YORUM | MEHMET EFE ÇAMAN
Türkiye’deki fiili rejim, sadece ülkeyi içeriden bitirmiyor, dış politikada da hata üstüne hata yaparak Türkiye’yi şiddetli salvolarla sağa-sola savuruyor. Bu durum Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’nin aldığı referandum kararı sonrasında belirgin bir şekilde hissedildi, hissediliyor. Dış politikasında sadece eksen kayması yok rejimin, öteden beri dünyada ve Türkiye’de tartışıldığı üzere. Aksine, eksen kaymasının da ötesinde, tutarsızlıklar, mantık hataları, ani karar değişiklikleri, nedeni anlaşılamayan müttefik ve ittifak seçimleri, kısacası ciddi bir strateji eksikliği göze çarpıyor. Türkiye’nin ulusal çıkarları bir günden diğerine değişmediğine göre, bu nasıl izah edilebilir? Kürdistan referandumu vakasında bu sorunu ele almak istiyorum.
ULUSLARARASI SÖZLEŞMELERE GÖRE TÜRKİYE’NİN ‘GARANTÖRLÜK HAKKI’ YOK
Irak, daha özelinde Irak’ın kuzeyi, Türkiye’nin öteden beri ilgi alanında olan, ulusal çıkarlarıyla bire bir alakalı olarak değerlendirilen bir coğrafyadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1920’lerin başında ortadan kalkmasıyla beraber, son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın aldığı misak-ı milli (milli ant) çerçevesinde, bugünkü Irak’ın kuzeyinde bazı bölgeleri de dâhil eden topraklar, 1920’de fiilen ve 1923’te hukuken kurulan yeni Türk devleti tarafından da temel kabul edildi. Kurtuluş Savaşı Misak-ı Milli kapsamındaki toprakları kurtarmak üzere verilen mücadeledir. Bugünkü Irak’ın kuzeyi de, başta Türk kökenlilerin yaşadığı Musul ve Kerkük olmak üzere, Misak-ı Milli’ye dâhil olması nedeniyle, Cumhuriyet tarihinin ilk dönemlerinde Türk dış politikası ve diplomasisi için önemle üzerinde durulan konulardan biri oldu. Türk heyeti Lozan’da, Musul’un ve Kerkük’ün Türk toprağı olduğu tezini savundu. Fakat bu bölgenin İngiltere tarafından kontrol altında tutulması nedeniyle, bu konu Lozan’da çözümlenemedi.
1924’te Türk ve İngiliz hükümetleri Musul konusunu görüşmeye başladılarsa da, İngilizler bölgenin Türkiye’ye verilmesine direndiler. Bu nedenle sorun, Milletler Cemiyeti’ne (Birleşmiş Milletler’in öncüsü olan uluslararası örgüte) götürüldü. Türk tarafı referandum yapılmasını istedi, ancak İngiltere bu teklife karşı çıkıyordu. Demografik ve kültürel sebeplerle referandumda bölgenin elinden çıkacağını görmekteydi çünkü. İhtilafın Türkiye’nin tezlerine göre çözümlenmesi ağırlık kazanmaktayken, Türkiye’de çıkan Şeyh Sait İsyanı ve akabinde yaşanan rejimle ve iç güvenlikle alakalı siyasi atmosfer, Ankara’yı ürküttü. Rejim konsolidasyonu ile Kuzey Irak’taki topraklar arasında bir tercih yapan Ankara, bölgenin petrol gelirlerinden yüzde almak koşuluyla, toprak taleplerinden vazgeçti ve bölgenin Irak’a bırakılmasını siyasi ve hukuki olarak kabul etti. Akabinde aldığı peşinatla, bölgedeki petrol gelirlerinden alınan komisyon haklarından da feragat etti. Böylelikle uluslararası hukuk gereği Türkiye’nin bugün üzerinde tartışılan bölgeyle alakalı herhangi bir hakkı kalmadı. Bazı köşe yazarlarının kasıtlı-kasıtsız bilgi hatası yaparak bölgede Türkiye’nin “garantörlük hakları” olduğu yönündeki yorumlarının, tarihsel ve hukuksal gerçeklerle alakası yok.
