YORUM | M. NEDİM HAZAR
Tarih boyunca ortaya çıktığı andan itibaren toplum ve otorite tarafından dışlanmayan, şeytanlaştırılmayan sosyal yapı, din ve inanç yoktur.
Genellikle “Hüzün dönemi” olarak adlandırılan bu dönemlerin uzunluğu ise değişkendir.
Hz. Peygamber zamanında 5 yıllık bir boykot süresi vardır ki, inanılmaz baskı ve zulüm dönemidir bu.
Hz. İsa’nın havarileri için ise bu süre inanılmaz uzunluktadır, tam 300 yıl.
M.S. 313 Milano fermanına kadar Hristiyanlar özgürce ibadet yapamamıştır.
Dahası ise 4. yüzyıla kadar herhangi bir Hıristiyan tapınağı yoktur.
En azından aleni bir ibadethaneleri olmamıştır Hristiyanların.
Hristiyanlığın bir tür tarihi de sayılan Aziz Yuhanna’nın (St. John) yazı ve mektupları bu alanda çok geniş bir malumat hazinesi sunar.
M.S. 95 yılında Roma İmparatoru Domitianus kendisine tapılsın diye Ephesus’ta görkemli bir tapınak yaptırdı.
Ancak pagan halk arasında İsa öğretileri bir şekilde dilden dile dolaşıyordu.
Görünürde hiç Hristiyan yoktu.
Malum Hz. İsa’nın vazifesini tamamladığı son ana kadar toplam Hristiyan sayısı 12 bile değildi (Biri münafıktı çünkü).
Peki bu kadar az inananı olan bir din nasıl olur da 300 yıl yer altında yaşamaya ve yayılmaya devam edebilmişti.
İsa’dan henüz 100 yıl bile geçmeden Domitianus bu hakikati fark ettiği anda, baş düşmanı ve şeytan olarak gördüğü Aziz Yuhanna’yı huzuruna çağırtı ve mucize göstermesini istedi.
Meşhur kızgın yağa el sokma hadisesinin işte o zaman yaşandığı söylenir.
Bu olayın akabinde Yuhanna Patmos adasına sürgüne yollandı.
O güne kadar zaten dinlerini gizlice yaşayan Hıristiyanlar artık tamamen kayıt dışına itildi.
İlk kiliselerin hemen hepsi gizlice inşa edildi. Genellikle mağaralar bu iş için kullanılıyordu.
Bunlardan en eskilerinden olan biri de Antakya’da bulunan Saint Pierre Kilisesi’dir.
Çok enteresan bir ibadethanedir burası.
Aziz Petrus Kilisesi de denilen bu dini yapı, Stauris Dağı’nın batısında kayalara oyulmuş 13 metre derinliğinde, 9,5 metre genişliğinde ve 7 metre yüksekliğinde bir mağaradan oluşmakta. Antakya’daki ilk Hristiyanların gizli toplantıları için kullandıkları bu mağara Hristiyanlığın en eski kiliselerinden biri olarak kabul edilir.
İncil’in Resullerin İşleri bölümünde Barnabas’ın Tarsus’a giderek Pavlos’u Antakya’ya getirdiği, Antakya’da bir yıl birlikte çalışarak Hristiyanlığı yaydıkları ve bu dine inananlara ‘Hristiyan’ adının verilmesinin Antakya’da gerçekleştiği bilinmekte.
Bu bilgilere ek olarak Pavlos’un Galatyalılara yazdığı mektupta Antakya’ya gelen Petrus ile Hristiyanlığın o günkü durumunu tartıştığını belirtmekte. Hristiyan geleneği Petrus’u Antakya Kilisesi’nin kurucusu ve burada oluşan Hristiyan topluluğun ilk başpapazı olarak kabul etmiş.
Kilisenin erken döneminden günümüze sadece taban mozaiğinin parçaları ve sunağın sağında, duvar boyamalarının izleri kalmış. Dağa açılan tüneli bir zamanlar burada toplanan Hristiyanların baskınlar sırasında kaçmak için kullandıkları biliniyor. Kayalardan sızarak yalakta toplanan su vaftiz için kullanılmış. Son yıllara kadar ziyaretçilerin şifalı kabul ederek içtikleri, hastalara götürdükleri bu su sızıntısı depremler nedeniyle azalmış.
