MAHMUT AKPINAR | YORUM
Kürt sorunu ve Kürtlerin sorunu elbette yeni değil. Türk ulusçuluğunun öne çıkmasına paralel Kürtçü akımların varlığı da Osmanlı topraklarında görülmeye başlandı. Kürtler devlet tarafından dışlanıncaya kadar kendilerini devletin, toplumun asli parçası olarak görmüşlerdir. Misakı Milli sınırları “Kürtlerin ve Türklerin yaşadıkları” coğrafyalardır. Bu nedenle Kürtler Milli mücadelede, Cumhuriyet’in kuruluşunda rol almışlardır. Araplarda görülen ulusçu, ayrılıkçı tutumlar Kürtlerde marjinal kalmıştır.
Osmanlı döneminde Kürtlerin yaşadığı bölgelerde Ermeniler, Süryaniler gibi gayri Müslim nüfus yoğun olarak yaşıyordu. Bu kesimler Hristiyan kimlikleri nedeniyle Batı tarafından desteklendiği için Müslüman Kürtler devletle birlikte hareket etmiştir. Osmanlı devleti, çöküş ve çözülüş döneminde ayrılıkçı talepleri olan gayrı müslimlere karşı, Balkanlar’da Arnavutları, Doğu Anadolu’da Kürtleri denge unsuru görmüştür. İkinci Abdulhamid döneminde Kürtler’den ‘Hamidiye Alayları’ şeklinde silahlı milis güçler oluşturulmuş ve bunlar Ermeni ayrılıkçılara karşı kullanılmıştır.
Aydınlar arasında kısmen kabul görse de siyasal yaklaşım ve talep olarak Kürtçülüğün halk arasında yaygınlaşması 1980 darbesinden sonradır. Ülkedeki pek çok tarikat şeyhi, dini lider o bölgeden çıktığı için Kürtler seküler akımlara, etnik vurguyu öne çıkaran ulusçuluğa uzak durmuşlardır. Ulusçu akımlara prim verenler daha ziyade Alevi ve seküler Kürtler’den, sol gruplardan çıkmıştır.
‘Tek Parti’ döneminde “inkılapları oturtma” bahanesiyle halkın tamamına yönelik ağır baskı vardı. Yeni Cumhuriyet rejimi alfabeden, kılık kıyafete, eğitimden, etnik tanımlamaya, din anlayışına kadar ülkede radikal değişimler yapıyordu. Halkı bazı şablonlara uymaya zorluyordu.
Son günlerde (tarihi değil) ideolojik zeminde tartışmaya açılan Şeyh Said Vakası etnik ayrılıkçılıktan öte dini saiklere dayanır. Kolayca sönümlebilecek bir asayiş vakası, muhalif duruş, rejim tarafından büyütülüp gövde gösterisine dönüştürülmüştür.
Keza Dersim Vakası bir ‘isyandan’ öte devlet tarafından iyi yönetilememiş, belki kasten büyütülmüş ve bir bölgeyi toptan cezalandırmayla sonuçlanmıştır. Dersim halkı yüzyıllardır coğrafyanın getirdiği şartlar nedeniyle fiili özerklik, dokunulmazlık içinde yaşıyordu. Yeni rejim bunu ‘egemenliğine başkaldırı’ olarak yorumlayıp, bölge halkını ezerek gücünü konsolide etmeyi tercih etti. Pekâlâ, zamana yayarak, barışçıl yöntemlerle bölge halkıyla daha sağlıklı diyaloglar kurulabilirdi, ama tercihan yapılmadı.
Kürt etnik bilinci 19. yüzyılın sonlarına doğru zayıf damarlar halinde ve aydınlara münhasır kalacak şekilde görülmekteydi. Kürtçülüğün nüveleri vardı ancak halkta kabul görmesi ve yaygınlaşması son 40-50 yıl içinde olmuştur. Cumhuriyet döneminde hukuk, insan hakları dikkate alınmaksızın yapılan kanlı operasyonlar Kürt milliyetçilerine tarihi malzeme verdi ise de halkı Kürtçülüğe ikna için yetmedi. Kürtçülüğün, Kürt milliyetçiliğinin halkta taban bulması 50 yaş üstü herkesin gözlemleyebildiği bir süreçtir.
