istibdad
Bıraktın milletin kalbinde çıkmaz bir mülevves yad”
Akif “gizli cemiyet” döneminde İttihat ve Terakki ile ilişki kursa da cemiyete üyeliğinin II. Meşrutiyetin ilanı sonrasında gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Onun üyeliği için aracı olan kişi ise çok değer verdiği dostu Fatin Hoca’dır (Gökmen).
Yakın dostu Eşref Edip’in anlatımına göre Cemiyete üye olmak için gereken yemin metnini okuyan Akif, metindeki “cemiyetin emirlerine bila kayd-ı şart uyulması” kısmına karşı çıkarak sadece kendisinin onayladığı emirlere itaat edeceğini belirtmiş ve üyeliği bu şartla kabul etmiştir.
Üye olduktan sonra İTC’nin Şehzadebaşı kulübünde Arapça dersleri vermiş, tercüme usulündeki başarısı nedeniyle bu dersler büyük bir ilgiyle takip edilmiştir. Ahmet Hamdi Akseki, bu dersleri iki yüzden fazla kişinin takip ettiğini belirtir.
Akif’in başyazarı olduğu, önce Sırat-ı Müstakim sonra da Sebilürreşad adıyla yayınlanan mecmua da İttihat ve Terakki’ye yakındır. Ancak bir süre sonra Türkçü yazarlar Türk Yurdu’nda yazmaya başlayacak ve Sebilürreşad “İslamcı” bir yayın organı olarak yoluna devam edecektir.
Bir taraftan Batı hayranlarını diğer taraftan softa ve yobazları tenkit eden Mehmet Akif üyesi olduğu İTC’yi de eleştirmekten geri durmamıştır. Özellikle Balkan Harbi sonrasında “Türkçülük” politikasına karşı çıkmış, İttihatçı subayların siyasetle bütünleşmelerine tepki göstermiştir.
Bu durum Akif’in Darülfünun Edebiyat Şubesi’ndeki Edebiyat-ı Osmaniye muallimliği görevinden çıkarılmasına ve dergisinin kâğıt desteği alamamasına neden olacaktır. Hatta İTC hükümetleri Sebilürreşad’ı birisinde de yirmi ay olmak üzere birkaç defa kapatmışlardır.
Akif’in de Bediüzzaman Said Nursi gibi cemiyet içinde “dindarlığıyla bilinen” Enver Paşa kanadına yakın olduğu tahmin edilebilir. Hiçbir zaman İTC’nin aktif bir üyesi olmayan Akif’in Almanya seyahati de İttihatçıların 1913’te Harbiye Nezareti bünyesinde kurduğu resmi adı Umur-ı Şarkıyye Dairesi’nin, daha çok bilinen adıyla Teşkilat-ı Mahsusa’nın isteğiyle gerçekleşmiştir.
Akif Almanya’da
Mehmet Akif’in Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girişinden kısa bir süre sonra Almanya’ya gittiği görülmektedir. Bu seyahat 1914 yılı kasımının ikinci yarısında ya da aralık başında başlamış ve üç ay sürmüştür.
Akif’in gidişi Sebilürreşad’da yer almamışsa da dönüşüyle ilgili olarak 18 Mart 1915 tarihli sayıda “Baş muharririmiz Mehmed Akif Beyefendi ile fazıl-ı muhterem Şeyh Salih el-şerif el-Tunusî Hazretleri Almanya’dan avdet buyurmuşlardır” şeklinde bilgi verilmiştir.
Seyahatin gerekçesi, Almanların Osmanlı yönetiminden esir aldıkları Müslüman askerlere propaganda amaçlı olarak heyet talep etmesiydi. Müslüman esirleri diğerlerinden ayıran Almanlar; onları ayrı kamplara koymuşlar, cami ve okullar inşa etmişlerdi.
Osmanlı heyetleri esir kamplarını ziyaret ederek halifenin onların yanında olduğunu göstereceklerdi. Bu ziyaretin diğer amacı da Almanya’nın da isteğiyle propaganda faaliyetleriyle İngiliz ve Fransız sömürgelerinde yaşayan Müslüman toplulukların isyan etmesini sağlamaktı. Bu faaliyetler de Teşkilat-ı Mahsusa tarafından organize edilmekteydi.
Bu çerçevede Almanya’ya gönderilenler arasında Abdülaziz Çaviş, Abdürrahim Reşid, Halim Sabit ve Alimcan İdris gibi kişiler de yer almıştır. Ancak ilk gidenlerin Şeyh Salih’le M. Akif olduğu anlaşılmaktadır.