İlk inşa edilen kiliselerde unutulmayan en önemli bölümler, kaçış tünelleriydi.
İki, bazen üç ayrı tünel bulunurdu.
Tünel dediğime bakmayın, çok dik eğimli, ancak zayıf bir insanın sığabileceği ve genelde diğer alternatifler tercih edildiğinde içinden çıkılamayan, ölüm labirentleriydi bunlar.
Erken dönem Hıristiyanları Romalı ve pagan askerlerden kaçmak için bunları kullanırdı.
Bütün bu mevzuya girme sebebim var elbette.
Son birkaç gündür Müge Anlı’nın programında Bursa’da yaşanan bir kayıp olayı ilgimi çekti.
Kadir ya da Kadri isimli 75 yaşındaki bir amcadan bahsediliyor Müge Anlı’da…
Kadri amca birdenbire ortadan kaybolmuş.
Enteresan biri olan Kadri bey, dağlardan kimsenin yerini bilmediği otlar toplayıp, yurtdışına bile yollayan bir bitki uzmanıymış.
Adına İmparator ya da Hükümdar Otu dediği bir ot ile başta bir takım cinsel rahatsızlıklar olmak üzere pek çok maraza şifa olduğunu iddia ediyormuş.
Maranki’nin eğitimsiz hali gibi düşünün. Milletin çaresizliğini biraz suistimal etmekten başka bir şey değil bana sorarsanız.
Neyse esas mesele ot filan değil, Kadri Amca yıllardan beri ailesi başta olmak üzere tüm çevresine gizli bir mekan bulduğunu, içeri girişin zor olduğunu ve içeride yedi sülalelerine yetecek altın olduğunu söylüyormuş ama kimseyi inandıramıyormuş.
İşin daha ilginç kısmı ise, iki kattan oluşan bu mağaraya giriş, ancak bir insanın sığabileceği bir deliktenmiş.
Kadri amca “Benle birisinin gelmesi ve beni iple aşağı sarkıtması lazım, yoksa ben kendim girdikten sonra tek başıma çıkamam. Hele altınları alıp hiç çıkamam!
Müge Anlı bir haftadır Bursa’da gündem.
AFAD’dan jandarmaya kadar yüzlerce kişilik ekipler Kadri Amca’yı arıyorlar.
Ancak esas mesele çoktan Kadri Amca’yı aramanın dışına taşmış durumda.
Bursa kamyonlar dolusu altını bulmak için define arayıcılarının hedefi haline geldi.
Yüzlerce defineci bölgede dağ taş demeden bu gizli mağarayı arıyor.
Müge Anlı araştırıp bilgi sahibi olmak yerine ortada bir yerde durmayı tercih ediyor.
Buranın büyük ihtimal bir kilise olduğunu ve içinde şamdanların, heykellerin, haçların olabileceğini söylüyor.
Doğru yanlış onlarca başka şahit de ortaya çıktı.
Kimi mağaraya indiğini ve zar zor tekrar çıktığını, içeride su olduğunu, duvarların ıslak olduğunu, feneri tutuklarında karşı duvarda sarı sarı parlayan şeyler olduğunu söylüyor mesela.
Kadri Amca’nın oğlu ve gelini ise, kayıp babalarının iki arkadaşının onu mağaraya indirip, orada ölüme terk ettiklerini, şu anda sustuklarını, olay unutulunca oraya gidip altınları almayı düşündüklerini ileri sürüyor.
İşin, bir gazetecinin üzerinde konuştuğu meseleyi araştırmak yerine meselenin magazinini parlatması kısmını bir kenara bırakacak olursak, başta Bursalılar olmak üzere, Müge Anlı ve ekibine, definecilere acı haberi vereyim: Evet orası bir kilisedir. Ve orada bir tek gram bile altın yoktur.
Çok büyük ihtimalle erken dönem Hıristiyanlara ait gizli bir kilise.
İçinde büyük bir gizlilikle dinlerini yaşayan ve yayan Havari sonrası Hristiyanlar yaşamıştır ve onların da değil altını, tek sikkesi bile olduğunu sanmıyorum.
