Ayetlerin manası, nüzül sebebi, metin içi ve metinler arası münasebeti, bağlamı ve mesajı (5)
YORUM | AHMET KURUCAN
Mesajı ele alacağımız yazı ile bu serinin sonuna geldik ama baştan itiraf edeyim en zor kısmı. Neden zor? Birçok sebebi var. İlki hiç şüphesiz zihniyet ve Kur’an algısı. Bir din olarak İslam yani ed-din ile beşer yorumunun devreye girdiği “İslamiyeti/diyaneti” eşdeğer gören, bu ikisini özdeş kabul eden zihniyet Müslüman toplumlarda kök salmış. Norm ile form arasındaki farkı fark etmeyen, İslam ile İslam’a yapılan yorumları, dini bilgi ile dine ait bilgiyi ve bunların Müslümanlar tarafından hayata geçirilen tarihsel tecrübesini aynileştiren zihin yapısının hala devam ediyor. Lafa geldiğinde
“Kur’an ve sünnet evrenseldir” sloganları ile İslam’ı müdafaa ettiğini zannedenlerin şahsi yaşamlarında hayatın tabii akışına uygun hareket edip müdafaasını yaptığı değerleri ne norm ne de formları ile hayatına taşımayan kahir bir ekseriyet var bugün günümüzde. İslam’ı yaşamayı bir takım şekillere ve kalıplara indirgiyorlar böyleleri. Hatta bazıları kendi din anlayışlarına muhalif yorumlarda bulunanları tekfir dahi ediyorlar. Hakikat tekelciliğinin göstergesi olan bu zihniyet sadece halk katmanları arasında değil akademik dünyada dahi kendisini gösteriyor. Dolayısıyla böyle bir ortamda “Kur’an’ın nüzul toplumu ve zamanında yaşamayan kişiler olarak bizlere verdiği mesaj şudur, tikel şu örnekler üzerinden verdiği tümel kaide, ilke, prensip, değer budur” demek oldukça zor. Zor, zira bu çerçevede söz söyleyen insanlara neler yapıldığına tarih şahit. Hem de ne söylediklerine bile bakılmadan.
Hakikati, gerçeği ve doğruyu anlamaktaki en büyük engel olan ön yargılarını aşamayan, şartlanmışlıklarına takılıp kalan, Kur’an’ın fonksiyonel aklı nazara veren onca ayetine rağmen “atalar kültü” diye adlandırabileceğimiz tuzağına takılıp kalanlardan başkaca da bir şey beklemek abes ama insan ister istemez Kur’an’ın tümel ve tikel mesajlarını konuşacağı bir zeminde bunlara takılıp kalıyor. Halbuki tam da bu ortamda korku değil sorumluluk şuuru ile hareket etmeli. “Müsademe-i efkardan barika-i hakikat ortaya çıkar” deyip sahih bilgi ve metodoloji temeline dayanan düşüncelerini insanlar konuşmalı, yazmalı diyor. Aksi halde çağını yakalayamayan, arkaik düşüncelerle maziyi bugüne taşımaya marifet sayan Müslümanlar olarak zaman kaybetmeye ve hayatı ıskalamaya devam edeceğiz. Evet biz dinamik din anlayışını ıskaladığımız için “süreklilik içinde değişim” diyememiş ve nice asırlar kaybetmişiz. Artık bir gün, bir saat bile fevt etmeye tahammülümüz yok. Yaşadığı zamanın ruhunu yakalamış şuurlu Müslümanlar bunun farkında. Çocuklarımız sözünü ettiğim zihniyetten hareketle dinden imandan soğuyor. En azından dine mesafe koyuyor. Cesaretini toplayanlar “Ben artık Müslüman değilim” diyor. Deizm, agnostizm, nihilizim, ateizm bizim bahçelerimizde değil evimizin içinde kol geziyor.
“Kaybettiğimiz için acele ediyoruz, acele ettiğimizden kaybediyoruz”
İşte tam da böylesi bir zeminde Ahmet Selim’in ifadesiyle: “Biz kaybettiğimiz için acele ediyoruz, acele ettiğimizden kaybediyoruz” fasit dairesine düşmek istemiyorum. Sorumluluk şuuru ile hareket etmek istiyorum. Eskilerin çok sık söylediği “vusulsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir.” Vusule engel olacak usul hatalarından uzak durmayı arzu ediyorum. Yukarıda “takılıp kalıyor” dememin nedeni bu. Onun için mevcud zihniyeti de nazara alarak temkinli konuşmaya çalışıyorum. Şemsi Tebrizi’nin “Sözü süz de söyle, gönlü bulandırmasın. Sözü diz de söyle, kulağa inci diye takılsın” tenbihlerine riayetle sözü süzüp de söylemeye gayret ediyorum. Müddea da delil de yerli yerine oturtulmalı diyorum. Totolojik yaklaşımlardan uzak durmaya çalışıyorum. Delil müddeadan daha zayıf olmamalı diyorum. “Usul esasa mukaddemdir” fehvasınca usul diyor başka bir demiyorum ama ne kadar becerebiliyorum bilmiyorum.