1990’ların karanlık ve kanlı günlerine kadar etnik temelli Kürtçü görüşler halkta kabul görmüyordu. Bölge halkı Kürtçü hareketleri gayri İslami, seküler buluyor, ‘dinsiz anarşistler!’ olarak tanımlıyordu. Bölge halkı genelde merkez sağ partileri veya dindar siyasi temsilcileri tercih ediyordu. 1950 seçimlerinde DP bölgede 45 milletvekili çıkarırken CHP sadece 8 vekil çıkarabilmişti. 1954 seçimlerinde makas iyice açılmış, DP 65 vekilin 63’ünü almıştı.
Zira DP, CHP’ye nazaran dini özgürlüklere ve çok kültürlülüğe daha yakındı, daha demokrattı. Sonraki yıllarda MSP-RP çizgisindeki partiler İslami kimliği nedeniyle bölgede oldukça yüksek oy oranlarına ulaştı. Örneğin 1987 seçimlerinde RP ülke genelinde %7 oy alabilirken, Kürtlerin yoğun yaşadığı illerden Diyarbakır’da %24.5, Van’da %17.4, Mardin’de %17 oy almıştı.
Kürt siyasal hareketi bu derece güçlenmeden önce halk (aşiret etkisini dikkate almazsak) belediye başkanlarını merkez sağdan veya milli görüşçü dindar insanlardan seçerdi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin tek tip vatandaş üretme politikalarının, Türkçülük dayatmalarının, bölgede yaygın insan hakları ihlallerinin Kürt ulusçuluğunun yükselmesinde ve tabana yayılmasında manivela olduğunu söyleyebiliriz. Devletin, iktidarların planlı veya sehven Kürt ayrılıkçılığına verdiği desteği kabaca 3 evreye ayırabiliriz:
Birinci Evre: 1980 darbesini yapan askeri zihniyetin uygulamalarıdır. Kenan Evren liderliğindeki Milli Güvenlik Konseyi sert tedbirler almış, kendince halkı hizaya sokmaya çalışmıştır. Askeri yönetimin baskı ve şiddet içeren uygulamaları Kürtlere münhasır değildi, bütün ideolojik gruplara baskı uygulanmış, yüzbinler hapse atılmıştı. Askeri yönetim ilave olarak bölgede Kürtçe’yi yasaklama, Kürt kimliğini aşağılama, okuldan sokağa, cezaevine kadar heryerde Türklüğü dikte etme, kabullenmeyeni sindirme, aşağılama politikaları izlemiştir.
Diyarbakır Cezaevi Kürt ayrılıkçı görüşleri besleyen kuluçkaya, PKK’ya militan kazandıran okula dönüşmüştür. Kürtlere öyle eziyetler, işkenceler yapılmıştır ki hapisten çıkanlar devlet düşmanı olmuştur. Gördükleri hakaret ve işkenceler nedeniyle pek çok Kürt genci kırsalda veya kentlerde örgüte katılmıştır. Kenan Evren’in uygulamaları Kürt etnik bilincine, ayrılıkçı görüşlere Öcalan’dan fazla hizmet etmiştir. Bunun gafletten mi kaynaklandığını, bir stratejinin parçası mı olduğunu bilemiyoruz.
İkinci Evre: 1990’lar Türkiye içinde en karanlık yıllardır. Veli Küçük’ün, Mehmet Ağar’ın, Yeşil, Çatlı gibi devlet namına ölüm kusan paramiliter, derin yapıların etkin olduğu bu dönem yakın tarihimizin utanç yıllarıdır. Bu süreçte “terörle mücadele” adı altında hukuk rafa kaldırılıyor, yasalar yok sayılıyordu.
Münhasıran Kürtlerin yaşadığı coğrafyalarda işkenceler, faili meçhuller, cinayetler, karanlık operasyonlar yaygındı. Devlete yön veren militer zihniyet “asayiş ve güvenlik” diyerek on binlerce Kürt köyünü boşalttı. Mallarını almak, hazırlık için fırsat verilmedi, saatler içinde köyü terk etmeleri istendi. Kendilerine bir yerleşim alanı, iş, imkan sunulmadı.