Altın kırıntılarına üflediğimizde işin gerçek boyutu ise şu:
Tarihin her döneminde inançlarını, düşüncelerini yaşamak isteyenler, tiranlar, zorbalar, krallar ve diktatörler tarafından dışlanmış ve sürülmüş, gizli olarak yaşayıp ibadetlerini yapmak zorunda kalmış. İnançlarını yaymaya çabalamışlardır. Trajik olan ise, üzerinden 2 bin yıl geçtikten sonra birlerinin olayın hakikat kısmını ıskalayıp altınlara yoğunlaşması.
Aşırı politik ya da tartışmalı hatta tehlikeli sularda yüzen dini yazılardan yorulanlar için, Türkçe’nin güzel kullanımının tüm yazıda bulunacağı, hem bigilendiren hem de dinlendiren, ciddi bir birikimin ürünü yazıları sizin kaleminizde bize lutfeden Allah’a hamd olsun. Sizleri de tebrik ediyorum sayın Nedim Bey! Çok teşekkürler!
Nedim Bey,
Hababam sınıfı müziği gibi başladınız, önce hüzün, sonra neşe, finalde yeniden hüzün.
Yazınızın son cümlesini okuyana kadar, “GARİP”lerin, İlk Hz. İsa devri müminlerinin hikayelerine odaklanmaktan daha çok, dehlizlere, o fantastik yaşam biçimine ve altın hikayesine odaklandım.
Roma Devri Müminlerin hikayesinin modernini yaşıyoruz, yaşadık oysa.
El elin eşeğini türkü çağırarak ararmış.
Kulağıma küpe olsun, tekrar alıntılayayım o son cümlenizi:
“Trajik olan ise, üzerinden 2 bin yıl geçtikten sonra birlerinin olayın hakikat kısmını ıskalayıp altınlara yoğunlaşması.”
——–
Dün AİHM önündeydim. 2000 yıl sonra benzer hikayeler.
Adalet çağırılarını, JUSTİCE JUSTİCE diye bağırmalarım içinde, içimden hiç çıkmayan bir duygu.
Bir ortadoğu ülkesinin klasikleşmiş sorunları, klasikleşmiş protestolar, duya duya alışılmış sloganlar.
Yazınızdaki o dehlizlere bakarken, buralar o devrin camileriydi, ibadethaneleriydi düşünce kimin aklından geçti ki,
Ne ermişler, ne gönül ehli, hak dostu mümin buralarda ne manevi haller yaşadı kimbilir fikri hiç oluştu mu ki..
AHİM önünde toplanan bizleri izleyenlerin, duyanların toplanan kitlenin farklılığına dikkat fikri akla gelsin.
Ayrıcalığı kendime atfetmiyorum.
Bu nedenle zaten gerçekleri hatırlayıp, rahatsız oluyorum.
Dün Avrupaya bir şekilde bulaşmış bir Ortadoğu ülkesinin sorunlarının protestosu.. Asıl görevi bu olan mahkemenin o sessiz sedasız yok saymışçasına hali vardı benim yanımda.
2000 yıl öncesinin Müminlerinin o herşeye rağmen Hak yolunda sebat edişi halinin olmaması gibi zihnimde.
Romalılardan kaçan insanlar duygusu gibiydi belli ki AHİM çalışanlarının göz ucu bakışları.
Tarihte çok olmuştur, ceberrutlardan kaçanların hikayeleri. Siyasi saiklerle sürülmeler, mahrumiyetler.
Masumluğun türü olmaz elbette.
Ama üzen, kendimizi bulduğumuz LİG.
Hz. Yusuf bir peygamber namzedi olsa da, kuyudaydı, kuyudan çıkarılıp satılırken herkes gibi bir köleydi de.
Kimin umrundaydı bir peygamberin evladı olmasının. Geleceğin peygamber namzedi olacağının.
Ve dehlizlere bakıyorum tekrar ihtimal 2000 yıl öncelerine ait.. Kim bilir içlerinde nice hak dostu, derviş, ermiş, Hz. İsayı görmüş mümin,mümine saklanmak zorunda kaldı orada diyorum.
DÜNKÜ AHİM önünde aklımdan çıkmayan ve beni için için rahatsız eden duygu da tam bu nedenle.
Siyasi nedenlerle otoriter bir idare tarafından cezalandırılmış bir Muhalif kitle.
