YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Türkiye neo-Osmanlıcı dış politikanın tehlikelerle dolu sulardaki macerasının yanında – ondan daha tehlikeli olmak üzere – faşizan, irrasyonel, saldırgan neo-Osmanlıcı bir düşünce yapısına hapsoldu. Evrensel değerlerden tümüyle kopan, radikalleşen Türkiye toplumu, birbirinden ideolojik olarak farklı kesimlerin radikal fikirler etrafında toplandığı bir güruh halini alıyor günden güne. Bu fikirler “büyük Türkiye”, “küresel güç”, “Mavi Vatan”, “etki alanımız” gibi stratejik süslemelerle besleniyor.
Türkiye’nin sınırlarının belirlenmesinde haksızlığa uğradığını düşünenler toplumun çok ciddi bir oranını oluşturuyor. Lausanne Antlaşması ile çizilen sınırların o dönemde kabul edildiği, fakat artık bugün geçerliliği kalmadığı türü bir inanış son yıllarda kamuoyunda baskın görüş halini aldı. Bu son derece tehlikeli bir durumdur.
BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Adeta Versailles Antlaşması sonrası sınırlarından memnun olmayan Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı öncesindeki ruh halini yansıtıyor. Bu dönemde Almanlar, açıkça Almanya’nın “vatanının parçası” olan toprakların yabancı güçlerce ellerinden alındığını düşünüyordu. Hatta bu kısmen doğruydu. Mesela Çekoslovakya’da Südetenland bölgesi, böyleydi.
Bilindiği üzere, İkinci Dünya Savaşı’nda Münih Görüşmelerinde Adolf Hitler ile görüşen Britanya Başbakanı Neville Chamberlain, Alman yayılmacı hırsını bastırabilmek için Hitler’e Çekoslovakya’daki bu bölgeyi verdi. Bunun karşılığında ise, Almanya’nın yayılmacılıktan vazgeçeceğini umdu. Hitler bu teklifi kabul etti, Chamberlain ile el sıkıştı.
Chamberlain Londra’ya döndüğünde, dünyaya barışı hediye ettiğini düşünüyordu. Onu alkışlayan kalabalıklar da öyle! Fakat Hitler, bu anlaşma sonrasında Alman ordularını Çekoslovakya’ya sokunca salt Südetenland bölgesi ile yetinmedi, ülkeyi tümüyle işgal etti. Çünkü karşısındakilerin korkusunu ve zayıflığını sezmişti. Bu durum onu daha da cesaretlendirmişti. İngiltere ve medeni dünyanın Çekoslovakya için bir savaşa girmeyeceğini anlamıştı. Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı’nı başlatmasında bu zafiyetin büyük bir önemi vardır.
Bugün yukarıda ele aldığım şişirilmiş Osmanlı algısı ve “güçlü Türkiye” balonunu gerçeklik kabul eden Türkiye toplumu, Ege ve Doğu Akdeniz’de, Suriye’de, Libya’da, Irak’ta ciddi yayılmacı söylemler ve eylemlerle, etrafına endişe veriyor. Fakat ortalama Türkiye vatandaşları Erdoğan rejiminin izlediği politikalardan memnun. Ana muhalefet partisi CHP de, İYİP de, Ege ve Doğu Akdeniz’deki Mavi Vatan konseptine sahip çıkıyor. Bu iki partinin Suriye’deki askeri politikalarda da Erdoğan’a açık kart verdikleri ve onu desteklediklerini unutmamak gerekiyor. HDP dışında tüm partiler, irrasyonel ve irredentist dış politikayı desteklemektedir.
Bu politikanın merkezi, Lausanne düzeninin Türkiye’nin zararına olduğu algısıdır. Bu algı, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran iradenin şiddetle karşısında olduğu bir pozisyondur oysa. Türkiye, 1920’li ve 1930’lu yıllarda Musul ve Kerkük meselesinde de, Hayat meselesinde de, tezlerini daima uluslararası hukuk ve anlaşmalar temelinde savundu. Askeri güç kullanma gibi bir girişimde bulunmadı. 1940’larda İkinci Dünya Savaşı esnasında, Almanların yarı-resmi görüşmelerde Almanya lehine savaşa girmek karşılığında Türklere Kafkasya ve Rusya’da bazı Türkî dil konuşulan bölgeleri teklif etmesine de karşılık vermedi.