Akif’in gidiş nedeni olarak Alman Şark İstihbarat Birimi tarafından Müslüman esirlere yönelik olarak yayınlanan El-Cihad gazetesinin Türkçe redaksiyonunu yapmak da gösterilmiştir. Tunusî ve Akif, Berlin’e Alman Dışişleri Bakanlığı’ndan Karl Emil Schabinger von Schwingen tarafından götürülmüştür.
Bu seyahatin Alman gazetelerine de yansıdığı hatta Akif’in yaptığı bazı konuşmaların kaydedildiği belirtilmektedir. Ancak Alman Arşivleri ve gazeteleri üzerinden Kadir Kon tarafından bir incelemeye göre Alman belgelerinde daha çok Salih Tunusi’nin ismi yer almakta, Akif’in ismi ancak birkaç yerde geçmektedir. Osmanlı Arşivleri’nde de Akif’in Almanya seyahatine dair kayıt yoktur.
Akif’in bu seyahatte karşılaştığı kişilerden birisi de Birinci Dünya Savaşı yıllarında Almanya’nın Şark İstihbarat Birimi’nin başına getirilen Prof. Martin Hartmann’dır. Berlin’deki Friedrich-Wilhelm Universität’de ders veren Hartmann, Arapça ve İslami bilimler uzmanıydı.
Bir süre İstanbul ve Edirne’de de bulunan Hartmann, Schabinger’e gönderdiği bir mektupta Tunusî ve Akif’le tanışmasını aktarmıştır. Hartmann’ın Akif’i “yeni zamana ayak uyduramamış Türk dar kafalılığının temsilcisi” olarak değerlendirmesinden, tanışmanın pek de iyi geçmediği anlaşılmaktadır.
Bu görüşmelerde Akif’in Berlin’de bir İslam üniversitesi kurma düşüncesini gündeme getirdiği ve “kibirli” olarak bilinen Hartmann’ın bu teklifi küçümsediği anlaşılmaktadır. O dönemde Şair Mehmet Emin (Yurdakul) ve Halide Edip’le (Adıvar) irtibat halinde olan ve Osmanlı’daki gelişmeleri onlar üzerinden yorumlayan Hartmann, “İslamcı” Akif’i yadırgamış gözükmektedir.
Hartman, Westasiatische Studien dergisinde son dönem Osmanlı şairleri üzerine kaleme aldığı yazıda da Akif’i “halkının ihtiyaçlarını ve dinin gelişimini dikkate almayan ve kendini skolastik düşünceden kurtaramayan dindar bir şair” olarak tanımlamıştır.
Akif, Hartmann’dan Mithat Cemal’e (Kuntay) bahsetmiş ve ondan hoşlanmadığını açıkça ifade etmiştir. Anlatımına göre; kendisine “müsteşriklerin en büyüğü” olarak takdim edilen Hartmann’a en iyi bildiği Türk şairini sormuş ve “Fuzuli” cevabını almıştır. Ancak Hartmann’ın Fuzuli’yi okuyamadığını fark edince “en bilmediğiniz Türk şairi Fuzuli’dir” cevabını vermiştir. Hartmann iki gün sonra da Akif’ten “Fuzuli’nin Su kasidesini öğretmesini” istemiştir.
Görüldüğü gibi Hartmann Akif’i “dar kafalılıkla”, Akif de Hartmann’ı “cahillikle” suçlamıştır. Hartmann daha sonra yazdığı ve ölümünden sonra yayınlanan yirmi beş Türk şairine yer verdiği “Dichter der neuen Türkei” adlı eserde de Mehmet Akif’e yer vermeyecektir. Akif de bu seyahatte Almanların “yaman taassubunu” kıramadığını söyleyecektir.
Akif’in Almanya ile ilgili diğer tespiti de Katolik Almanların Osmanlı Devleti’yle müttefikliğe karşı çıkmalarıdır. O dönemde Katolikler, Almanya’nın Müslümanlarla iş birliği yaparak Hıristiyan devletlerle savaşmasını eleştirmekteydiler. Bu tepkilere karşı Şeyh Salih’in kaleme aldığı cihatla ilgili bir kitapçık “Haqiqat Eidschihad, Die Wahrheit über den Glaubenskriegs” adıyla Almanca olarak yayınlanmıştır.
