YORUM | MEHMET EFE ÇAMAN
Kürtler, Türk devletinin laik karakteri ile beraber 1980’den beri derin devletin ana meşruiyet kaynağı oldular. 1980’lerden beri ne kadar siyasi parti ve hareket varsa, derin devletin bu iki tanımlanmış “hassasiyetine” göre değerlendirin, hemen siyasi meşruiyet ve bu iki ana damar güvenlik kıstası arasındaki bağlantıyı göreceksiniz.
1923’ten beri Sevr Antlaşması’nın paranoyası ile muzdarip olan Türk devlet aklı, Kürtlerin siyasi varlığından büyük endişe duydu ve ne pahasına olursa olsun tek millet ve tek devlet konseptinin ana unsuru olan üniter ulus devletin varlığını sürdürmesi için gerçek veya potansiyel tüm Kürt siyasi hareketlerine karşı sert önlemlere başvurdu. Yine 1900’lerde Osmanlıcılık ve İslamcılık ideolojileri üzerine inşa edilebilecek potansiyel kimlikler, Türk kimliği karşısında ciddi bir tehdit olarak algılandı. Özellikle cumhuriyetin ilanını müteakip, devlete eklemlenen laik karakterle, seküler bir milli kimlik inşa edilmeye çalışıldı. Türklük aidiyeti, Müslümanlık aidiyetine göre öncelendi. Her ne kadar dozajında azımsanmaması gereken farklılıklar da mevcut olsa, ana hatlarıyla 1923 sonrası Türkiye’de dizginleri eline alan her türlü iktidarın ortak yönü, gerek devletin laik karakterine, gerekse de tek millet ve tek devlet düsturunun ete kemiğe bürünmüş hali olan milli üniter devlet nosyonuna uygun olmaktı.
SHP TECRÜBESİNDEN TEKRAR CHP’YE
1991’de bugünkü CHP olan Sosyaldemokrat Halkçı Parti ( SHP) ile ittifak yapan Kürt siyasi hareketi, Halkın Emek Partisi (HEP) adı altında onlarca milletvekilini meclise soktu. 1993 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan HEP, Türk orta solu içinde sosyal demokrat ve ulusalcı ayrımının belirginleşmesine zemin hazırladı ve dönemin SHP lideri Erdal İnönü’nün başına ciddi bela açtı. Derin devletin yoğun baskılarına dayanamayan İnönü, siyasi Kürt hareketine mensup HEP milletvekillerini istifaya zorladı. Derin devlet, Türk orta solu içinde operasyon yapmış, potansiyel olarak sosyal demokratlığa evrilebilecek (ve hatta Türk-Kürt ulusal aidiyetleri dışında Avrupa tipi, sınıf ilişkilerini önceleyen rekabetçi ve iktidar alternatifi olabilme kabiliyetine sahip olabilecek) bir sol partiyi hizaya getirmiş, hatta bunu Milli Şef’in oğluna bizzat yaptırtmıştı. Böylece 1980 darbesi sonrası kurulan Veto Rejimi (askeri vesayet sisteminin teknik adı) Türk siyasetindeki etkisini korudu.
SHP içinde Deniz Baykal ve ekibi, ulusalcı derin yapının uzun kolu olmuştu. Bu yapı HEP operasyonu öncesinde 1989’da Paris’teki Kürt Konferansı’na katılan SHP milletvekillerinin partiden ihracında derin devlet adına ipi çeken taraf oldular. İnönü’nün aksine, Baykal SHP’nin “sistemle entegre” yapısından gayet memnundu. SHP her ne kadar Güneydoğu’da Kürt bölgelerinde aldığı oy oranını yüzde 35’lere dek yükseltebilmiş de olsa, derin devletin müdahalesinden sonra meydana gelen ayrışma Kürt siyaseti tarafından Türk devletinin milliyetçilik politikasının (Atatürk ilkelerinden biri) devamı olarak görüldü ve SHP Türkiye’nin sınıf tabanlı sosyal demokrat birleştirici unsuru olma şansını yitirdi. Tüm bu gelişmelere karşın İnönü, Milli Şef’in olu olarak değil, sosyal demokrasiye inanan, aydın bir akademisyen kimliği ile defalarca Baykal’ın genel başkanlık yarışında kendisine ve politikalarına meydan okumasına direndi. Bunun üzerine, İnönü’yü yenemeyeceğini anlayan Baykal ve hizbi, 1980’de kapatılan CHP’yi yeniden açtı ve bir grup milletvekili transferiyle CHP’ye geçti. Bunun üzerine gittikçe etkinliğini ve gücünü yitiren SHP, sonunda CHP çatısı altında CHP ile birleşerek ortadan kalktı.
Sınıf tabanlı Avrupa tipi sosyal demokrat hareket ise CHP içindeki nasyonalistlere (ulusalcılara) teslim oldu ve ortadan tümüyle kaybolmamakla beraber marjinalleşerek etkisini bütünüyle yitirdi. Kürt siyasetiyle yakınlaşmak, derin devlete ve nasyonalist solculara (ulusalcılara) büyük koz vermiş, İnönü ve sosyal demokrat ekibi ise bitirmişti. Böylelikle Kürt siyasetinin laneti, Türkiye’de sol hareketlerin daima kendi bekaları bakımından birincil olarak dikkate almaları gereken bir faktör oldu.
