Ana Sayfa HABER Magdeburg saldırısını anlamak için izlemelisiniz; Furia

Magdeburg saldırısını anlamak için izlemelisiniz; Furia

Aşırı sağ ideolojileri ve bunların toplum üzerindeki etkilerini konu alan film ve diziler, son yıllarda giderek daha fazla önem kazanıyor. Bu yapımlar, radikalleşme süreçlerini, şiddetin kökenlerini ve toplumsal tehditleri farklı açılardan ele alıyor.

M. NEDİM HAZAR | YORUM

2011’de Norveç, tarihinin en büyük terör saldırısını yaşadı. Kayıtlara ‘2011 Utøya Katliamı’ olarak geçen bu terör saldırısı, başta Norveç olmak üzere Avrupa’da körüklenen faşizmin kodlarına ilk ve en önemli örneklerden biriydi.

22 Temmuz 2011’de aşırı sağcı terörist Anders Behring Breivik tarafından iki aşamada gerçekleşen saldırının ilk aşamasında Oslo şehir merkezinde hükümet binalarının bulunduğu bölgede bir bomba patlatıldı. Bu saldırıda 8 kişi hayatını kaybetti ve çok sayıda kişi yaralandı. Öğleden sonra 15.25’te gerçekleşen bu patlamanın ardından Breivik, İşçi Partisi’nin (Arbeiderpartiet) gençlik kolunun Utøya Adası’ndaki yaz kampına yöneldi.

Polis kılığında adaya gelen Breivik, yaklaşık 72 dakika boyunca kamp katılımcılarına ateş açtı. Bu saldırıda 69 kişi hayatını kaybetti ve kurbanların çoğu 14-19 yaş arasındaki çocuklar ve gençlerdi. 319 kişiden 33’ü kurşunla yaralandı. Çok sayıda genç yüzerek veya teknelerle adadan kaçmaya çalıştı.

Anders Behring Breivik, saldırıdan önce 1500 sayfalık bir manifesto yayınladı. Bu manifestoda İslam karşıtı ve aşırı sağcı görüşlerini dile getirdi. Saldırıyı İşçi Partisi’nin göçmen politikalarını protesto etmek için gerçekleştirdiğini söyledi. 2012’de 21 yıl hapis cezasına çarptırıldı, bu Norveç’te verilebilecek maksimum cezaydı.

Olay Norveç toplumunda derin yaralar açtı ve aşırı sağ ideolojilerin tehlikesine dikkat çekilmesini sağladı. Birçok film ve dizi bu olayı konu edindi. Utøya’da kurbanlar için anıt inşa edildi ve Norveç’in terörle mücadele ve güvenlik politikalarında değişikliklere gidildi.

Saldırı, Avrupa’da aşırı sağ terörizmin yükselişine dikkat çeken önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Utøya Katliamı, barışçıl ve demokratik bir toplum olarak bilinen Norveç’te böyle bir vahşetin yaşanabileceğini göstermesi açısından da büyük bir şok etkisi yapmıştı.

Aslında bu olay münferit değildi, yıllardan beri Avrupa’da derinden derine oynanan tehlikeli bir oyunun ilk neticelerinden biriydi.

Bilindiği üzere son yıllarda Avrupa genelinde aşırı sağ hareketlerin ve popülist milliyetçi partilerin yükselişi, demokratik değerler açısından ciddi bir endişe kaynağı oluşturuyor. Bu yükseliş, ekonomik krizler, göç dalgaları ve sosyal değişimlerle birlikte ivme kazanmış durumda.

2008 küresel ekonomik krizi sonrasında başlayan süreç, 2015’teki mülteci kriziyle yeni bir boyut kazandı. Özellikle Suriye iç savaşından kaçan milyonlarca insanın Avrupa’ya yönelmesi, aşırı sağ partilerin göçmen karşıtı söylemlerini güçlendirmelerine zemin hazırladı. Macaristan’da Viktor Orbán, İtalya’da Giorgia Meloni, Türkiye’de Tayyip Erdoğan, Fransa’da Marine Le Pen gibi siyasetçiler, bu süreçte önemli siyasi başarılar elde ettiler. Putin ve Trump gibi otorite hevesli liderlerin de koltuk çıkmasıyla bu mesele bugün dünyamızın en önemli sorunlarının başında geliyor.