Bu seyahatte öne çıkan kişi Şeyh Salih olmuştur. Lüks otellerde kalıp Almanların ileri gelenlerine konferanslar vermiş ve onlarla çok iyi ilişkiler kurmuştur. Mehmet Akif ise Almanların kendisine tahsis ettiği lüks otel yerine ikinci sınıf bir otelde kalmayı tercih etmiş ve bunu da Osmanlı Devleti’nin de menfaati olan bir konuda masrafların sadece Almanlara yüklenmesinin doğru olmadığı şeklinde açıklamıştır.
Almanya’da üç ay kadar kalan Akif, yaşadıklarını anekdotlar şeklinde anlatmış ve Kurtuluş Savaşı sırasındaki vaazlarında yer vermişse de başyazarı olduğu mecmuada konuyla ilgili bir şey yazmamıştır. Sonuçta Akif bu seyahati sessiz ve deyim yerindeyse Almanlara “bir iz bırakmadan” tamamlamıştır. Bu durum, muhtemelen Akif’in karakteri ve dünya görüşüyle ilgilidir.
Bunun yanında Habib Edip Törehan kendisini ziyaret etmiş ve hatıralarını sahibi de olduğu Yeni İstanbul gazetesinin 29 Aralık 1956 tarihli nüshasında yayınlamıştır. O sırada Berlin’de öğrenci olarak bulunan Törehan, Akif’i “ikinci sınıf ve mütevazı otelde” ziyaret etmiş, Akif de onun yemeğinin ücretini kendi cebinden ödemiştir. Törehan, Akif’e Alman gazetelerinde Türkiye’ye dair yer alan haberleri tercüme ettiğini belirtmektedir.
Akif’in dönüşünde Almanya izlenimlerine dair bir raporu dönemin Şeyhülislamı Ürgüplü Hayri Efendi’ye takdim ettiği belirtilse de bu rapor bugüne kadar bulunamamıştır. Ardından İttihatçılar kendisini yine Teşkilat-ı Mahsusa kanalıyla bu sefer de Hicaz’a göndermişlerdir.
Gerek Almanya gerekse Hicaz seyahatinin Akif’e propagandanın önemi konusunda yol gösterici olduğu düşünülebilir. Bunun bir sonucu olarak da Kurtuluş Savaşı’nda hem Anadolu’yu gezerek vaazlar vermiş hem de mecmuasını savaşın kazanılması için kullanmıştır.
Bahtiyar millet Almanlar
Akif kamplardaki konuşmalarında; Müslümanların Müslümanlara kırdırıldığını, Halife’nin ordusuna karşı savaştırıldıklarını söylemiş, sömürge yönetimlerine karşı mücadele edilmesi gerektiğini ifade etmiştir.
Akif Almanya izlenimlerini Safahat’ın en uzun şiirlerinden biri olan Berlin Hatıraları’nda dile getirmiş ve bu şiirini Almanca bilmesinden dolayı beraberce gezdikleri askeri ateşe Binbaşı Ömer Lütfi Bey’e ithaf etmiştir. Ancak bu şiirin ilk bölümünün 1915, ikinci kısmının 1916 ve son kısmının da 1918’de yayınlandığı belirtilmektedir.
Akif bu şiirinde öncelikle sömürgeci devletlerin Müslümanlara yaptığı zulümleri, uyguladıkları çifte standardı anlatır. Ardından kendi gözünden Almanlarla Osmanlı Devleti’ni mukayese ederek iki medeniyet arasındaki farklılıkları ortaya koymaya çalışır.
Ona göre Almanlar birlik ve beraberlik içinde çalışarak güçlenmişlerdir. Osmanlı toplumu ise zayıflığa, parçalanmaya ve buhranlara yol açan birçok hastalıkla karşı karşıyadır.
Almanlar için “Nüfusunuz iki kat arttı, ilminiz on kat/ Uçurdunuz yürüyen fenne taktınız da kanat” ve “Semaya çıkmak için yüksek olmalıydı zemin/ Bu i’tilayı siz ettiniz evvelce temin” diyen Akif; Alman aydınlarının topluma karşı vefalı hareket ettiklerini ve başarılarının sırrının aydınlarla halkın kaynaşmasından kaynaklandığını vurgulamıştır.
