YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU
Osmanlı tarihinin en çok tartışılan padişahlarından birisi olan Abdülhamit, günümüzde bir “kült” olma yolunda hızla ilerliyor. Abdülhamit’in bugün Türk kamuoyunda takdim ediliş şekline bakan ve o döneme vâkıf olmayan birisi onu “büyük bir Fatih”, Osmanlı’yı zaferden zafere koşturan bir “Gazi Sultan” bile zannedebilir.
İttihat ve Terakki’nin muhalefetinde yayılan ve iktidarında da devam ettirilen “müstebit Padişah” söyleminin Cumhuriyet devrinde de sürdürülmesiyle Osmanlı Devleti’nin Vahdettin’den sonraki “en kötü padişahı” olarak takdim edilen Abdülhamit, bugünse Necip Fazıl’ın meşhur kitabıyla başlayan sürecin bir devamı olarak “Ulu Hakan” olarak tanıtılıyor.
“Eski bir İttihatçı” olan İsmet İnönü’nün “Meydan Larousse Ansiklopedisi” kendisine takdim edildiğinde ansiklopedi hakkında hüküm verebilmek için “Abdülhamit” maddesini okumanın yeterli olduğunu söylemesi gibi bugün de kişiler ve kurumlar hakkında Abdülhamit’e bakışının ölçü olması gelinen noktayı gösteriyor.
ABDÜLHAMİT’E MUHALEFET
Özellikle Abdülhamit’i “hiçbir hata yapmamış büyük bir dünya lideri” olarak gören kişiler o dönemde Akif ve Bediüzzaman’ın neden muhalefet ettiğini, hatta tahttan indirilmesi hakkındaki fetvayı neden tefsir âlimi Elmalılı Hamdi Yazır’ın kaleme aldığını anlamıyorlar.
“İslami hassasiyetleri” her zaman ön planda olan bu şahsiyetlerin muhaleflerinin anlaşılması aslında çok zor değil. Öncelikle Abdülhamit’in otuz üç yıl boyunca ülkeyi nasıl yönettiğine, nasıl bir yönetim sistemi kurduğuna, bu sistemde hangi özelliklerin öne çıktığına bakıldığında bazı yazarlar tarafından “İslamcı muhalif” olarak adlandırılan bu kişilerin Abdülhamit’e çok ağır sözlerle muhalefet etmelerinin gerekçeleri de anlaşılabilir.
Abdülhamit kısa süren bir meşruti idare sonrasında 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda yaşanan çok ağır mağlubiyetten sonra parlamentoyu feshetmiş ve yönetimi kendisinde toplayacak bir sistem oluşturmuştur. Amacı, bu sırada söylediği “artık ülkeyi dedem II. Mahmut gibi yöneteceğim” sözünde ifade edilmiş gibidir.
1839-1876 arasındaki Tanzimat döneminde Babıali’ye ve onun başındaki Sadrazama geçen gücü “tek başına” üstlenmiş, Hükümeti ve Sadrazamı sembolik bir şekle dönüştürmüştür. Sadrazamları sık sık değiştirmiş, bakanların atanmasından çoğu zaman Sadrazamın bile haberi olmamıştır. Sadrazamlık ve bakanlığın ilk şartı ise “sadakattir”. Bu durum sık sık değişikliklere neden olmuş, mesela A. Vefik Paşa’nın ikinci sadrazamlığı sadece iki gün sürmüştür.
Abdülhamit’in kurduğu rejimin temelinde Saray ve burada görev yapan bir “danışmanlar ordusu”, idaresini devam ettirebilmek için ihtiyaç duyduğu “hafiye teşkilatı” ve insanların birbirini gözetlemesine (tecessüs) dayanan “jurnalcilik” vardır.
Böyle bir iktidarın devamı için sınırlı bir hürriyet ortamı öngörüldüğünden hemen her alanda sıkı bir “sansür” öne çıkmakta, muhalifler ya ülke içinde “sürgünle cezalandırılmakta” ya da çareyi yurt dışına çıkarak “gönüllü sürgün” olmakta bulmaktadırlar.