TÜRK SAĞI VE KÜRT MESELESİ
Peki ya Türk sağı? Türk sağı üzerinde derin devletin etkisi her daim sol hareketlere nazaran daha belirgin olmuştu. Ecevit öncesi zaten Türkiye’de son diye bir mevhum yoktu. Çok partili hayatın başlamasından beri CHP içinde ortanın soluna dönük bir yeni jenerasyon oluştu ve Ecevit İnönü’den genel başkanlığı alınca CHP’nin “sol parti” olma durumu kurumsallaştı. Ancak bu bir aldatmacaydı. Esasında Karaoğlan’ın solculuğu, çok ala Turka bir yapıyı işaret etmekteydi. İçinde hafif ekonomik ilişkiler ve uluslararası sol patentli feodalizm türü kavramlar eklemlenen, ama ana çatısı ulusalcılık (nasyonalizmin sol türü) olan bir siyasi yapı oluştu.
Bu durumda Demokrat Parti kökenlerinden gelen Adalet Partisi de bu madalyonun içinde biraz daha popülizm ve işveren sınıfı eğilimli, sağ milliyetçi soslu bir siyaset rotası belirledi. Süleyman Demirel de tıpkı Ecevit gibi devlet kavramını her zaman piyasanın da diğer değerlerin de önüne koyan ve üstünde tutan bir anlayışta oldu. Partilerin devleti temsil eden değil, devletin giysisini giyen ve “önceden belirli” politikaların dışına çıkmayan vesayet modelini benimsemeleri bakımından sağ partiler de daima derin devletin etki alanı oldular. Güvenlik politikası askerin tekeline terk edilen bir konu başlığıydı ve esasen “yüksek politika” alanı olarak tüm politikaların kırmızı çizgisiydi. Ve Kürt siyaseti, vesayet sisteminin öncelikli bir güvenlik alanıydı.
AKP’ye dek sağ partiler asla Kürt siyasetine el atamadı. Turgut Özal bir ara Kürt meselesine yönelik olarak derin devletten farklı bir tutum izlemeye kalktı ise de, somut adımlar atmak şöyle dursun, sorunun mevcut adının Türk yerleşik karar alıcı elitine, bürokrasiye ve “devlet aydınlarına” kabul ettirmeyi dahi başaramadı. Bu konuda motivasyonu olsa da, zaten ömrü vefa etmedi. Bu noktada Özal’ın ölümüne ilişkin yürütülen kanıtsız suikast iddialarına girmeyi yazının objektifliği bakımından doğru bulmuyorum. Ama Özal’ın kendisini çok derin ve tehlikeli sulara attığını da es geçmemek lazım. Yani Kürt siyasetinin laneti, Türk sağı bakımından da – kendi varlığı bakımından – önemli bir tehlike alanı oluşturmaktaydı.
AKP, TİPİK BİR SAĞ PARTİ DEĞİLDİ
AKP, Kürt sorununa çok farklı yaklaştı. Belki de tipik bir Türk sağı partisi olarak yaklaşmamasının ana sebebi, AKP’nin tipik bir Türk sağı partisi olmamasıydı. İslamcılık ideolojisinin Türkiye’deki temsilcisi Milli Görüş geleneğinden gelen bir parti olarak AKP devletle – derin devletle yani! – sorunlu bir partiydi. Cumhuriyetin diğer ana damar güvenlik kıstası olan Müslüman kimliğinin Türk kimliği ardına itilmesi meselesi ile, bunun ete kemiğe bürünmesi olan laiklik konseptinin karşısında bir kutup olarak, AKP siyasetçileri Türk devletinin bir “ötekisiydi”. Tıpkı Kürtler gibi, sisteme entegre olmak için kapatılan-yumuşayan-kapatılan-yumuşayan bir örüntü ile, 1980’lerden 2000’lere uzanan Türk siyasi karadeliğinde giderek sisteme entegre olan Milli Görüş, 28 Şubat post modern darbesi sonrasında “biz değiştik” diyerek kendilerini piyasaya yeni bir ambalajla sürdü. İslamcılıktan muhafazakârlığa gerileyen anti-laiklik damarı, askeri vesayeti sonlandırmak adına AB politikalarına yönelmekle eş güdümlü ilerledi. Böylece reformlar reformları kovaladı, askeri vesayetin (derin yapının) sahası giderek daraltıldı.