Aşırı sağın yükselişi sadece seçim sonuçlarında değil, toplumsal hayatta da kendini gösteriyor. Almanya’da NSU cinayetleri, Norveç’te Utøya katliamı, Yeni Zelanda’da Christchurch saldırısı gibi şiddet olayları, aşırı sağ ideolojinin tehlikeli boyutlarını gözler önüne serdi. İnternet ve sosyal medya platformları, bu radikal fikirlerin yayılması için verimli bir zemin oluşturuyor.

Aşırı sağ hareketlerin ortak özellikleri arasında göçmen karşıtlığı, İslamofobi, AB karşıtlığı ve milliyetçilik yer alıyor. Bu hareketler, genellikle “geleneksel değerlerin korunması” ve “ulusal kimliğin savunulması” gibi söylemlerle taraftar topluyorlar. Ekonomik zorluklar ve işsizlik gibi sorunların sorumlusu olarak göçmenleri ve azınlıkları göstermeleri, toplumsal kutuplaşmayı derinleştiriyor.

2016 Berlin Noel Pazarı Saldırısı, Almanya’nın yakın tarihindeki en kanlı terör eylemlerinden biri oldu. 19 Aralık 2016 akşamı saat 20.02’de, Berlin’in Charlottenburg-Wilmersdorf bölgesindeki Breitscheidplatz’da bulunan Noel pazarında gerçekleşen saldırıda 12 kişi hayatını kaybetti, 56 kişi yaralandı ve pazardaki çok sayıda stant tahrip oldu.

Saldırıyı gerçekleştiren Tunuslu Anis Amri, 24 yaşında ve IŞİD bağlantılı bir teröristti. İltica başvurusu reddedilmiş ve sınır dışı edilmesi gereken Amri, Alman istihbaratının takibindeydi. Saldırı günü bir Polonyalı TIR şoförünü öldürerek aracı gasp eden Amri, TIR’ı Noel pazarındaki kalabalığın üzerine sürdü.

Saldırının ardından kaçmayı başaran Amri, 4 gün boyunca Avrupa’da kaçak olarak dolaştı ve nihayetinde 23 Aralık’ta İtalya’nın Milano kentinde polis ile girdiği çatışmada öldürüldü. Bu olay, dönemin Şansölyesi Angela Merkel’in göçmen politikasının büyük eleştiri almasına neden oldu.

Saldırı sonrasında Almanya’da güvenlik önlemleri önemli ölçüde artırıldı. Noel pazarlarında beton bariyerler zorunlu hale getirildi, göçmen politikalarında sıkılaştırmaya gidildi ve istihbarat ve güvenlik birimlerinin yetkileri genişletildi. Bu saldırı, Almanya’nın göçmen politikalarını ve güvenlik önlemlerini yeniden gözden geçirmesine neden oldu ve ülkedeki Noel pazarlarının güvenliğinde kalıcı değişikliklere yol açtı. Saldırı, Alman toplumunda derin bir travma yarattı ve toplumsal güvenlik algısının değişmesine neden oldu.

Ve son saldırı Magdeburg…

2016 saldırısının üzerinden 8 yıl geçmişti. Almanya’nın Magdeburg kentinde 20 Aralık 2024 akşamı gerçekleşen Noel pazarı saldırısı, Avrupa’daki terör tehdidinin değişen yüzünü gözler önüne serdi. Beş kişinin hayatını kaybettiği ve 41’i ağır, 200’den fazla kişinin yaralandığı saldırı, klasik terör profillerinin dışında bir fail tarafından gerçekleştirildi. Suudi Arabistan kökenli 50 yaşında bir psikiyatrist olan Taleb al-Abdulmohsen’in gerçekleştirdiği saldırı, Avrupa’daki güvenlik algısını ve terörle mücadele stratejilerini yeniden sorgulatıyor.

Saldırganın profili, terör analizlerini karmaşıklaştıran yeni bir boyut getirdi. İslam karşıtı görüşleriyle tanınan ve Almanya’nın aşırı sağcı AFD partisinin destekçisi olan al-Abdulmohsen, 2006’dan beri Almanya’da yaşıyor ve bir psikiyatrist olarak çalışıyordu. “We Are Saudis” adlı bir web sitesi üzerinden Suudi kadınların ülkelerinden kaçmalarına yardım ettiğini iddia eden saldırgan, sosyal medyada 47.000 takipçiye sahipti ve Almanya’nın göçmen politikalarını sert bir şekilde eleştiriyordu.