Ona göre Almanların başarılarının diğer sırrı da mekteple mabet arasında bir denge olmasıdır. Akif bunu da şöyle ifade edecektir:
“Nasılsa mektebiniz öyle mabediniz
Ne çan sadası bozar mektebin teranesini
Ne susturur medeniyet bu ahiret sesini”
O bir taraftan Berlin’le İstanbul’u karşılaştırır, iki şehrin insanlarını, otellerini, istasyonlarını mukayese eder. Bizdeki oteller, istasyonlar, “kader müsaade ettikçe işleyen” trenler perişan ve pis bir haldeyken Berlin’deki oteller saray gibi, trenler mükemmel, sokaklar temiz olup gerek yer üstünde gerekse yer altında ulaşım imkânı vardır.
Akif’in gözlemleri oldukça realist olup o, Osmanlı ülkesinin perişanlığını, insanların tembellik ve kayıtsızlığının yol açtığı sefalet manzaralarını aktarır. En çok da Almanların çalışkanlığına, temizliğine ve düzenine vurgu yapar.
Mehmet Akif de Bediüzzaman gibi Almanları “bahtiyar millet” olarak görmüş olacak ki şiirinde “… Değil mi Alman’sın? O halde fikr ile vicdana sahip insansın” şeklinde başladığı kısımda Almanya’nın “doğuya dönüp bakmasını” dolayısıyla sömürgeci devletlerden farklı bir politika izlemesini de ister.
Dinleri var işimiz gibi, işleri var dinimiz gibi!
Akif’in Almanya seyahatine dair kaleme aldığı şiirlerinde ve dostlarına anlattığı izlenimlerinde Almanlarla Osmanlı toplumunu mukayese ettiği ve gezisinden bu yönden dersler çıkarmak istediği görülmektedir.
Onun gezi sonrasında söylediği belirtilen, kendi şiir, yazı veya vaazlarında yer almasa da ona atfedilen “dinleri var işimiz gibi, işleri var dinimiz gibi” ifadesi de bu izlenimlerinin bir özeti gibi görünmektedir.
Akif izlenimlerini aktarırken Osmanlı toplumunun dertlerine çare olacak tespitler yapmaya çalışır. Dolayısıyla o Almanya’da gördüklerini İslam dünyasını geri bırakan faktörlere karşı bir çözüm yolu ve referans olarak görür. Nitekim bunun etkisiyle; “İnkılabın yolu mademki budur yalınız/ Nerdesin hey gidi Berlin diyerek yollanınız” diyecektir.
Diğer yandan da Almanlar için üç mütalaa da bulunmaktan kendini alamayan Akif, Mithat Cemal’e şunu söyleyecektir: “Almanların üç şeyi berbattı: Yemekleri, siyasetleri, müsteşrikleri”.
Kaynaklar: Düzdağ, M. Ertuğrul (1996), Mehmed Akif Ersoy, Ankara, Kültür Bakanlığı; Kon, K. (2012), “Yeni Bilgiler Işığında Mehmed Akif’in Almanya Seyahati”, Toplumsal Tarih, S. 217, s. 84-90; Yaman, S. (2021), “Mehmet Akif Ersoy’un Temsilci Misyonu ve Berlin İzlenimleri”, Türük, S. 25, s. 252-274; Mehmet Akif Yüz Yıl Sonra Berlin’de, Ankara, 2015, TYB; Ünal, M. A. (2021), “Mehmed Akif ve İttihatçılık”, III. Mehmet Akif Sempozyumu, Burdur, MAKÜ Yayınları; Semiz, Y (1999), “Birinci Dünya Savaşı’nda Mehmet Akif”, SÜ Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S. 5, s. 237-267.
Yemekleri hâlâ berbat…
En temel husus organize olmaktır. Organizasyon prensiplerine uymaktır. Buna uyan uymayanlar ne kadar dürüst te başlasa işe sonunda yozlaşır.
O YILLARDA
HEP MÜSLÜMANLARIN GERİ VURGULANIR…
Bence bütün müslümanları esaret altına alan Osmanlı/Türk devleti müslümanları geri bırakmış… Sahip olduğu gücü ilme yok, müslümanları ezmede kullanmış bir devlet var karşımızda…
Onca çoğrafi keşifler yapılırken, Osmanlı bütün esaret altına aldığı milletleri uyutmuş… Osmanlı nın Tunus da, Cezayir de ne işi vardı?
TC tam da Osmanlının devamıdır..