SOVYETLERİN DAĞILMASIYLA TÜRK DIŞ POLİTİKASI DA DEĞİŞTİ
Musul ve Kerkük konusu 1990’lara kadar sadece tarihçilerin ilgi alanında kalan ve Türkiye gündemine girmeyen bir konuydu. Yani 65 yıl kadar, Türkiye Kuzey Irak ve Musul-Kerkük konularında herhangi bir adım atmadı, iddiada bulunmadı, bölgeyi bir ulusal çıkar alanı olarak algıladığını ortaya koyan herhangi bir girişimde bulunmadı. Bu bölge daima Irak toprağı olarak kabul gördü. Dahası, bölgedeki Türkmenlerden kaynaklanan da herhangi bir garantörlük rolü yok. Her Türk veya Türkmen olan yerde bir garantörlük iddiası, Türkiye’nin diplomasi geleneğinde reel politik nedenlerden dolayı asla yer almadı. Aksi olsa, İran’daki Azeri ve Türkmenler, Balkanlardaki yüz binlerce Türkmen, Rusya’daki Türkî kökenli halklar gibi milyonlarca insan ve yüz binlerce kilometre karelik topraklar üzerinde de garantörlük ve ulusal çıkar tanımlaması yapılmalı. Bu mantıklı mı? Uluslararası hukuk bakımından, Misak-ı Milli’ye rağmen, Musul ve Kerkük de dâhil, bölgede herhangi bir hakkı veya imtiyazı yoktur Türkiye’nin.
1990’larda birçok sabite gibi bu konu da değişti Türkiye için. Sovyetler Birliği’nin dağılması ve bu sürece tesadüf eden Körfez Savaşı, ciddi bir tektonik etki yaptı Türk dış politikası üzerinde. Saddam Hüseyin rejiminin Kürtler üzerinde baskısı ve akabinde yaşanan katliamlar, 1991-1996 tarihleri arasında Huzur Harekâtı (Türkçedeki yaygın kullanımıyla Çekiç Güç) Kuzey Irak’ta 36. paralelin kuzeyinde uçuşa yasak ve koruma altında bir Kürt bölgesi oluşturdu. Saddam’ın katliamları sırasında sınırı geçerek Türkiye’ye sığınan 300 bin civarında Kürt, Türk devleti tarafından “Peşmergeler” olarak halka lanse edilerek korundu. Çünkü bu dönemde Türkiye devlet politikası olarak Kürtlerin varlığını kategorik olarak reddediyor, Kürt diye bir halkın olmadığını savunuyordu. Başını kuma gömmüş, bir taraftan Kürdistan’ın sınırlarını korumaya askeri ve siyasi katkı veriyor, diğer taraftan ise kendi ülkesindeki milyonlarca Kürt’ten ve onların da benzer taleplerinden öcü gibi korktuğu için ortaya çıkan Kürt siyasi varlığını reddediyordu. Huzur (Çekiç Güç) Harekâtı Türkiye üzerinden, Türkiye’nin onay ve katılımıyla yürütüldü. Türk askeri unsurları da bu harekâta katıldılar. Aynı harekât isim değiştirerek 1997-2003 yılları arasında da Kuzeyden Keşif Harekâtı adı altında devam ettirildi.
ERDOĞAN VE AKP’NİN IRAK KÜRTLERİYLE İLGİLİ SAVRULUŞLARI
Günden güne Irak’ın Kuzeyi Kuzey Irak’a evrildi, yani fiilen Irak merkezi otoritesinden bağımsız bir Kürt yönetimi işlerlik kazandı. Kendi parasını bastıran, kendi dilinde okulları olan, kendi bayrağına ve silahlı gücüne sahip de facto bir devlet oldu. İkinci Körfez Savaşı akabinde Saddam rejimi devrildikten sonra, Irak da fiilen Sünniler, Şiiler ve Kürtler arasında paylaşıldı. Elbette Kürtler kendi siyasi varlıklarını daha da geliştirerek korudular. Bu arada Türkiye kimi zaman Irak merkezi yönetimiyle kimi zaman ise Kürt bölgesel yönetimiyle flört ederek karman çorman bir dış siyaset izledi. Sanırım bu bahsedilen dönemde kimin iktidarda olduğunu burada belirtmem gereksiz. Elbette Erdoğan ve AKP’siydi bu savruluşun şuursuz sorumluları.
Bu süreçte çok yakın döneme dek Kuzey Irak Kürt Yönetimi, Türkiye’nin tercih ettiği müttefik ve ortak oldu Erdoğan için. Irak’ta mezhepçi yaklaşımı tutmayan ve Şiiler kontrolü aldıktan sonra Irak merkezi yönetiminden soğuyarak Kürt yönetiminden medet uman Erdoğan, bu dönemde Kürt Açılımları ve Çözüm Süreci mimarlığını yapıyordu. Türkiye artık resmi olarak Kürtlerin varlığını ret siyasetinden vazgeçmişti. Erdoğan ve AKP sıklıkla Barzani’nin onur konuğu olduğu birçok toplantı düzenlediler, birçok görüşmelerde bulundular, Barzani ile kucak kucağa, el ele Türkiye’nin Kürt devletinin seri adımlarla bağımsızlığa giden yolunda değirmenine su, yelkenine rüzgâr oldular.
