YORUM | M.NEDİM HAZAR
Zaman aktıkça bir sakin dere gibi birçok şeyi de alıp götürüyor. Lakin gitmeyen, yerinde sayan bir takım şeyler de var.
Yollar örneğin…
Nedense bu ülkenin kaderi sanki her tatil öncesi yaşanan üzücü hadiseler.
Kazalar, ölüm haberleri ve uyulmayan kurallar. İnsanın içine hüzün doluyor sonra. Ve oturup sakin kafayla analiz ettiğinde bir de bakıyor ki, aynı şeyleri yıllar önce kaleme almış! İşte size bugünkü hislerimi aynen anlatan yıllar öncenin bir yazısı:
Uzatsam çekebilir miyim mızrağımın ucuyla bulutlara ilişen ıslak hüznü?
Şu kanadına güneş konan martı kadar haz alabiliyor muyum gökyüzünden?
Ve ben, üzerine oturduğum şu kayadan ne kadar fazla hisliyim? Şiir akıyor gökyüzünden; ‘Bir martıyı da ağlattın işte. Bu çocuk garanti intihar eder artık.’
Ölüm?
Ne kadar bize bağlı ki yaşam ipinin ucu? Ölümün üzengisini kim tutabiliyor ki, bırakınca ruhumuz dörtnala uçabilsin sonsuza? Vestiyerleri var ruhlarımızın, bin bir çeşit kostümleri astığımız. Çeşit çeşit, renk renk, boy boy, karakter karakter. Travmalarını gizliyoruz odacıklarında beynimizin.
Sevdalarım var; sonsuzlukla çarpılıp, hiçliğe bölünen.
Her tutunuş bir aldanış gibi iğreti duruyor ellerimde, yüreğim karanlığın eşiğinde iki büklüm. Buzun, soğuğun en masum, en yumuşak, en insanî, en doğal hali kar. Korkutmadan iniyor, nazlı bir peri gibi salınarak omuzlarımızdan aşağı. Kuşlar donmuş yine. O kuşlar ki, yıldızları ipe dizer gibi gezinirlerdi bulutların hemen altında… Kuşlara parayla yem alıp, püskürtenlerden nefret ediyorum. Onları fona alıp önünde mutluluk pozu verenleri affedemiyorum. Sahipsizliği, soluksuzluğu göremeyenleredir öfkem. Dirilerini görmeyip, ölülerini gazete sayfalarına basıp, altına gözü sulu mersiyeler düzenler iğrendiriyor beni.
Yüzeyi kan kokan asfaltlar öldürüyor beni. Her enkaz bir kırbaç ruh kolonlarım arasında. Her şaklayış bir şahlanış gibi; ruhu fırlatan bulutlara…
Ve ben parmağımın ucuyla hüzün bulutuna dokunmak istiyorum. Kanadında ıslak hüznü saklayan bulutları kıskanıyorum. Çocukları ısıran köpekleredir kinim, köpekleri ısıran insanlara olduğu kadar. Korkunun kokusunu alanlar ile kokunun korkusuyla saldıranları nasıl ayırabileceğiz ki?
Bu lodos beni hayatta tutuyor, bu yosunlu kaya. Şu nemli soğuk bağlıyor ciğerlerimi yaşama. Gözlerimde hüznün dışından sarkan yaşlar. Ufukta kaderin salladığı tekneler. Küçük taşlar ne kadar şanslı. Kimliksiz, sıradan ve benzeş diğerlerine. Taşa kimliğini veren sanata hasretim. Fazlalığını alıp onu ölümsüzleştiren sanatkâra!
Bu lodos sarsıyor bedenimi. Bu rüzgâr sarsıyor ruhumun menteşesi laçka kapısını. Sırtı kanla kaplı asfaltlar ürkütüyor beni..
Esen bu lodos sarsıyor bedenimi. Ruhum bir vestiyer kostümlerime. Ve yollar; üzerinde yeni çiğnenmiş bir köpek cesetleri. Ölümün aşısını bulamadı ki Louis Pasteur! Yaşam ucuz bu ülkede. Bir fren fiyatına bir demet ölü! Bir aşı bedeline ağız dolusu köpük. Arabalardan sarkan insan yüzleri.
Ne kadar da dikkatliyiz ölü hayvanları ezmemek için!
Damlarda donuyor kuşlar ve gazeteler ölü, uçmayan kuşlara ağıt yakıyor. Dirileri sokakta bakımsız, kimsesiz, sessiz. Otobana serili insan cesetleri. Flaşlar ardı ardına patlıyor, tepe ışıkları, sahne ışıkları. Beyaz kâğıtta netlik ayarları, asfalta yayılan kanda karanlığın soğuk tonu. İnsanlar bayramda, yağlı ilmeği tartışırken, ölümün kemendi boyunlarımızda geziniyor. Martılar, bulutlar kadar yüksekte. Minik gagalarında ıslak hüzünleri. Köpekler derileri asfalta yapışmış, sonsuza kaymış gözleri. Ve insanlar otobanda bedenleri, üzerinde bayramlık giysileri!
Şu kanadına güneş konan martı kadar haz alabiliyor muyum gökyüzünden?
Ve ben, üzerine oturduğum şu kayadan ne kadar fazla hisliyim?
Denize attığım taş, kişiliğime meydan okuduğu için mi uzaklarda şimdi? Denizi bir kâğıt gibi yırtmak istiyorum, vestiyerimdeki tüm kostümlerimi yakarak!
Martı ağlıyor çünkü!