Kürt siyaseti, bu daralmanın neticesinde giderek derin devletin kontrolünden çıkan bir yer oldu. Erdoğan, Kürtlerin oyunu alabilmek için – ki bunda ayıp bir şey yok – birbiri ardına Kürt açılımları yaptı, sonunda da barış süreci ve Dolmabahçe Mutabakatı yapıldı. Bu sürece giden yolda Oslo görüşmelerine PKK ile görüşme üzere MİT’i görevlendirmekten tutun da, PKK lideri Öcalan ile görüşmeye, HDP milletvekillerini İmralı’ya aracı olarak göndermeye, Barzani’nin Kürt askerlerini Kuzey Irak’tan Türkiye toprakları üzerinden Suriye’ye sevk ettirerek YPG’nin Kobane’yi savunmasına destek olmaya, YPG lideri Salih Müslim’i defalarca Ankara’da ağırlamaya kadar bir sürü hamle yapıldı. Bunları yapan Erdoğan derin devleti çok, ama çok kızdırdı. Dahası Erdoğan TSK üzerine darbe davaları olan Ergenekon, Balyoz, Sarıkız, Ayışığı, Askeri Casusluk gibi davalarla giderek, aleni bir savaş başlattı. Bu davaların önemli deliller üzerine inşa edilmeleri yanında, aynı zamanda inanılmaz sulandırılarak ve muğlaklaştırılarak birçok masum askeri de kapsama alanına almalarıyla, bir zafiyet alanı ortaya çıktı. Bazı hukuksuzluklar, yasa dışı işlere bulaşmış subayların da pozisyonlarını toplum nezdinde güçlendirdi. Ortaya bir mağduriyet anlatısı çıkıverdi.
DERİN YAPININ YATTIĞI PUSU
Artık derin yapı pusuya yatmış, Erdoğan’ın açık vermesini bekliyordu. Fırsat, 17/25 Aralık soruşturmalarıyla altın tepside kendilerine adeta armağan edildi. Erdoğan “Türk ordusuna kumpas kuruldu” noktasına geriletilerek, derin yapıya biat ettirildi. Artık Erdoğan Demirel’in 28 Şubattaki rolüne benzer bir tür vitrin rolünü benimsemeye hazırdı. 15 Temmuz sonrasında hem Ergenekon ve türevi davaları üzerine yıktığı günah keçisi Cemaat’ten, hem de lanetinin gazabına geldiği Kürt siyaseti alanından ayrıldı, “sakin ve huzurlu” derin yapının oto-pilotuna bağlanarak, 1923 sonrası Türkiye siyasetinin olağan ve sıradan akışına kendisini koyuverdi.
Derin yapı bir taşta birkaç kuş vurmuş, hem Kürt siyaseti açılımını bitirmiş, hem AB demokratikleşmesinin sağladığı tüm hukuk devleti sahasını tarumar etmişti. Hem kendi adamlarını en hayati bürokratik aparat pozisyonlarına getirmiş, hem de fiilen yönetime ortak olmuştu. Tüm bunların yanında, İslamcıları kendi kontrolüne alarak, adeta Cumhuriyetin ilk yıllarında elde ettiği “devletle barışık” ve “nasyonalizmin aparatı haline devşirilmiş” bir İslamcılık ideolojisi yarattı. Erdoğan, artık nasyonalist bir cephenin vitriniydi. AKP bitirilerek devletin partisi yapılmış, MHP ve CHP’nin ulusalcı kanadı sağ ve sol nasyonalistler olarak bu cephede farklı işlevleri üstlenmekle beraber, derin yapının kafasındaki fabrika ayarlarını kayıtsız şartsız benimsemişlerdi.
Türkiye, Irak, İran ve Suriye arasında bölünmüş ve bu Ortadoğu bölgesel güçlerinin topraklarına yamanmış Kürtler, 1920’lerden beri anayasal güvencelerden ve anayasa ile tescil edilmiş bir kimlikten mahrum olarak varlığını sürdürüyor. Irak’ta son referandum sonrasında fiili olarak Kürtlerin durumunun diğer bölgelerden çok da ileride olmadığı – ya da olamadığı – görülmedi mi? Irak’ta nasıl büyük güçlerin siyaset motivasyonunda Kürtler ne ise, Irak’ta da odur. İran ve Türkiye’ye girmeye dahi gerek yok. Türkiye’deki siyasetin Kürtler bakımından mevcut acıklı tablosu bir yana, Türkiyeliler bakımından olan acıklı tablosu çok daha dramatik.
Demokrasinin başladığı ve bittiği yerde Kürtler var Türkiye’de. Ve aynı yerde, köşe başında duran, kendisini her daim meşrulaştırmayı başaran bir derin yapı. Mahzeninde sol-sağ (aralarında çok da fark mı var ki!) cenahtan birçok siyasetçi ve parti iskeletleri olan bu köşe, derin yapının hâkimiyet alanı. Bernard Lewis’in virüs olarak adlandırdığı nasyonalizm (milliyetçilik ve ulusalcılık – ikisi de aynı şey), Türkiye’de bir kez daha ana kimlik olduğunu ispat ederken, iplerin kimin elinde olacağına dair en önemli gerekçe ve sonsözü kimin söyleyeceğinin ideolojisi olduğunu gözler önüne serdi. Erdoğan can havliyle kendisini kendi için “doğru olan tramvaya” atarken, ülkeyi de demokrasiden, insan haklarından, hukuk devletinden ve adaletten uzaklarda Ortadoğu’nun sıradan coğrafyalarının bilindik ve tanıdık ateşine attı. Ey Kürt siyaseti – sen nelere kadirsin?