PROF. DR. MEHMET EFE ÇAMAN | YORUM
Türkiye’de 45 senedir devam eden etnik problem temelli bir düşük yoğunluklu çatışma hali devam ediyor. Her iki taraftan da on binlerce insan hayatını kaybetti bu çatışmada. Ölen askerlerin, sivillerin, memurların, ‘Kürt gerillalarının’ tümü ülkenin evlatlarıydı. Anadolu’nun bağrından çıkmış yoksul ailelerin çocukları, bu adı konmamış anlamsız savaşın kurbanları oldular. Annelerini ve babalarını, kardeşlerini, çocuklarını ve eşlerini acılar içinde geride bıraktılar. Toplum bu ölümlerle iyileşmesi on yıllar alacak şekilde zedelendi ve yaralandı. Her bir kayıp acının yanında karşılıklı uçurumu derinleştirdi, bin yıllık orak yaşam kültürünün iliklerini kuruttu, nefreti yarattı ve büyüttü.
Tam 45 yıldır –2002 ve 2012 yılları arasındaki on yıllık dönemi hariç bırakacak olursak– bu acılar katlanarak büyüyor. Nesiller bu ortamda doğdu, büyüdü, hayatlarının neredeyse tamamını bu kutuplaşmış ve kamplaşmış toplumda geçirdi. Boşa harcanan kaynaklar Anadolu’nun ihya edilmesinde kullanılabilirdi oysa.
Hastalığın ortaya çıkış nedenleriyle ilgilenmeden semptomlarla uğraşmak tıpta ne kadar mantıklıysa, siyasette de o kadar mantıklı. PKK terörünün ortaya çıkış koşulları ve 40 yıl boyunca bölgedeki en güçlü ordu tarafından yok edilememesi bu konuda çok şey anlatıyor. Mesele sadece PKK’nin kullandığı gerilla stratejisi değil. Aynı zamanda kendisine taraftar bulabilmesi. Meseleyi adam kaçırma yoluyla militan devşirmeye indirgemeden önce, bölgede Kürtlerin sahip olmadığı temel haklarına bakmak gerekiyor. Çünkü tam olarak bu yapılmadı son 45 yılda. Bunu yapmaya karar vermek sadece entelektüel bir etik sorunu değil. Aynı zamanda rasyonel – yani semptomlara değil hastalığa neden olan faktörlere odaklanmak.
Terörizm sorunundan önce Kürt sorunu vardı. Sorunun kökleri Şark Islahat Planı’ndan da derinlerde, yani 100 yılla da sınırlı değil. Ciddi bir arkeoloji yaptığımızda, Anadolu’da ulus devlet kurma yönündeki ilk adımlara kadar geri ışınlanmamız gerekiyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun çok etnisiteli yapısının 1648 Westfalya Barışı’nın teritoryal devleti ortaya çıkartması ve 1789 Fransız Devrimi’nin bu teritoryal devleti teritoryal ulus devlete dönüştürmesiyle, tıpkı diğer çok etnisiteli imparatorluklar gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun da kendisini dönüştürmesi ve yeni koşullara uyması gerekti. Osmanlı yönetimi bunu denedi ama başaramadı.
İki alternatif plan devreye sokuldu; Osmanlıcılık ve İslamcılık. Her iki plan da devleti bir arada tutamadı. Balkanlarda Hristiyan nüfus etnik aidiyetler üzerine ulus devletlerini inşa etme mücadelesine girişti. Elbette bu hamle Batı tarafından desteklendi. Böylece Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan gibi devletler Osmanlı İmparatorluğu’ndan koptular. Bundan kısa bir zaman sonra İslamcılık ya da Pan-İslamcı Ümmet aidiyeti devreye sokulmaya çalışıldı. Hilafet ve İslam dini gibi birleştirici makam ve kimlikler kullanıldı ama bu maya da tutmadı.
Aynı Balkanlar’da gözlemlenen durum, Ortadoğu topraklarında da meydana geldi. Batı aynı Balkanlar’da olduğu gibi bu girişimlere de – kendi çıkarları perspektifinden anlaşılır şekilde – destek oldu. Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı ile Osmanlı İmparatorluğu büyük bir hızla toprak kaybetti. İttihatçı iktidar kalan topraklarda bir Türk imparatorluğu kurmaya çalıştı. Bu uğurda hem Anadolu’da soykırımcı bir etnik temizlik yaptı (1915), hem de maceracı bir biçimde Türkî halkların yaşadığı Rusya’dan toprak kopartarak bir tür Turan imparatorluğu kurmaya öykündü.