YILDIZ SARAYI
Abdülhamit rejiminin kalbi olarak Yıldız Sarayı görülebilir. V. Murat’tan sonra tahta çıkan II. Abdülhamit seleflerinin aksine Boğazda yer alan “Dolmabahçe Sarayı” yerine Yıldız Tepesi’ni seçmiş ve burası “avuçlar dolusu altın sarf edilerek” yapılan ilave binalarla 500.000 metrekareden oluşan ve 12.000 kişinin yaşadığı büyük bir mekân haline gelmiştir.
Yıldız Sarayı sadece Padişahın yaşadığı yer olmayıp “yüksek duvarlar arkasındaki Hükümdarın görünmeden jurnaller, şifreli telgraflar ve fotoğraflarla ülkenin her yerini gözetlediği bir merkez” olmuştur. Padişah ise yılda iki defa bayram namazı için Dolmabahçe Camii’ne gidişi, bir defa da Hırka-ı Şerif ziyareti için Topkapı Sarayı ziyareti dışında Yıldız’ı terk etmemiştir.
Abdülhamit bütün askeri, siyasi, dini, iktisadi, mülki konuları Saray’da toplamış, Abdülmecid ve Abdülaziz’in tersine yetki devrine yanaşmamış, ülkedeki her şeyden haberdar olmaya çalışmış ve bütün gücü “mutlak monarşi merkezi yaptığı” Yıldız’a taşımıştır.
Muhalifler içinse Yıldız, “istibdadın sembolü” olarak görülmüş ve yaşanan bütün olumsuzlukların kaynağı olarak değerlendirilmiştir. Yıldız, halk ve aydınlar nezdinde rejimin “kaygı verici” bir simgesine dönüştüğünden Abdülhamit “Yıldız” kelimesinin gazete ve mecmualarda kullanılmasını yasaklamıştır. Bu nedenle M. Akif ve Bediüzzaman’ın eleştirilerinde de bir sembol olarak Yıldız Sarayı’nın görülmesi normal karşılanmalıdır.
HAFİYELİK VE JURNALLER
Abdülhamit devlet ricaline de güvenmediğinden iktidarının devamı için Hafiyelik teşkilatını güçlendirmiş, özellikle iktidarının son on beş yılında “jurnalcilik” bir yarışa dönüşmüş, sadrazamlar başta olmak üzere memurların çoğu Padişaha gönüllü “muhbirlik” yapma ihtiyacı duymuşlardır.
Başta İstanbul olmak üzere memurlar ve aydınların sürekli olarak hafiyeler tarafından takip edilme ve en yakınları tarafından “jurnallenme” korkusu yaşamaları, muhbirliğin geldiği boyutu göstermektedir. Jurnalciliğin bu kadar yaygınlaşmasının önemli bir nedeni de yanlış olduğu ortaya çıksa bile jurnallerin imha edilmemesi, hatta jurnalcilerin “yalan ve iftiradan dolayı” ceza verilmesi yerine duyarlılığından dolayı ödüllendirilmeleriydi.
Abdülhamit’in bu tutumu, jurnalciliğin artmasına neden olmuş ve kıskançlık, şahsi kin, düşmanlık, makam hırsı gibi nedenlerle birçok kişinin ihbar edilmesine ve hayatlarının karartılmasına yol açmıştır. Jurnal verenlerin rütbe ve makamla ödüllendirilmeleri sonucunda da “İstanbul’un yarısı, diğer yarısını tecessüs eder hale geldi”. Bu durum “düşük profilli” memurların sayısını da artırmıştır.
Hatta Abdülhamit’in suikast ihbarlarını ödüllendirdiğinin duyulmasıyla sadece yurtiçinden değil Avrupa ve Amerika’dan da Padişaha suikast yapılacağına dair ihbarlar yapılmıştır.
SANSÜR
Abdülhamit rejiminin diğer özelliği de matbuat hayatında yaşanan sansür uygulamalarıdır. Abdülhamit’in “vehminin” en ilginç ve bazen de komik bir şekilde yansıdığı alan, gazete ve kitaplar olmuştur.
