YORUM | YÜKSEL DURGUT
Thomas Friedman, 2005 tarihli ‘Dünya düzdür’ adlı kitabında, küreselleşen dünyada tarihsel ve coğrafi ayrımların giderek önemsiz hale geleceğini ve eşit şartlarda tüccarların küresel bir pazarda rekabet edebileceğini belirtmişti.
1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle dünya siyasi literatürüne yeni bir kavram girdi; “Küreselleşme”. Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte merkezinde ABD olan tek kutuplu bir dünya ortaya çıkmaya başladı.
Sosyo-ekonomik ayrışmanın bir diğer adı olan ‘küresel-kuzey ve küresel-güney’ kavramı dünyayı belirgin bir şekilde ikiye ayırdı. Küreselleşmenin etkisiyle küresel kuzeyin kültür ve ekonomik hegemonyası, küresel güneyde yer alan ülkelerin ekonomilerini ve kültürlerinin yıkılmasına neden oldu.
Bir tarafta Avrupa, Asya, Kuzey Amerika ve Okyanusya’nın gelişmiş ülkelerini kapsayan Küresel-Kuzey. Diğer tarafta ise Afrika, Latin Amerika, Orta doğu ve Asya’nın gelişmekte olan ülkelerinden oluşan Küresel-Güney. Teknoloji ve üretim biçimlerinin hızla değişmesi, gelişmiş ve az gelişmiş ülkeler arasında statükoya neden oldu.
Sovyetler’in çöküşü ile dünyanın, ekonomik ve kültürel ilişkiler neticesinde serbest üretim, ticaret ve seyahatin mümkün olacağı küresel bir köy olacağı tahmin edilmişti. Hatta bazı analistler liberal demokratik düzenin ve piyasa ekonomilerinin zaferini dahi ilan etmişlerdi.
Francis Fukuyama, 1989 tarihli “Tarihin Sonu” makalesinde, siyaset biliminin, liberal demokrasinin ve piyasa ekonomilerinin rakip siyasi sistemler üzerindeki zaferiyle doruğa ulaştığını iddia etti. Küreselleşen dünyanın hem zengin hem de fakir ülkelere birbirleriyle olan ilişkilerinden dolayı fayda sağlayacağına dair büyük beklentiler vardı.
BM, tüm dünya için yeni ortak yönetmeliklerin çerçevesini belirleme adına mega konferanslar düzenlemeye başladı. 1990 yılında çocuk refahı, 1992’de çevre, 1993’te insan hakları, 1994 yılında nüfus, 1995’te kadın hakları ve 1996 yılında da habitat üzerine bir dizi konferanslar gerçekleştirdi.
Yeni yüzyılın başlarında, bu konferansların sonuçları 5 ve 10 yıllık periyotlarla incelendi. Batı düşüncesinden ve değerlerinden türetilen yeni, küresel bir sosyokültürel paradigmanın şekillendiği ortaya çıktı. Ortak görüş, dünyanın gerçekten küreselleştiğiydi.
Küreselleşmenin ortaya koyduğu ilk sonuç 11 Eylül olaylarıyla ortaya çıktı. Dünya, birbirine bağlılığın, ABD liderliğindeki liberal demokratik ve ekonomik düzenin felsefesini paylaşmayan devlet dışı aktörler tarafından kötüye kullanılabileceğini keşfetti.
ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgali ile diğer güçlü devletler ülkelerini koruma adı altında ‘önleyici saldırılar’ kavramını ortaya çıkardı. Kısa sürede “Arap Sonbaharına” dönüşen 2011 Arap Baharı olayları, liberal demokrasinin üstünlüğünü tüm toplumlar için her derde deva olduğunu tesis etmeye yönelik başarısız bir girişimdi.
Bununla birlikte Asya’da siyasi-ekonomik durum nefes kesici bir hızla değişti. Çin’in Asya ekonomilerinin yükselişine öncülük etmesiyle, küresel gücün Asya’ya kaymaya başladığı gözle görülür şekilde belirginleşti.
Kishore Mahboobani, 2008 tarihli ‘Yeni Asya Yarımküresi: Küresel gücün karşı konulmaz bir şekilde Doğu’ya kayması’ adlı kitabında, 21. yüzyılın Batı ticaretine, düşüncesine ve gücüne ciddi bir meydan okumaya tanık olacağını savunmuştu. Şimdi bu tezin günümüzde gerçekleştiğini ise görebiliyoruz.
Bu yüzyılın ilk yirmi yılı, Batı’nın liberal demokrasi siyasi sisteminin sadece tek başına başarılı bir yöntem olmadığını kanıtlamıştır. Çin’in muhteşem yükselişi buna bir örnektir. Çin’in yönetim modeli liberal demokratik düzenden farklıdır. Bununla birlikte Çin, yüksek ekonomik büyüme oranları sağlama adına sadece yüksek bir performans ortaya koymakla kalmadı, aynı zamanda yaklaşık 800 milyon insanın yoksulluktan kurtulmasına da yardımcı oldu.
Küreselleşmeye yönelik son meydan savaşı, özellikle ABD ile Çin arasında devam eden güç rekabetinden ortaya çıktı. Dünyanın başka bir Soğuk Savaş’ın eşiğinde olduğuna dair korkuları da artırdı. ABD, Çin’in yükselişini kontrol altına almak için ayrıntılı bir Hint-Pasifik stratejisi başlattı. Hatta kendi ekonomisini ve Avrupa ekonomisini, Çin ekonomisinden ayırmak için adımlar da attı. Küreselleşmenin lideri konumunda ön planda olan Batı değil, Çin’dir.
Bu yaşanan olumsuzluklar aynı anda küresel jeopolitiği de etkiliyor. Serbest uluslararası ticaret yerini ticari korumacılığa bırakıyor. Bir zamanlar toplum için hayati önem taşıyan göçmenler, ekonomik veya kültürel tehditler olarak görülüyor. Yabancı düşmanlığı, İslamofobi ve aşırı sağcı grupların yükselişi toplumsal rahatsızlıklara neden oluyor. Popülist liderlerin meydan okumak için istismar ettiği milliyetçilik de yükselişte.
Öyle görünüyor ki dünya artık küreselleşmeden uzaklaşıyor. Ancak, beklenen gelecek bu değil. Küresel refah için uluslararası işbirliği şart. İklim değişikliği gibi büyük zorluklar bir ülkenin tek başına üstesinden gelebileceği olaylar değil.
Bu zor zamanlarda, gelişmekte olan ülkeler için en iyi seçenek, ekonomik coğrafyalarından yararlanarak kendine yeni stratejiler oluşturmaktır. Her ülke bölgesindeki ticaret ağlarını ve ekonomik bağlarını mümkün olduğunca güçlendirmelidir.
Küresel güneydeki nüfusun yüzde 40’ından fazlası yoksulluk sınırının altında. Artan sosyoekonomik eşitsizlikler nedeniyle suç oranı, terör saldırıları son on yılda büyük ölçüde arttı. Ancak küreselleşmenin bir etkisi olarak süregelen teknolojik ilerleme, küresel güneyin ahlaki ve sosyo-ekonomik değerlerine yönelik bir kayıp.
Yoksulluk sınırının altındaki küresel güney ekonomik istikrara kavuşmak için, küresel kuzey ülkelerinden kredi ve yardım almak zorunda kalıyor. Küreselleşmenin bir parçası olmadan konvansiyonel veya yerel üretim kavramı tamamen bu şekilde sonlandırılıyor. Dolayısıyla böyle bir değişim, doğru yönetilmezse, toplumlarda sanayileşmeden çok daha fazla yıkıma neden olabilir.