Tıpkı Hitler’in 1934’te Almanya’da yaptığı gibi, Türkiye’de de rejim Parlamento marifetiyle yarım yamalak bir demokrasiden nihayet tam teşekküllü bir tek adam diktasına resmen geçme aşamasına geldi. Gırtlağına kadar suça batmış Erdoğan’ın fiili diktasını yasal, anayasal güvenceye alacak değişiklikler günlerdir Meclis Genel Kurulu’nda tartışılıp (!) oylanıyor.
Mevcut durumda Saray’a uşaklığı ikballeri için nimet bilen AKP’nin pozisyonunu tartışmaya bile gerek yok. Yıllar boyu Erdoğan’a onca efirip gürledikten sonra nihayet Saray’a koşulsuz bendelikte karar kılan Devlet Bahçeli’nin kılavuzluğundaki MHP ise, ülkeyi dört dörtlük bir dikta rejimine taşıyacak yıkım taşeronluğunu bihakkın yerine getiriyor. Bahçeli’nin ve MHP kadrolarının, sevabıyla günahıyla yarım asırlık Ülkücülüğü neden ve ne adına Saray’a paspas yaptıklarını bilen yok!
‘NE YAPARSANIZ YAPIN, NE EDERSENİZ EDİN!’
Suçüstü yakalandığı yolsuzluk, rüşvet ve uluslararası radikal İslamcı terör örgütlerine verdiği desteklerden ötürü hukuka hesap vermekten yakasını kurtarmak için müesses anayasal düzeni hallaç pamuğu gibi atan Erdoğan ise, kirli oyununu çok açıktan oynuyor. “Tek adam” rolünü iyice içselleştiren Erdoğan, Meclis’te görüşülen anayasa değişikliği teklifine nasıl yaklaştığını 34’üncüsünü yaptığı meşhur muhtarlar toplantısında umarsız bir pervasızlıkla dile getirdi. Akılalmaz tutarsızlıkları ve muazzam çelişkileriyle aciz ve basiretsiz bir muhalefetin nasıl olabileceğinin alamet-i farikası haline gelen CHP’nin azıcık kıpırdanma, direnme ve ses yükseltme çabasını sert sözlerle eleştiren Erdoğan, şöyle diyordu: “Parlamentoda çalışmaları engellemek, çalışmaları uzatmak hiçbir işe yaramayacaktır. Ne yaparsanız yapın, ne ederseniz edin, 15 gün değil de bir ay, ama parlamentodan bu çıkıp milletin önüne gidecektir.”
Erdoğan’a kızmaya hiç hakkımız yok. Erdoğan daha ne yapsın? Niyetlerini, Meclis görüşmelerinin bir oyun ve oyalamacadan ibaret olduğunu daha nasıl ifade etsin? Önceleri hoşuna gitmeyen yüksek yargı kararlarına bile rest çeken, bulduğu ilk fırsatta ise her duruma yatkın yargı organlarını keyfinin adi taşeronlarına çeviren Erdoğan’ın demokrasiye, hukukun ilke ve kurumlarına hangi gözle baktığını hala göremeyen var mı? Mevcut anayasanın ihlal edilmedik, yok sayılmadık maddesini bırakmayan Erdoğan’ın, kendi kendisini imhaya zorladığı Meclis’ten farklı bir sonuç çıktığında o sonuca uyacağını düşünen var mı peki? Hiçbir ahlaki, insani, toplumsal değer, kural, ilke ve teamüle sadakati olmayan bir kenar mahalle bitirimi edasıyla kazanamadığı her durumda çamura yatan bu üslubun örneklerini yeterince görmedik mi? Yoksa 7 Haziran 2015 seçimlerinde kaybedince yaptıklarından da mı ders çıkarmayız?
ATI ALAN ÜSKÜDAR’I ÇOKTAN GEÇTİ…
Demek istediğim şu ki, Türkiye’de olan çoktan oldu zaten. Atı alan Üsküdar’ı çoktan geçti. Şimdi bütün yapmaya çalıştıkları ise sadece, üzerine kondukları bir kaçak arazide gecekondu kurar gibi her tuğlasını bir oldubittiyle koydukları, her sütununu döktükleri kanı harç ederek diktikleri o ceberut dikta rejiminin sıvasını, boyasını, makyajını tamamlamaktan ibaret. Yoksa Davutoğlu’nu paspas gibi ezip geçen bugünkü hükümet ne gerçek anlamda meşru bir hükümet, ne bugün Saray’ın iradesine ram olmuş Meclis gerçek anlamda bir Meclis… Ne de ister referandum için, isterse başka amaçla olsun önünüze konulacak seçim sandıkları bundan böyle gerçek bir demokratik seçim sandığı olacak.
Muhalif tek söz edenin “vatan hainliği” ile suçlandığı, muhalefet vekillerinin şafak baskınlarıyla derdest edilip tutuklandığı, foseptik çukurunda debelenen iktidar medyası dışında farklı ses çıkarabilen gazete, televizyon, radyo ve haber sitelerinin yüzlercesinin kapatıldığı, binlerce gazetecinin işsiz bırakılıp, yüzlercesinin ya hapse atıldığı ya da ülkede yaşayamaz hale getirildiği, iktidarın elinde kullanışlı bir oyuncağa dönüşen anamuhalefet partisinin bile polis saldırılarına maruz kalıp kapatılma korkusu yaşadığı, seçimlerin hukuki güvenliğinden sorumlu binlerce hâkimin azledilip, tutuklanıp yerlerine partizan militanların atandığı, sandık sonuçlarının duyurulmasında manipülasyonlarıyla meşhur partizan Anadolu Ajansı’nın tekel duruma geldiği bir ortamda ne kurulacak sandıkların demokratik meşruiyeti kalmıştır ne de bu sandıklardan çıkacak sonuçların.