Mesela bu dönem Türkiye, Irak merkezi hükümetinin defalarca kendisini uyarmasına ve şiddetli protestolarına rağmen, Kürdistan yönetiminden ısrarla petrol alımını sürdürdü. Tek gelir kapısı petrol olan Kürdistan yönetimi, bu sayede ayakta kalmayı ve giderek Irak’tan kopmayı başardı. Bu arada hava limanlarını, otoyollarını, okullarını, üniversitelerini, statlarını, hatta parlamento ve resmi binalarını Türkiye desteğinde Türk inşaat firmaları yapmaktaydı. Türkiye, Kürdistan’ın bağımsızlığından bu kadar çekiniyor ve bunu milli çıkarlarına aykırı buluyorduysa, Erdoğan neden bu petrol ticareti konusunda ısrarcı oldu? Neden Ankara’da Barzani’nin Meclis’te konuşmasına, Kürdistan bayrağının Ankara’da Türk bayrağının yanında göndere çekilmesine olur verdi? Madem Irak toprak bütünlüğü önemliydi Türkiye için, o halde neden Erdoğan Irak’ı paramparça edecek bir Kürdistan bağımsızlığına giden yolda, ayrılıkçı Kürdistan yönetimiyle işbirliğini devam ettirdi? Neden Başika bölgesindeki Türk askeri varlığına Irak merkezi hükümeti izin vermediği halde, Kürdistan yönetiminin verdiği izni temel alarak buradaki askeri varlığını devam ettirdi?
PEKİ ŞİMDİ NE DEĞİŞTİ? TÜRK DIŞ POLİTİKASINI TERSE ÇEVİREN FAKTÖR NE?
Bugün Kürdistan yönetimi bağımsızlık referandumu yapıyorsa, bu noktaya kadar olan süreçte Erdoğan ve AKP hükümetlerinin Kürdistan yönetimine verdikleri desteği görmeyecek miyiz? Bugün Erdoğan ve rejiminin Kürdistan referandumuna karşı çıkışlarını gören Irak merkezi hükümeti ve diğer uluslararası aktörler sormaz mı, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu diye.
Mesele Türkiye’nin bilinçli şekilde Kürdistan yönetimine desteği değil. Çünkü bilinçli ve de uzun vadeli bir strateji gereği bu yol seçilse, bu durum anlaşılabilir. Burada önemli olan tutarlı olmak ve Türkiye için en fazla güvenlik ve refah üretecek istikamete yönelerek dış politika tercihi yapmaktır. Güneyde Türkiye’nin dostu ve ortağı bir Kürdistan yönetimi olması son derece makul, anlaşılabilir ve mantıklı bir stratejidir. Aslında AKP hükümetleri, Erdoğan’ın sivil darbesinden önce gidişatı daha doğru okuyarak, Barzani ile dost ve müttefik olmayı seçtiler. Irak’ta mezhepçi siyasetten çark etmek ve rasyonel olan fiili duruma uygun siyaset çizgisine gelmek, son derece mantıklı ve akılcı bir seçimdi.
Fakat bugün Türkiye neden tek istikamet olan bir otoyolda ters yöne girmek gibi bir durumda kaldı? Yani Kürdistan siyasetinde çark etmenin rasyonel izahı ne? Kim Erdoğan’a izlemekte olduğu politikayı değiştirtme gücüne sahip? Eğer Erdoğan rasyonel bir aktörse, bu dönüşün bir izahı olmalı. Yani her kararımızın bir rasyonel sebebi vardır. Rasyonel sebep olmadan karar verenlerin ya mental sorunları vardır, ya da üçüncü bir güç onları tercih etmedikleri bir kararı almaları konusunda zorlamaktadır. Erdoğan’ın rasyonel olduğunu varsayıyorum. Bu durumda, Erdoğan’ın Kuzey Irak Kürdistan Yönetimi konusunda 180 derece çark ederek şahin bir çizgiye gelmesinin nedeni nedir? Bu soru yanıtlanmadan, Türkiye’de artık dış politika ve dış politika tercihleri anlaşılamaz. Bir sonraki yazıda da konuyu bu boyutlarından ele alacağım.