Balkanlarda kalan topraklarda, Arap illerinde ve Anadolu’da yoğun etnik-sosyal mühendislik çalışmaları yapıldı. Ancak merkezi iktidarın ademi merkezi imparatorlukta bu siyaseti yeteri kadar uygulama şansı olmadığından Türkleştirme politikaları istenildiği oranda başarılı olmadı. Dahası Turan hayalini gerçekleştirebilmek için mutlaka Büyük Savaş’a girilmesi gerekiyordu. Öyle de oldu. Böylece kumar başladı. Ancak Dimyat’a giderken eldeki bulgurdan olunması kaçınılmazdı. Savaş kaybedildi. Osmanlı toprakları işgal edildi.
Böylece ulus devlet hedefinde ikinci etaba geçildi. Vites küçültüldü. Anadolu topraklarında bir devlet yaratma fikri elde kalan son umuttu. Ziya Gökalp’in Oğuzculuk ve Turancılık hedeflerinden önce Anadolu’da ulus devlet oluşturma kuramı Mustafa Kemal tarafından benimsendi. Orta Asya ile bağlantıyı kesmemek için Orta Asya’dan göç miti resmi tarihe eklemlendi. Türk-üstünlükçü, ırki-etnik bir millet kimliği halka dayatıldı. Türkofon – Türkçe konuşan – halk bu kimliği kolaylıkla benimserken, anadili Türkçe olmayan ve belli bir bölgede çoğunluk oluşturan Kürtler bu durumu kabullenmediler.
Buna karşın Birinci Dünya Savaşı ardından işgale uğrayan Osmanlı İmparatorluğu’nun kalan topraklarında Kurtuluş Savaşı ardından üniter ve tek etnisite aidiyetine dayalı bir ulus devlet kuruldu. Ulus devletin kurucu kadrosu, Anadolu’da Türkofon olmayan (Türkçe dışında başka anadili olan) Kürtlerin varlığını elbette ki gayet iyi bilmekteydi. Bu Kürtleri etnik Türklük içerisinde eritebilmek için Şark Islahat Planı devreye sokuldu. Aynı asimilasyoncu politikalar Kürtlerden sayıca ve yoğunluk olarak daha az olan diğer etnik gruplara da uygulandı. “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyaları gibi faşizan kültür politikaları yanında, Türk-üstünlükçü tarih tezleri ve onun üzerine kurulu aidiyeti/kimliği dayatmak için Milli Eğitim ve Türk-üstünlükçü müfredat enstrümentalize edildi.
Kürtlerin yaşadıkları coğrafyada yoğun sosyal/etnik/kimliksel mühendislik çalışmalarına ve rijit askeri/mülki baskıya karşın Türkiye Cumhuriyeti Kürtleri asimile edemedi.
Buna karşın Kürtler 7/24 baskı altında yaşadı. Kürt ebeveynler çocuklarına istedikleri Kürtçe isimleri koyamadılar. Kürtlerin binlerce yıllık kent, kasaba ve köy, dağ-ova, sokak isimleri değiştirildi, Türkçeleştirildi. Soyadı kanunuyla beraber Kürtlerin geleneksel soy isimleri ve namları silindi, Türkçe soyadı almak zorunlu oldu. Kürtçe konuşmak yasaklandı. Devletin hiçbir hizmetinde Kürtçe kullanılması olanaklı olmadı. Kürtçe yayıncılık ve gazete basımı yasaklandı. Kürtçe müzik ve folklor, Kürt bayramları yasaklandı. Kürtlerin mitleri ve efsaneleri, şiirleri, destanları, anonim ezgileri yasaklandı. Kürt adı yasaklandı.
Kürtlerin varlığı reddedildi. Kürtlerin aslında bir Türk boyu olduğu ileri sürüldü. Kürt adının “dağ Türkleri karda yürürken çıkan kart-kürt seslerinden türetildiği” gibi tezler devletin bizzat yayınladığı “akademik” kitaplara tez olarak girdi. Bu politikaları kabullenmeyen ve itiraz eden Kürtler ağır mahkûmiyetler aldılar, hapishanelerde insanlık dışı muamelelere maruz bırakıldılar.
Türkiye Cumhuriyeti bir Türk devleti olarak kuruldu ve kendisini etnik Türk bir devlet olarak algıladı. Dahası, civic bir Türk kimliği ısrarla sulandırıldı. Her fırsatta etnik Türk olmayanlara Türklüğün anayasal bir aidiyet olduğu masalı anlatılırken, Balkan Türkleri, Bulgar Türkleri, Batı Trakya Türkleri, Irak Türkmenleri, Azerbaycan Türkleri, Orta Asya Türklüğü, Uygur Türkleri, Kazak Türkleri, Yakut Türkleri gibi etnik Türklük bağları devletçe sahiplenildi. Türklük tarihi anlatılırken Orta Asya’dan göç miti merkezi bir konumda oldu. Türklük Anadolu coğrafyası ve Türkiye vatandaşlığı bağlamında coğrafya temelli bir civic kimlik olarak değil, etnik Orta Asya Türklüğünün 11. Yüzyılda Anadolu’ya göçü ve fetih diskuru üzerinden tanımlandı.