Abdülhamit verdiği bir talimatla gazetelerin; memurların hırsızlık, zimmet gibi suçlarına dair haberler yapmalarını, yabancı ülke liderlerine suikast ve diğer ülkelerdeki isyan haberlerini yazmalarını yasaklamıştı. Talimata göre öncelikle; Padişahın sağlığının iyi olduğuna, ürün rekoltesinin arttığına, ülkenin hızla geliştiğine dair haberler verilecek, böylece 1881’de mali iflasını ilan etse de Osmanlı ülkesinde “her şeyin güllük gülistanlık” olduğu algısı oluşturulacaktı.
1888’de çıkarılan bir nizamname ile de ülkedeki bütün matbaa, kitap ve gazetelerin denetlenmesi, önceden izin alınmadan hiçbir eserin basılmaması kararlaştırıldı ve “sansür” Abdülhamit rejiminin vazgeçilmez bir niteliği haline geldi.
“Sansür” baskısıyla hareket eden dönemin “işgüzar memurları” Evliya Çelebi Seyahatnamesinin ilk altı cildini “muzır” sayarak yasakladıkları gibi Montesquieu, Voltaire ve Rousseau’nun eserlerine de sansür uyguladılar.
Ayrıca “Yıldız, Murat, anarşi, ihtilal” gibi kelimeler yasaklanmış, birçok yazar da sansürden kurtulmak için yazılarında “oto sansür” uygulama ihtiyacı duymuştur.
En acı olansa Abdülhamit’in aralarında dini yayınların da bulunduğu otuz bine yakın kitabı sansüre takıldığından yaktırmasıdır.
ENDİŞELİ PADİŞAH!
Abdülhamit yegâne emelinin “devlet ve milletin saadet ve selameti ve din-i Mübin-i İslam’ın bekası” olduğunu ifade etmekte, bunun için uğraştığını ve kendisi için bir talebinin olmadığını söylemekteydi.
Ancak kurduğu sistem tamamen güvensizlik üzerine inşa edildiğinden Padişahın vehmi zamanla daha da artmıştır. Alınan bütün tedbirlere rağmen “endişeli Padişah” Ermenilerin Yıldız’da bir suikastına maruz kaldığı gibi buna benzer birçok suikast de teşebbüs aşamasında önlenmiştir.
Hükümeti ve bürokrasiyi etkisiz hale getiren Yıldız Sarayı merkezli yapı, bakanlar ve memurları risk almaktan korkan ve ilk amaçları Padişaha yaranmak olan kişilere dönüştürmüştür.
Abdülhamit’in kurduğu bu düzen, dini söylemlere ve izlenmeye çalışılan İslamcılık politikasına rağmen Müslüman Arnavutlar ve Arapları da memnun etmediği gibi Elmalılı Hamdi ve Bediüzzaman gibi âlim zatların ve M. Akif gibi “İslam şairi” bir şahsın çok ağır eleştirilerine muhatap olmuştur.
İttihatçıların Meşrutiyeti ilan ettiklerinde Rumeli’deki vali, komutan ve kaymakamların desteğini almış almaları, Abdülhamit’in büyük değer verdiği hafiye teşkilatı ve jurnalciliğin de Abdülhamit’in iktidarının devamını sağlayamadığını göstermektedir.
Kaynaklar: N. Özlü, “II. Abdülhamit Devrinde Yıldız Sarayı”, Toplumsal Tarih, S. 206, 2011; G. Çetinsaya, “II. Abdülhamit Devri İç Politikası: Bir Dönemlendirme Denemesi”, Osmanlı Araştırmaları, S. XLVII, 2016; M. A. Beyhan, “II. Abdülhamit Döneminde Hafiyye Teşkilatı ve Jurnaller”, İlmi Araştırmalar, S. 8 (1999); F. Demirel, II. Abdülhamit Döneminde Sansür, İstanbul 2007.
bilgiler icin cok tesekkurler,
malesef her kesime Abdulhamit cok farkli anlatildi, bazilarina gore kahraman, bazilarina gore hain.
sizin yaziniz dengeyi ve hakikati ogrenmemize yardimci oluyor.
Tesekkurler
Not: Sitedeki diger tarihci yazar Prof.Dr.Osman Sahin bu konuya el atmadan yazi yazdiginiz icin de tesekkurler. Tarihi ve bilimsel gercekler yerine, bol bol alintinin oldugu tarafgir bir yazidan kurtulmus olduk sayenizde.