Olayın en çarpıcı yönlerinden biri, Suudi Arabistan’ın saldırgan hakkında Alman makamlarını defalarca uyarmış olması. 2007-2008 yılları arasında Suudi yetkililer, al-Abdulmohsen’in iadesini talep etmiş ancak Alman makamları, şüphelinin can güvenliği gerekçesiyle bu talebi reddetmişti. Bu durum, uluslararası güvenlik iş birliği ve istihbarat paylaşımının önemini bir kez daha ortaya koydu.

Saldırının gerçekleştiği Noel pazarı, Alman kültüründe özel bir yere sahip ve geleneksel barış ve huzur sembolü olarak görülüyor. Şansölye Olaf Scholz’un deyimiyle “Almanya’da bundan daha barışçıl ve neşeli bir yer olamaz.” Bu sembolik mekâna yapılan saldırı, toplumsal travmayı derinleştirirken, kurbanlar arasında 9 yaşında bir çocuğun bulunması toplumsal acıyı daha da artırdı.

Olay, Almanya’nın güvenlik politikalarında ciddi sorgulamalara yol açtı. 2016’daki Berlin Noel pazarı saldırısından sonra alınan önlemlere rağmen, benzer bir saldırının gerçekleşebilmiş olması, mevcut güvenlik protokollerinin yeterliliğini tartışmaya açtı. Berlin başta olmak üzere birçok şehirde Noel pazarlarındaki güvenlik önlemleri artırılırken, bazı şehirler dayanışma amacıyla pazarlarını geçici olarak kapattı.

Saldırının politik yansımaları da dikkat çekici oldu. İçişleri Bakanı Nancy Faeser’in saldırganı “İslamofob” olarak nitelendirmesi, AfD lideri Friedrich Merz’in olayın “alışılagelmiş kalıpların dışında” olduğunu vurgulaması, Almanya’daki siyasi tartışmaların yeni bir boyut kazanmasına neden oldu. Bu durum, özellikle 2024 Şubat’ında yapılacak erken seçimler öncesinde göçmen politikaları ve güvenlik konularının daha da önem kazanacağını gösteriyor.

Toplumsal tepkiler de dikkat çekiciydi. Magdeburg sakinleri kilise yakınında oluşturdukları anma noktasında bir araya gelirken, futbol maçlarında yapılan saygı duruşları, Alman toplumunun yaşanan acıyı sahiplendiğini gösterdi. Ancak olay, toplumda var olan kutuplaşma riskini de artırdı ve göçmen kökenli vatandaşlar arasında endişeye yol açtı.

Magdeburg saldırısı, modern terörizmin karmaşık yapısını ve öngörülemezliğini ortaya koydu. Klasik terör profillerinin dışında gelişen bu olay, güvenlik hizmetlerinin yeni tehdit türlerine karşı hazırlıklı olması gerektiğini gösteriyor. Ayrıca, toplumsal entegrasyon, radikalleşme ve göçmen politikalarının yeniden değerlendirilmesi ihtiyacını ortaya çıkarsı açısından da önemli.

Uzmanlara göre bu olay, Avrupa’nın güvenlik paradigmasında önemli bir dönüm noktası olabilir. Saldırının ardından alınacak önlemler ve yapılacak düzenlemeler, sadece Almanya için değil, tüm Avrupa için yeni bir güvenlik anlayışının şekillenmesinde belirleyici olacak. Bu bağlamda, toplumsal uyum ve güvenlik arasındaki hassas dengenin korunması, gelecekteki politikaların en önemli hedefi olarak öne çıkıyor.

Magdeburg olayı üç yıl önce izlediğim bir diziyi hatırlamama sebep oldu. Furia isimli bu dizinin değerini şimdi çok daha iyi anlıyorum. 

Tehlikeyi bildiren dizi: Furia

Furia (2021), Norveç yapımı politik bir gerilim dizisi olarak öne çıkıyor. Gjermund Eriksen’in imzasını taşıyan yapım, günümüz Avrupa’sındaki aşırı sağ tehdidini ele alıyor. Dizi, iki ana karakter etrafında şekilleniyor: Rus mafyasından kaçarak kızıyla birlikte küçük bir Norveç kasabasına sığınan polis Asgeir (Pal Sverre Hagen) ve aşırı sağcı bir terör hücresine sızmış gizli ajan Ragna (Ine Marie Wilmann).

2011’deki Utøya katliamından ilham alan dizi, Avrupa’daki aşırı sağın yükselişini ve radikalleşmeyi işliyor. Göçmen karşıtlığı ve İslamofobiyi ele alan yapım, 100 milyon Norveç kronu (yaklaşık 9.5 milyon euro) bütçeyle çekilmiş bir Norveç-Alman ortak yapımı.