Tüm bunlar kesin tarihsel ve bilimsel gerçeklerdir. Bunları sulandırmaya çalışmalarının tek bir nedeni var, o da uzun erimde Kürtleri asimile etmeye yönelik politikalardan hala medet ummalarıdır. Oysa Yirmi Birinci Yüzyıl’da artık bu tür gerçekleri saklamanın imkânı kalmadı. Kürtler asimilasyona direndiler. Asimile olmadılar. Etnik-linguistik aidiyetlerine sahip çıktılar. Kadim Anadolu yerlilerinin, Rumların, Ermenilerin, Süryanilerin, Arapların, Gürcülerin, Kafkas halklarının ve diğerlerinin linguistik asimilasyon sonrası Türkleşmelerinin karşısında, Kürtlerin asimilasyona direnişi hiç son bulmadı. Ancak yapılan baskıcı ve faşizan asimilasyon siyasetinin elbette reaksiyoner etkileri oldu.
En önemli reaksiyon, 1970’lerin sonrasına doğru iyiden iyiye Kürt solunun Türk solundan ayrışması gelir. Türkiye’deki komünist hareketler içinde her ne kadar kuramsal düzeyde halkların eşitliği veya halkların kardeşliği gibi sloganımsı Marksist-Leninist ilkeler yer alsa da, grotesk biçimde Kemalizm diskuru türevi bir Türk-üstünlükçü, Kürtlere tepeden bakan, onları küçümseyen tutum gayet aleni olarak belirleyiciydi. Bu başat tutum karşısında Kürtler giderek daha fazla ulus bilincine vardılar. Bu süreçte birçok Kürt sol grubu Türk solundan ayrıldı ve kendi örgütsel yapısını kurdu. Bunlardan biri de PKK’ydi. Yine bu süreçte önemli etkilerden biri Diyarbakır Cezaevi’nde meydana gelen ve insanlık onurunu ayaklar altına alan sistematik işkence ve kötü muameleydi.
Türkiye siyaseti, Kürtler konusunda hep bir bütün oldu. Birçok meselede ayrışan siyasi partiler ve ekoller, konu Kürtler olduğunda derhal birleştiler. DEP’lilerin Meclisten kovulması gibi, parti kapatmalar karşısındaki Türk bloğu gibi, Selahattin Demirtaş ve onlarca Kürt vekile sahip çıkmayan sözde muhalif Türk partileri gibi, Türkiye’de iktidar olsun muhalefet olsun tüm partiler, Kürtler ve Kürtlere yönelik asimilasyoncu, Türk-üstünlükçü pozisyonda ve ana istikamette hep birlikte hareket ettiler. Bunun önemli istisnalarından biri, 2002-2013 yılları arasındaki Çözüm Süreci’nde AKP’nin AB destekli politikasıdır. Ancak sonuçta AKP de bilinen ve daha önce analiz ettiğim nedenlerden dolayı bu çizgisini değiştirdi ve derin devletin – ya da 100 yıllık Kürt politikalarının – dümen suyuna girdi.
Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş HDP’nin ülkenin kurtuluşu için elini taşın altına koyup CHP adaylarını desteklemeyi tercih etmesi sayesinde seçimlerde başarılı olmuşken, 2023 başkanlık ve genel seçimlerinde HDP’nin Millet İttifakı’ndan dışlanması, yukarıda izah ettiğim anti-Kürt tutumla açıklanabilir. Kürt vekillerin hukuksuzca hapishanede tutulması, Kürt yoğunluklu illerde yerel seçimleri muazzam oy oranlarıyla kazanmış olan belediye başkanlarının hukuksuzca görevlerinden alınıp yerlerine kayyumların atanması gibi gayet bariz antidemokratik ayak oyunları karşısında sözde muhalefet Türk-refleksleriyle hareket etti. Halen HDP konusundaki ayrımcı ve dışlayıcı tutum sürüyor…
(Devam edecek)
HDP konusundaki ayrımcı tutumun nedenini tek birşey açıklamaktadır. Kurtuluş savaşında İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar taraf olsaydı bence Türkiye diye bir Devlet olmayacaktı. Bence Türk Devletini kurdurdular çünkü tamamen bittiğimizi düşünüyorum. Bu Devlet kurulurken Türklük vurgusu abartılı şekilde yapıldı ama Türk kimliğinin içini sadece laiklik, bilim ve üstün Türk inanışıyla doldurdular. Özellikle ahlaki değerler konusunda dikkat çekici eksiklik vardı. Sadece yeni Türk rejim yada yeni Türk ideolojisi üstünde duruluyordu. Bu kimlikte eksik olan birşeyler vardı. O yüzden çok fazla Türk vurgusu Türklük arkasına saklanan, herkesten daha çok Türkçü görülen bir düzeneği düşündürdü. Türk üstünlükçü tutumdaki Türklük vurgusu çok inandırıcı gelmedi. Türklüğe ait hiçbir değer yoktu. Sadece boş boş Türkün üstünlüğünden bahsediyordu. Bu maskelilerin amacı Kürtleri asimile etmek değildi. Maskeliler sorunu bilerek çözmüyorlardı. Hatta bilerek yok sayıyorlardı. Türkleri Kürtlerden tamamen el çektiriyorlardı. Türk liderler bilinçli olarak Kürtlerden geri çekiliyordu. Çok ilginçtir Türkler Kürtleri tamamen dışlarken HDP ve PKK Kürtler için tek seçenek oluyordu. Yani Kürtü asimile etmek değil, onu yok sayarak Türkleri Kürtlerden kopartmak ve HDP ile PKK nın rahatça hareket edebilecekleri hareket alanı sağlamak. Yani Türkiyeyi bölen maskeli Türklerdir. Biz sadece senaryonun gerçekleşmesi için üstümüze düşen rolü oynuyoruz. Zamanında üstüne düşen rolü oynamak dışında taşın altına elini sokanlar oldu. Bunlar bölünmeyi engellemeye çalıştıkları için antiKürtçü Türk üstünlükçüler tarafından öldürüldü. Bunlar Türklerin ve Kürtlerin elini kolunu bağladılar. Türklere PKK ile tokat attırıyorlar, Kürtlere kafatasçılar ile tokat attırıyor. Yani Türk üstünlükçüler Türkiyeyi çoktan bölme kararı aldılar. Çünkü Türkiyeyi bırakmak istemiyorlar. Eğer Demokrasi gelirse ellerindeki güç ve kontrol gidecek. O yüzden Türk üstünlükçülükten vaz geçmek yerine Kürtleri PKK, HDP üzerinden toplayarak ayırmak istiyorlar. Yani askeri bölgeye gönderende, teröristlere saldırı talimatı vereninde aynı güç olduğunu düşünüyorum. PKK saldırdıkça intikam, nefret, düşmanlık, kin duyguları artmaktadır. Sürekli insanları insanlıktan çıkarmak, huzurlarını bozmak için saldırı yapar sonra karşılıklı intikam duygularını hortlatır. Rahat bırakmaz. Kurtulmak istersin bir türlü kurtulamazsın. Bunlar ikili çalışır. Cemaat Kürtlere el atınca iki taraflı saldırı gerçekleşir. Bu da iki tarafı kontrol edenin aynı odak olduğunu gösterir. HDP cemaat için sizi asimile ediyorlar der. MHP PKK işbirlikçisi diye saldırır, PKK okullarına saldırır, CHP de irtica der ve toptan bir hucüm başlar. Yani ne zaman biri soruna el atsa üstün Türkler ve üstün Kürtler saldırıya geçerler. Vahşi bir hayvan kesilirler. Gerçek yüzlerini orada görürsün çünkü çağdaş falan maskeleri o zaman iner. İşte benim kastettiğim bu aşırı Türk üstünlükçülerin gerçek yüzünü gördüğümden onların Türklüğü aşırı vurgulamalarına inanmıyorum. Zaten Perinçek, Hizbullah, İslamofaşistlerin ittifak yapması birisi tarafından toplandıklarını gösteriyor. Nerede pislik varsa “sen gel, sende gel” diye toplamış belli ki. Geride kalanlara da “sizde gidin yalandan muhalefet yapın” demiş. Yani Türk üstünler Kürtleri yok sayarak onları HDP, PKK ya teslim ediyorlar. Türkler asimile edilmelerine ses çıkartmıyor, Kürtlerin hakkını korumuyor ama mesele asimilasyon değil. Asimilasyon yalanını Türklere anlatıyorlar. Adamlar Kürtleri üstün Kürt kimliğine asimile ediyorlar. Tıpkı Türklerin üstün Türk kimliğine asimile oldukları için. Dünyada rezil durumdalar ama en üstün benim davası gütmekten geri durmuyorlar. Normal bir insanı alıp bu saçma noktaya taşımak kaç yıl alır? Yani kaç yıldır boş boş yaşıyoruz da bizi işlemişler. Önce gerçek Türklüğü elinden alması gerekiyor. Sonra üstün Türk diye işlemeye başlıyorlar. “Sen üstünsün olum. Hadi ya öylemiyim?” Aynısını gerçek Kürt kimliğini yok ederek sahte Kürt üstünlükçü kimlik kazandırıyorlar.