Milyonlarca Kürt topraklarını, hayvanlarını bırakıp Mersin’e, Adana’ya, Diyarbakır’a, Büyükşehirlere göçmek zorunda kaldı. Bu göçe maruz kalan Kürtlerin çocukları varoşlarda acı çekerek, kimlik bunalımıyla ve yokluk içinde büyüdüler. Türkiye’de Kürt olmanın zorluğunu gören gençler PKK taraftarı oldu. Sonuçta “terörle mücadele” diye yapılanlar Kürtçü siyasi akımlara yönelişi artırdı, örgüt kadrosuna beşeri kaynak oluşturdu. Çünkü Kürtlerin hayatları bugün Gazze’de yaşanandan halliceydi. PKK ve Kürtçü siyasi hareketler en kitlesel katılımı, en yaygın halk desteğini bu dönemde elde etti. 1980’lerde emekleyen PKK ve Kürt ayrılıkçılığı 1990’larda koşmaya başladı.
Üçüncü Evre: AKP, ilk yıllarında demokratikleşme, hukuka dönme politikalarına paralel, Kürt sorununun çözümüne yönelik de yapıcı adımlar attı. Ama PKK/ Kandil, Kürtleri şiddete çekmeye, Kürt siyaseti üzerindeki vesayetine devam etti. Erdoğan, 2014 yılında Ergenekoncularla kirli işbirliğini “Cemaati bitirmek!” için yaptıysa da, Ulusalcılar, Kürtleri de hedef yapma şartı koydu. Erdoğan, çözüm sürecinde masayı devirdi ve Cemaat’le birlikte Kürtleri de hedef haline getirdi.
Erdoğan’ın problemi İmralı ve Kandil’le değildi, onlarla koordine çalışabiliyordu. Erdoğan sivil siyaset yapmaya çalışan, kucaklayıcı ve yapıcı adımlar atan Demirtaş liderliğindeki siyasal hareketi hedef aldı. ‘Tek adam’lık yolunda engel teşkil eden, sıkı muhalefet yapan Demirtaş’ı hapse attı. Bu durum İmralı’yı da Kandili de rahatlattı. Zira Demirtaş sivil çözüme, siyasete vurgu yapıyor, kan akmasın istiyordu. Ama gerek Kandil, gerekse devletin karanlık odakları kendisini kan, savaş, milliyetçilik üzerinden konsolide ediyordu.
Hendek vakaları döneminde terörle mücadele hassasiyeti göstermek yerine, “düşmanla savaş” anlayışıyla hareket edilmesi, kentlere bombalar yağdırılması, ağır silahların fütursuzca kullanılması Kürtler’de yeni bir kırılmaya daha sebep oldu. Pek çok Kürt silahlı mücadeleyi, şiddeti tasvip etmiyor, barışçıl yolları tercih ediyordu. Ancak Ergenekon ve MHP destekli Erdoğan rejimi belediyelere kayyım atadı. Başta Demirtaş olmak üzere terörle bağını gösteremediği milletvekillerini, yerel siyasetçileri hapsederek, Kürt gazetecileri tutuklayarak, medyayı kapatarak, siyaset yollarını tıkayarak Kürtlere yaşam alanı olmadığını bir defa daha ortaya koydu. Bu adaletsizlik, eşitliksizlik nedeniyle Kürtlerde birlikte yaşama umudu asgariye düştü. Ergenekon-AKP ittifakı Kürtleri üçüncü defa umutsuzluğa, çözümsüzlüğe maruz bıraktı. Daha derin yeni bir etnik, ayrılıkçı dalgaya terk etti.
Her toplum içinde aşırı sağcı, ırkçı, şöven diyebileceğimiz damarlar vardır. Ancak bunlar düşük yüzdelerde ve marjinaldir. Kürtler arasında da uzun süre etnik temelli siyasi yaklaşımlar marjinal kaldı. Kürtlerin istediği eşit onurlu vatandaşlar olarak yaşayabilmekti. Türklerle problemleri yoktu. Ama izlenen yanlış (veya kasti) politikalar sadece Kürt etnik bilincini, ayrılıkçı düşünceleri beslemedi, ayrıca pek çok şöven, ırkçı Türkçü akımın, partinin ortaya çıkmasına neden oldu. Türkiye siyaseti hiç olmadığı kadar milliyetçilik etkisinde.
Ülke adeta devlet eliyle adım adım ayrıştırılıyor, kırılgan hale getiriliyor. 1980 döneminde Diyarbakır Cezaevi’nde Kürtlere ağır işkenceler ettiği bilinen Esat Oktay Yıldıran isimli şahsın adının bir eğitim kurumuna, İzmir’de bir ilk okula verilmesi Kürtleri ayrıştırma, PKK’ya ve ayrılıkçı gruplara itme konusunda birilerinin kararlı olduğunu gösteriyor.