Türkün gücü, Türkün gücü…
Mehter dede hep bu var…
Bütün Arap ülkelerinin, Yunanıstan, Bulgaristan gibi bütün milletlerin Osmanlı esaretinde geçen 500 yılı kayıp…
Bu 500 yılda bu onlarca millet ve kavim tarihte bir medeni iz bırakmamışlar… Sonuç birinci dünya savaşı ile hepsi inkişaf eden medenilere yem oldular…
Osmanlının diğer bütün milletleri nasıl geri bıraktığını en iyi anlatan ve bir delili olan şu anki Kürtlerin durumu ve yaşadıklarıdır…
TC yi kuranlar Osmanlı paşaları değil mi?
Herhalde Tc kurulanda zihinlerine reset çekmediler…
600 yıllık Türk Osmanlı zihniyetinin süzme kadroları idi…
Osmanlı yönetiminin adil olmadığı nerde anlaşılıyor, biliyormusunuz? Allah için bir tek bilimsel, teknolojik gelişme gösteremezsiniz esaret altına aldığı hiçbir topluluktan…
M Akif Ersoy da sürekli Müslüman toplumu ataletinden dolayı kınıyor, yalnız toplumdan önce yönetimin kınanması gerekiyor…Belki de Abdulhamid i istibdadı ile eleştirmesi bu yüzden dir..
Fakat genelde toplum alabildiğine eleştirilmiş ama Türk Osmanlı yönetim zihniyeti nerdeyse hiç eleştirilmemiş..
Osmanlı yönetimi üzerine islam sosu dökülmüş bir Türk yönetim tarzıdır…
Mesela 3-4 yüzyıl yunan halkı esaret altına alınarak, onlara ne tür bir katkı sunulmuştur.
Bunun Allah ın rizasına uygun bir yönetim tarzı olduğunu asla düşünmüyorum..
Bir kere Yunan toplumu o dönem asla inkişaf edebilmezdi ve edemedi… Bunu. örnek olsun diye veriyorum. Mesela Araplar da, Kürtler de böyle…
Dünya da Osmanlının hüküm sürdüğü o 600 yıllık dönemde baş döndürücü gelişmeler olurken, uyuşuk bir toplum görüyoruz… Tek sebebi güçlü yada acımasız bir orduya sahip olan Osmanlı yönetim tarzıdır.
Yönetimi altındaki bir tek toplum dahi, bir tek inkişaf dahi göstermemiş …
Yok .
Tarih de böyle bir kayıt yok..
Varsa yoksa mehter…
Bu düşünceleri daha yeni yeni benimsedip…
Yoksa Mehter den benden daha çok çoşan bir insan düşünemiyorum..
Ama bunun boş bir çoşma olduğunuda acı acı tesbit ettim…
Bu süreçten sonra halı hazirdaki zulüm rejimine kininden dolayı Osmanlı’yi eleştirmek de moda oldu.
Eyvallah Hocam
Çok Teşekkür Ederim
Sayın Nizamoğlu’na bu detaylı araştırmaya dayanan yazısı için çok teşekkür ediyorum. Bu tür yazılar her yönden ufuk açıcı oluyor.
Bu arada okuyuculara da küçük bir sitemim var.
Bu kadar eğitimli bir kitle böyle bir yazıyı okuyor ve ne soru ne yorum ne de katkı yok.
Bana çok ilginç geldi. Acaba hiç mi yorum ya da soru olmaz?
Yoksa yazarların emeği boşuna mı?
İyi günler
Bu kadar egitimli bir kitle ifadesi bizim icin biraz mubalaga oldugu artik anlasiliyor çünkü cogumuz universite okurken baska hizmetlerle mesgul idik, akademik başarı biraz dunya hirsi gibi gorunuyordu hasili kelam hem universite okumanin hakkini tam veremedik – bu o donem icin kotu bir sey degildi, oyle gerekli idi — ama daha sonrasinda da oyle cok okudugumuz soylenemez.
Mesela ben bir sirkette orta duzey yonetici olarak calisirken, haftada 2 sohbet ve 2 istisareye katiliyordum.. bizim kaynakardan baska pek bir sey okumaya firsat olmuyordu..
Ne zaman ki pandemide icerde kaldik, bu arada oldugum ulkede zaten hizmet adina pek faaliyet kalmamisti.. epeyce okuma firsati buldum da anladim ki biz bayagi bir dunyadan kopukmusuz..
Aslinda zannettigimizin tam tersine biz pek de egitimli bir kitle sayilmayiz. o dediginiz 30 sene onceki Turk toplumuna kiyasla oyle idi ancak maalesef sosyallesme vesileleriyle cok fazla vakit öldurdugumuzu gozlemliyorum