Ne siyasi bir mülahaza vardı ortada, ne muhaliflik. Karınca kararınca Allah rızası için bir işin ucundan tutmuş olmanın ruh hali dışında bir niyet yoktu orta da ve ne gelmişse başa bu niyetten gelmişti akılda kalan.
Aihm’in açık penceresinden tek tük açık olanlar vardı. Göz ucuyla bakanı da pek görmedim ama o açık birkaç pencereden içeri sızan seslere karşı da, sanırım AHİM çalışanları başka ne düşünebilirdi ki diyordum.
Gözlerinin önündeki zulmü, tüm belgeleriyle, delilleriyle görmelerine rağmen yıllarca karara bağlamamış bir mahkemenin yanında protesto da ne düşünebilirdi ki benim gibi bir insan başka.
Tıpkı benim
2000 yıl sonra, mağara dehlizlerinin kendisine odaklanmam, altınlarda varmıdır ki acaba onlarla diye düşünmem gibi.
Kimin umrundaydı ki o topluluk içinde, valizini toplayıp dünyanın bir ucuna gidip Allah rızası için, karınca misali bir işin ucundan tutanların o topluluk içinde olduğunun.
Bir Rahibe Teresanız vardı hani hatırladınız mı, hayatını adamıştı diye kutsallaştırmıştınız, bu toplulukta en az onlarca Rahibe Teresa ruhunda kadın var ah bilsenizi diyememek.
T-Shirt lerimiz, çizgili olmasa da dikine yukarıdan aşağı inen sarı beyaz çizgiler, üzerindeki siyah el ve sarı rengiyle, DALDON KARDEŞLER gibiydik. Red Kit in hükümranlığında.
Kategorize edilmenin rahatsızlığının yanında, artık o kıyafetleri gönüllüce giymiştik üstelik. Zorla giydirilen hapisteki sevdiklerimizin hatırına.
Sorun o değil elbet, zincirlerle de bağlardık kendimizi de. Ah işte o görünmek yok mu, şu görüyor sanılan göz.
Onun gördüğü, bir kaç JUSTİCE sözünü duyan birkaç penceresi açık bir Mahkemeydi.
Oysa gerçeği en az oradakiler kadar iyi bilenlerin olduğu yerin hemen dibindeydik. Nice zulmler, hak hukuk ihlalleri ellerindeydi kanıtlarıyla delileriyle.
Tüm bunların arasında ıskalanan bir şey vardı.
Ne onların görebildiği, ne de bizim anlatabildiğimiz.
Dün o topluluk içinde, kendi Terasaları gibi onlarcası, yüzlerce kendi azizleri, müminleri gibi, Hz. Muhammedin temiz müminleri vardı.
Gözlerinin önünde olan tek şey,
Bir ortadoğu ülkesinin sıradan sorunlarının protesto edildiği bir kalabalıktı.
İşte kahredici gerçek gözümde buydu.
Dün hissettiğim en baskın duygu orada buydu.
Garip hissetmiştim.
Birbirimizin yanından ayrılmayarak binleri oluştursak da, hepi tepi birkaç bindik.
“Din garip doğmuştur, bir dün yine garip olacaktır” hadisindeki garipliği, hep farklı algılamıştım da,
bu gariplik, sanırım dün yerini buldu gözümde.
Ne TAM ANLAMIYLA biz kendimizi anlatabiliyorduk ne de onlar bizi ANLAYABİLECEK durumdaydı.
Gariplik buydu.
Roma Zulmunü görmüş Azizlerin hikayeleriyle büyümelerine rağmen.
Kutsadıkları Rahibe Teresaları olmasına rağmen.
Allah rızası için bir genç kıza rehberlik yaptığı için hapse atılmış bir kadın dün orada,
“Muhalif bir kadın bebeğiyle hapiste” olarak algılanıyordu.
“Adaletle bir saatlik hükmetme,1 yıllık ibadetten daha üstündür” hadisi gereği, tüm herşeyini kaybetme pahasına adaleti uygulayanlar dün orada,
“Muhalif oldukları için hapiste olan hakim, savcılar, öğretmenler vb” idi.
Bir tuhaf devir.
Sanırım Gariplik içindeki bir başka gariplikte bu.
Ahirzamana hoşgeldik.
“Gariplere müjdeler olsun”.