Dahası, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Paris Konferansı’na katılmayan Türkiye, İtalya’dan Yunanistan’a devredilen Ege adalarını da (12 Ada) kabullendi. 1990’ların ortalarına dek Ege’de “gri alanlar” ya da “egemenliği tartışmalı ada, adacık ve kayalıklar” gibi bir tezi asla ileri sürmedi. Lausanne tarafından hükme bağlanmış olan “3 milin açığındaki adaların Yunanistan’a ait olduğu” gerçeğini kabuk etti. Irak’ta veya Suriye’de herhangi bir toprak iddiasında bulunmadı. Bunlar Türk dış politikasının gerçekçi yaklaşımının temelini oluşturan noktalardır.
Bugün bu politikanın radikal bir biçimde değiştiğini gözlemliyorum. Türkiye, bu nedenle artık Lausanne elbisesinin vücuduna dar geldiğini var gücüyle haykırıyor. Mavi Vatan, Ege Denizi’nin orta hattından çizdiği bir kırmızı hattın doğusunun Türkiye’nin deniz ülkesi olduğu tezini ileri sürüyor. Bu, her bakımdan irrasyonel bir savdır. Çünkü Ege adalarla dolu bir deniz ve bu adaların Anadolu kıyısına 3 deniz milinden yakın olan adalar ile Bozcaada ve Gökçeada hariç tümü Yunan toprağıdır. Bu yüzlerce adanın uluslararası hukuk kurallarına göre kendi karasuları ve kıta sahanlığı hakları vardır. Bu haklardan kaynaklanan münhasır ekonomik bölge hakları da bakidir. Mavi Vatan tezi, bu gerçekleri görmezden geliyor.
Yine tehlikeli yaklaşımlardan biri, Meis adasının statüsüdür. Türkiye Meis adasına Yunan cumhurbaşkanının gitmesinden bile rahatsız oluyor. Düşünebiliyor musunuz? Yunan cumhurbaşkanı kendi ülkesinin meşru ve yasal toprağına ziyaret yapıyor ve Ankara rejimi bunu bir “provokasyon” olarak nitelendiriyor! Birçok platformda gayrı-resmi nabız yoklamaları yapılıyor ve Meis adasının Türkiye’nin Akdeniz’deki karasuları ve münhasır ekonomik bölgesi önünde olan konumunun yok hükmünde olduğu ileri sürülüyor.
Bu tür tezlerin ortak noktası, mevcut statükonun “hakkaniyet” ilkesi ile bağdaşmadığıdır. Mesela Meis adasının Anadolu anakarasına çok yakın olması, bir itiraz argümanı olarak kullanılıyor. Ada Türkiye’ye çok yakınmış ve bu büyük bir haksızlıkmış. Bu ada yüzünden Türkiye binlerce millik bir alanda haklarını kaybediyormuş. Bu duruma sessiz kalınamazmış. Bu büyük bir haksızlıkmış.
Bu yaklaşımların berber muhabbetlerinde değil, dışişleri ile bağlantılı akademik çevrelerce de dillendirilmesi, endişe vericidir. Ege’deki mevcut statüko birtakım dezavantajlara neden olabilir. Fakat uluslararası sınırlar uluslararası sınırlardır. Bu mantıkla irredentist emellerin meşrulaştırılması söz konusu olamaz.
Libya ile tartışmalı bir anlaşma yapıp, Girit ve Rodos gibi kallavi Akdeniz adalarını içine alacak şekilde münhasır ekonomik alan ilan etmek Türkiye’nin emellerini açığa vuruyor. Ön Asya’dan Kuzey Afrika’ya hat çelip, içinde bulunan Yunan adalarını yok saymak, provokasyondur. Fransa’nın Akdeniz’de sınırı olan AB üyeleriyle beraber bu iddialar karşısında Yunanistan’a destek vermesi, Ankara’nın retoriğinin uluslararası arenada ciddiye alındığının göstergesidir. Erdoğan rejimi ateşle oynuyor. Almanya gibi ülkelerin AB’yi Suriye sığınmacı krizinden beri Türkiye’yi yatıştırma yönünde kullanması bana Chamberlain tarafından yapılan malum Münih hatasını anımsatıyor. Erdoğan, AB’nin bu tutumunu “cesaretlendirici” buluyor.