Gazze sorunu var, Türk, Kürt sorunu degil. Tam 100 gün oldu. Evet evet tam 100 gündür bu asrin en göze parmak soykirimi tam gaz devam ediyor.
Bak aklima ne geldi! Hani filmlerde suclular yakalanacaklarini anladiklarinda bir kadin, bir cocuk kaparlar ordan, basina silah dayar ve polisi durdurmayi basarirlar. Polis; kadinmis, cocukmus dinlemem, sarjörü bosaltirim demez ve böyle filmlerle, romanlarla evrensel bilincaltimiza bi fikir yerlesir: Masumlarin cani her zaman daha önemlidir, caninin fikri ne olursa olsun!
100 gün icinde onbinlerce bomba binlerce binayi yerle bir etti. Dolayisiyla 30 bin ölü bir PR calismasinin ürünü olan bir rakam. Yazar son 2,5 aydir bu korkunc katliam hakkinda tek bir satir yazmiyor ya da yazamiyor.
Aslinda anlasilabilir bir durum bu. Misal Türkiyede olsaniz Türkiye hakkinda, Erdogan hakkinda, AKP hakkinda esasen herkesin bildigi konulari kitabin ortasindan söyleyemezsiniz. Baska bir ülkeye cikmaniz lazim. Aynen böyle de Israil hakkinda, Netanyahu hakkinda, Yahudi üstünlükcü siyasetciler hakkinda dünyanin büyük bir kisminda kitabin ortasindan konusamazsiniz. Bunun icin baska ülkelere cikmaniz lazim.
Anlasilir olmayan durum su: Hani Türkiyede kalanlar var, bile isteye susan, bütün sucu muhalefete yikanlar. Dogrudan veya muhalifler üzerinden Erdogan´i destekleyenler yani. Iste ayni bunun gibi Israil dostu ülkelerde kalip o ülkelerde bile isteye susanlar, bütün sucu Hamas´a atarak Netanyahu, evet bildigin Netanyahu´yu destekleyenler var.
Ve bunlardan biri Hizmet insanina bu konuda ders veriyor, yetmiyor, Starbucksta kahve iciyor, hani Süleyman Soylu diye bi adam vardi, oooooooh, diyordu ya, onun gibi. Insanlar bildigin Starbucks ürünlerini ister Israili zor düsürme fikriyle olsun ister karinca misali protesto amaciyla olsun, ister iclerindeki öfkeyi disari cikarmak icin, belki tavir koymak niyetiyle icmedikleri icin.
Ve yazar susuyor, 2,5 aydir süren bir soykirim karsisinda hepimizin bildigi konulari geciyor karsimiza o isler söyle diye sakiz gibi cigneyip duruyor. Ezberciler alkislamaya devam etsin, nasil olsa sizin sazinizi caliyor, icinizden gecenleri biri yazsin da, ne olursa olsun! Allah akil-fikir versin!
Gazze konusundaki sessizlik sadece bir yazarla sınırlı degil,
istisnalar haric tüm cemaat baglantılı medya sessiz,
bu tavır zulüm karsısında susmak degil midir?
Eger, aman basımıza birsey gelmesin diye susuluyorsa,
Türkiye’de aman basımıza bir sey gelmesin diye zulüm karsısında susanları kınama hakkımız yok demektir.
Bunun tek bir sebebi varsa, o da cemaati yöneten kadronun aynen yerini korumasidir. Onlar yerini koruduklari icin hic bir ise yaramadigi ortaya cikan stratejilerimiz basarisizlikla sonuclandi. Her sey gibi müspet hareket de yanlis anlasiliyor. Bu odanin ici kokusmusken pencereyi acmanin akla gelmemesi gibi bi sey. Kafalarin icindeki pencereler acilmiyor. Bütün pencerelerin ayni sokaga bakacagini düsünüyorlar.
Sosyal medyadaki dengesiz hoşgörüsüz saygısız fevri açıklamalarından sonra bu şahsa hala neden yazı yazdırılır anlamak mümkün değil.
Geçmişten ders alınmadığı ortada…