Magnus Martens ve Lars Kraume’nin yönetmenliğini üstlendiği dizinin ilk bölümleri Norveç’te geçiyor, daha sonra aksiyon Berlin’e taşınıyor ve hikaye Avrupa çapında büyük bir terör saldırısını engelleme çabasına odaklanıyor.

Eleştirmenler dizinin gerçekçi ve güncel bir konuyu işlemesini, güçlü oyunculuk performanslarını, etkili gerilim sahnelerini ve karmaşık karakterlerini takdir etmekle beraber son dört bölümde tempo düşüşü yaşanması, bazı politik entrikaların yüzeysel kalması ve kimi zaman aşırı iddialı komplo teorilerine yer verilmesini eleştirmişti.

Ancak bugün gelinen durumda dizide geçen karakterlerin ve komplo teorisinin hiç de uçuk olmadığını ispatlıyor.

Aşırı sağ ideolojileri ve bunların toplum üzerindeki etkilerini konu alan film ve diziler, son yıllarda giderek daha fazla önem kazanıyor. Bu yapımlar, radikalleşme süreçlerini, şiddetin kökenlerini ve toplumsal tehditleri farklı açılardan ele alıyor.

Özellikle Avrupa’da aşırı sağın ayak seslerini anlatan sinema filmi ve dizi sayısı hiç de az değil.

İsterseniz bunlara bir göz atalım.

Biraz önce kısaca bahsetmeye çalıştığımız modern dönem yapımları arasında öne çıkan “Furia” (2021), Norveç yapımı bir dizi olarak Avrupa’daki çağdaş aşırı sağ örgütlerin iç yapısını ve işleyişini detaylıca inceliyor. Utøya katliamından esinlenen yapım, özellikle sosyal medyanın aşırı sağ propagandadaki rolüne odaklanıyor. Benzer şekilde, Alman yapımı “Je Suis Karl” (2021), yeni nesil aşırı sağın “temiz” yüzünü ve sosyal medya stratejilerini ele alırken, gençlik hareketleri üzerinden ilerleyen modern aşırı sağcılığı analiz ediyor.

Klasikleşmiş yapımlar arasında yer alan “American History X” (1998), Neo-Nazi ideolojisinin aile içi dinamiklere etkisini ve şiddet döngüsünü derinlemesine işliyor. Avustralya yapımı “Romper Stomper” (1992) ise aşırı sağcı gençlik çetelerinin iç dinamiklerini ve göçmen karşıtı şiddetin psikolojik altyapısını çarpıcı biçimde yansıtıyor.

“Conspiracy” (2001) Wannsee Konferansı’nı konu alarak Nazi bürokrasisinin “Nihai Çözüm” planını nasıl sistematikleştirdiğini gösteriyor.

Deneysel ve sosyal inceleme yapımları arasında Alman yapımı “The Wave” (2008), bir lise öğretmeninin otoriterlik deneyi üzerinden faşizmin günümüz toplumunda nasıl yeşerebileceğini gösterirken, İngiliz yapımı “This is England” (2006) 1980’ler İngiltere’sinde skinhead kültürünü ve aşırı sağa evrilişini inceliyor.

Yeni nesil yapımlar arasında “Skin” (2018), gerçek bir hikayeden uyarlanarak bir Neo-Nazi’nin değişim sürecini anlatıyor. “Imperium” (2016) ise bir FBI ajanının beyaz üstünlükçü gruplara sızma operasyonunu konu alarak modern aşırı sağ örgütlerin farklı katmanlarını gösteriyor.

1972 yapımı “Cabaret”, Nazi Almanyası’nın yükselişini Berlin’deki gece hayatı üzerinden anlatırken, faşizmin gündelik hayata sızma sürecini müzikal formunda bir politik eleştiri olarak sunuyor. Tüm bu yapımlar, aşırı sağ ideolojinin farklı dönemlerdeki tezahürlerini, toplumsal etkilerini ve bireysel travmalarını çeşitli açılardan ele alıyor.

Bu filmler ve diziler, özellikle son dönemde aşırı sağın “modernleşmiş” yüzünü ve sosyal medya üzerinden örgütlenme biçimlerini vurgularken, klasik yapımlar ideolojinin temel dinamiklerini ve şiddet potansiyelini inceliyor. Her bir yapım, kendi döneminin toplumsal ve politik atmosferini yansıtırken, aşırı sağ ideolojilerin evrensel tehlikelerini de gözler önüne seriyor.

 

1 YORUM