2016’dan bu yana yaşanan insan hakları standartlarındaki çöküşte AB’nin bu “Suriyeli mülteci” korkusu yüzünden yelkenleri suya indirmiş olmasının önemli bir rolü vardır. Bunu artık AB çevrelerinde de sesli olarak dile getirenlerin olduğunu biliyorum. Aynı zafiyet, Ege ve Doğu Akdeniz’deki agresif Türk söylem ve eylemlerine karşı da söz konusudur. Fransa bir bakıma AB’de bu “yatıştırma politikasına” bir set çekmesi bakımından önemli bir iş yapıyor.
Erdoğan yönetimi için Suriye de, Libya da, Irak da, Yunanistan da içeride biriken “gazı almaya” yarayan fırsatlar. Beni endişelendiren yolsuzluklara batmış AKP İslamcıları ve yönetici elitleri değil. Beni esas endişelendiren, bu retoriğin teorik ve eylemsel boyutu konusunda belirleyici olan “derin” askeri çevrelerdir. Amiral Cem Gürdeniz Balyoz’dan 18 yıl kesinleşmiş ceza aldı. Amiral Cihat Yaycı meşhur “Fetömetre” uygulamasının mucidi! Cem Gürdeniz 2006 yılında, yani AB ile bahar yaşanırken Mavi Vatan teorisini ortaya attı. Bu dönemde herkes bu fikre dengesiz ve irrasyonel bir doktrin olarak yaklaştı. Zaten üzerinde bile durulmadı, konsept, uluslararası hukuk bilmeyen maceracı bir askerin fikirleri olarak bir köşeye atıldı.
Mavi Vatan 2019 yılında bir anda Erdoğan tarafından dillendirilmeye başlandı. Deniz Kuvvetleri’nde Gürdeniz ve Yaycı ekolünün ciddi bir ağırlığı olduğunu biliyorum. Mavi Vatan görüşü, derin yapının “bağımsız Türk dış politikası” yöneliminin önemli köşe taşlarından biri. NATO yanlısı subayların 15 Temmuz 2016 sonrası tasfiye edilmeleriyle beraber, “modern Enver Paşa” profilindeki maceracı subayların çok kritik karar alma pozisyonlarında oldukları dikkate alındığında, İslamcı ve Türkçü retoriklerin sadece kuru gürültü olmadığı, Mavi Vatan örneğinde irredentist dış ve güvenlik anlayışının gayet ciddi bir güvenlik meselesine dönüştüğü ortada.
Batinin niyeti Demokarsi olsaydi yüze yakin Kolonilerine Demokrasi götürürlerdi. Bende olsun baskasinda olmasin mantigi var bunlarda veya bendekinden düsük seviyede olsun ki, sömürmeye, bagimliliga, pazar olmaya devam etsinler.
Halen yanlis yerde ariyorsunuz hakkinizi. 50 yildir arayan bulamamis sen mi bulacan. Avrupada yasayan biri olarak bundan 5-6 sene önce dedigimizde AHIM vs. bunlar sana hak hukuk vermez dedigimizde sende Bati düsmani vs. laflara muhattap olduk. Zaten adamlarin istedigi o, Türkiye hep bagimli Ülke olsun, BOP un ortagi adam Türkiyenin basinda isleri tek tek oluyor, Suriye, Irak… Türkiye gücü zayiflamis, bölgesel küresel güc olmamis tam onlarin istedikleri. Ne bat ne cik, batarsan isimize yaramassin, cikarsan pazar olmaktan bagimliliktan cikarsin.
Su anda Türkiye hic olmadigi kadar zayif (Ekonomik, Askeri, Hukuki …). Zindika nin amaci Türkiyeyi de karistirip Bati ve Israilin kuklasi olacak Büyük Kürdistani ilan edip, Ortadogunun ve Islam Dünyasinin hicbir zaman tekrardan muazene unsuru olamayacak sekilde kontrolü ele gecirmek. Herseye ragmen ALEMI ISLAMIN SON KARAKOLU ANADOLU bunu hicbirzaman unutmayalim!!!!!!!!!!!
Ic ve Dis Zindika komitesi ve onlarin usaklari, avaneleri DEFOLULAR tam gaz calismaya devam ediyor (Sakarya Tarim Iscileri olayi). Musa Orhan olayinada bu zaviyeden bakin!
Adamlar GKRY 2004 te bosunami AB ye aldi. Enerji bagimlisi AB ta o zamandan biliyordu Dogu Akdeniz de ne oldugunu
Bir yorum eksik
BM niye Türkiye-Libya anlasmasini onayladi? Dogu Akdeniz Yunanin diyen Arkadas!!!