Evet, sıra Abdulhamid Han’a gelmişti. Iyi de sormazlar mį adama “agam eleyse biz poku neye yedik”?
Hocam her zamanki tarafsız ve makul açıklamalarınızdan dolayı ve özellikle başka bir yorumda yazıldığı gibi Prof Dr Osman Şahinden önce bu konuya el attığınz için teşekkürler. Yazı gayet aydınlatıcı ve açıklayıcı.
Tarihi tam olarak anlayıp Geleceğe sağlam bakmamıza vesile oluyorsunuz…
Tarihi hata ve sevapları ile doğru okumamız lazım…
Teşekkür ederiz…
Yazılarınız bizlere de ayrı ilham kaynağı oldu
https://mfatihgezer.wordpress.com/2018/10/08/kostantiniye-fatihinin-adalet-ruyasi/
Merak edilen bir konuya açıklık getirdiniz. En azından benim için böyleydi.
Allah’ın rızasını Hedef alarak yaşamayı ve sıratı müstakimden ayrılmadan hak olan şeyleri yazmayı hepimize hepinizi nasip eder inşallah.
Verdiğiniz emekten dolayı teşekkür eder Allah Celle Celalühü’ya ısmarlıyorum…
Değerli , Abdülhamiti dert eden tarihçilerinin;
hazret ne ara bu kadar fenalasmis. Bize , Abdülhamit cennet mekan olarak anlatmamıs miydiniz.
Eskiden anlatılan tarihi mantıkta “büyüklerimizi hayırla yaad edilim” var idiyse şimdi taktigimiz ne.
Tarih ilminde ilk öğretilen düstur pragmatizm mi acaba?
Değerli , Abdülhamiti dert eden tarihçilerinin;
hazret ne ara bu kadar fenalasmis. Bize , Abdülhamit cennet mekan olarak anlatmamıs miydiniz.
Eskiden anlatılan tarihi mantıkta “büyüklerimizi hayırla yaad edilim” var idiyse şimdi taktigimiz ne.
Tarih ilminde ilk öğretilen düstur pragmatizm mi acaba?
Belki yazinin 2.kisminda belirtilecektir ama bir hususu belirtmek isterim:
Sultan Abdulhamit`in cok dindar, siyasi deha.. olduguna ve bir suru guzel isler yaptigina dair bir suphemiz yok zaten. Ama bir insanin oyle olmasi yaptigi her icraatin hatasiz oldugunu gostermez, ayni sekilde kendisi ne kadar iyi olursa olsun etrafindakiler de onemlidir.
Ayrica dine mesafeli olanlarin Abdulhamite tumden karsi olmalari, bizim de Onun icraatlerini tumden kabul etmemizi gerektirmemeli. Malesef Onun bazi icraatlerinin benzerlerini gunumuze aktarmak isteyen cevreler var. Yaptiklarinin kotulugunu ve yanlisligini kamufle etmek icin Abdulhamiti kullaniyorlar.
Eger Abdulhamitin icraatlerini tumuyle ve tarafgirane kabul edersek, gunumuzdeki yanlislara da birsey deme hakkimiz kalmaz.
Ustad, M.Akif, Elmalili, M.Sabri gibi zatlar Abdulhamitin sahsiyetine degil bazi istibdat iceren icraatlerine itirazda bulunmuslar ve bence cok iyi yapmislar. Cunku bastaki dindar birisi dahi olsa icraatleri yanlissa ve ozellikle isin icinde Istibdat varsa dindar alimlere dusen tarafgir olmak degil itiraz etmektir.
Ustad ozellikle istibdatin cok ciddi bir tehlike oldugunu hayati boyunca vurgulamistir. Istibdat varsa hurriyet yoktur, hurriyet yoksa hicbir muspet gelisme olmaz. Islam Dunyasinin belki de en buyuk problemi istibdattir. Selamlar…
e kardesim o ki oyle
hocaefendi abdulhamidi niue yere goge sigdiramadi…
Allah Islah etsin. her kelamın her sözün vebali var. Ahiret inancı olmayanların bundan korkacağı birşey yoktur elbette. Gün geldiğinde pişmanlık duyacağınız söz ve yorumlar yapmış olacaksınız. Allah affetsin.