SEÇİMLER NE ADİL, NE DE ÖZGÜR
2014’ten beri Türkiye’de yapılan seçimler zaten uluslararası otoriteler ve Türkiye’de işi bilenler tarafından belki kısmen “özgür” görülmekteydi ama asla “adil” görülmemekteydi. Bu yüzden yerel seçimler, cumhurbaşkanlığı seçimleri ve nihayet Erdoğan’ın sonuçlarını beğenmediği için anında başlattığı terör ve kaos eşliğinde tekrarlanan genel seçimler, demokratik seçimler için evrensel ilke olan “fair and free – adil ve özgür” kıstaslarının en azından yarısını taşımıyordu. Bugün ise, onlarca HDP’li vekil ve belediye başkanının tutuklandığı, muhalif medya organlarının ve sivil toplum örgütlerinin kapısına asgari “terör” iftirasıyla kilit vurulduğu, yargının yargı, hükümetin hükümet, mülki idarelerin mülki idareler olmaktan çıkarıldığı bir ortamda seçimlerin “özgür” olabilme ihtimali de tamamen ortadan kalkmıştır.
O yüzden, ne neredeyse yüzde yüzü Erdoğan‘ın kontrolünde birer propaganda makinasına dönüşen medyanın yazıp söylediklerine ne de güya halkın nabzını tutar gibi yapan çoğu Erdoğan etkisi altındaki manipülatif anketlerin sonuçlarına kulak asmak lazım. Adil ve özgür olmaktan mahrum bırakılan seçim sandıklarının bile güvenilir olmaktan çıktığı, meşruluğunu yitirdiği bir ortamda seçim sonuçlarını tahmin etmeye çalışan anketler yapmanın ve bu anketlerden çıkacak sonuçlara inanmanın tuhaflığını ve tutarsızlığını izah etmeye bilmem gerek var mı?
DEMOKRASİNİN EN BÜYÜK NİMETİ ÇOKTAN YOK EDİLDİ
Hiç şüphesiz ki, pek çok nimetlerinin yanında demokrasinin en büyük nimetlerinden biri de yorulan, yozlaşan, yoldan çıkan, güç sarhoşluğuyla keyfileşerek diktaya sapma belirtileri gösteren iktidarları kana, şiddete, kaosa, savaşa gerek kalmadan barışçıl yollardan zamanlıca değiştirme imkânı sunmasıdır. Bu açıdan demokrasi, halkın yozlaşan muktedirlerden hesap sormasını, muhalefetin iktidar olma umutlarını canlı tutmasını mümkün kıldığı kadar iktidardakilerin iktidar sonrası selameti için de büyük bir imkândır.
Aksi halde askeri darbeyle, halk ihtilaliyle, suikastla ya da iç savaşla ama mutlaka şiddet ve kan yoluyla değiştirilmek zorunda kalırlar ki tarih bunun pek çok acı örneğiyle doludur. Bu yüzden, iyi kötü işleyen bir demokrasiyi rayından çıkarıp otoriter bir tek adam rejimine dönüştürmekten en çok imtina etmesi, korkması gerekenler, paradoksal olarak, iktidardakilerdir aslında. Türkiye’deki rejimi 2002’de yarım yamalak da olsa işleyen bir demokratik hukuk devleti olarak devralanlar, ne yazık ki son 5 yılda bu imkânı kendi elleriyle tamamen yok ettiler.
ACEMİ BİR GÖZBAĞCILIK, İPİL İPİL DÖKÜLEN BİR MAKYAJ…
Diyeceğim o ki, bu saatten ve bunca olandan sonra ne adil ve özgür bir seçimden ne güvenilebilecek bir sandıktan ne de demokrasiden bahsetmenin imkânı yoktur. OHAL ve KHK’lerle her yönden cendereye alınmış Türkiye’nin bugünkü anti-demokratik şartları altında halkın önüne konulacak seçimler tıpkı Meclis görüşmeleri ve yasalara rağmen sırıta sırıta açıktan yapılan oylamalar gibi basit bir aldatmacadan, acemi bir gözbağcılıktan ve ipil ipil dökülen adi bir makyajdan başka bir şey olmayacaktır.
Haddi zatında bu, Esed’den Mübarek’e, Saddam’dan Kerimov’a kadar bütün diktatörlerin benimsediği bir yöntemdir. Diktaya ve tek adam terörüne “meşruiyet” devşirme aracı olarak kullanılan güya tartışmacı yasama süreçleri ve demokratik ortam yok edilerek halkın önüne konulacak seçim sandıklarının demokrasiyle herhangi bir alakası yoktur. Öylesi bir sandıktan Erdoğan’ın beklentilerine uygun çıkacak oylar, benzer diktatörlüklerde gelenek olduğu üzere, isterse yüzde 90’nın üzerinde olsun bunun hiçbir anlamı ve değeri olmayacaktır.