23 yılda parça parça hadiselerin tabii akışı içinde nazil olan Kur’an’a 23. yılın sonundaki bütün haliyle bakınca onun Müslümanlara ve onlar vesilesi ile insanlığa sunmuş olduğu bir değerler bütününe sahip olduğunu görürsünüz.
Müstakil bir yazı olarak kaleme alacağım ilerleyen günlerde ama mesaja geçmeden önce bir paragrafla yanlış hem de çok yanlış bilinen bir hususa değinmek istiyorum. Değineceğim bu husus belki de muhtemel ithamların önünü keser ve söyleyenden ziyade ne söylendiğine bakılmaya zemin hazırlar diye düşünüyorum. Evrensel kelimesinin karşıtı ülkemizde çokları tarafından tarihsel olarak ele alınır. Dolayısıyla Kur’an ve sünnet’in özellikle sosyal, kültürel, ekonomik vb. alanlarındaki beyanlarında forma yönelik söylenen düşünceler yukarıda bahsini ettiğim ön kabullerle birleşince hemen ademe mahkum edilir. “Kur’an veya sünnet A’dan Z’ye her şeyi ile evrenseldir, kıyamete kadar değişmeyen öze ve şekle sahiptir, öyleyse buna muhalif her düşünce ve teklif evrenselliğe muhaliftir” bu zihniyetin ağzından dökülen sözlerdir.Böyle midir gerçekten?
Tarihsellik (historicity) ile tarihselcilik (historicism) ve tarihsicilik (historism) birbirinden ayrı şeylerdir. Özellikle ilk ikisinin birbiri yerine kullanıldığı yerler yok değildir ama bu kullanım kavramsal çerçeveyi zihinlerinde yerli yerine oturtamamış kişilerin karıştırmasıdır. Mevzunun detaylarına vakıf olmadan, derinlemesine bir araştırma ve okuma yapmadan Kur’an’ı koruma ekseni üzerine kurulu iyi niyetli müdafaa amaçlı karşı çıkmalardır ama bu tür bir karşı çıkış meseleyi daha da karıştırmaktadır. Özellikle tarihsellik bağlamında yapılan itirazlarla ne bir eksik ne de bir fazla usul ulemasının yapmış olduğu anlama çalışmalarını ve getirmiş oldukları kavramları da ateşe atmaktadır ama farkında değildir.
Tarihsel derken dini alanda tevhid, nübüvvet ve mead/haşr üçlüsü içinde ele aldığımız inanca dair olan ayetler ve hadisler değil sosyal, siyasal, kültürel, askeri, coğrafi arka plan şartları içinde hayata ait yapıp-etmelerimizi ilgilendiren şeylerden bahsediyorsak, evrensel kelimesinin karşıtı tarihsel değildir, yereldir/mahallidir. Tarihsel, tarihe ait olma anlamında bir sıfattır. Tarihin herhangi bir zaman ve mekan diliminde toplumsal hayatta karşılığı olan ve insanlar tarafından yapılan eylemlerdir. Bir yaşanmışlıktır tarihsellik. Gelip geçicidir. Historicity tam da bu demektir. Bu açıdan bakınca sözünü ettiğimiz alanlarda söylenen sözlerin evrensel olmasının zaten ilk şartı tarihsel olmasıdır. Zira bu bağlamda tarihsel’in karşıtı mitolojidir, efsanedir, masaldır, hayal mahsulü masa başında üretilmiş romandır, hikayedir ve abartılarla dolu destandır. Tekrar edeyim, tarih insanın yapıp etmeleridir ama bir zaman diliminde ve bir mekan içinde. Tarihsellik işte buna tekabül eder. Allah’ın maksadını doğru anlama çabası içinde ulemanın üretmiş olduğu metodolojinin temeli de bu zihniyet üzerine kuruludur. Nesh, kıyas, istihsan, maslahat, tahsis, takyid vs bütün kavramlar aslında tarihsellik denilen (tarihselcilik ya da tarihsicilik değil) şeyle aynı noktada birleşmektedir. İsimlendirmenin farklı oluşu işin mahiyetini değiştirmez.
Bu iki kısa hatırlatmadan sonra mesaja geçebilirim: Kur’an’dan ve onun ayetlerinden bahsediyoruz. Yani hem tek tek her bir ayetten hem de bu ayetlerin toplamını oluşturan hitaptan ve kitaptan. 23 yılda parça parça hadiselerin tabii akışı içinde nazil olan Kur’an’a 23. yılın sonundaki bütün haliyle bakınca onun Müslümanlara ve onlar vesilesi ile insanlığa sunmuş olduğu bir değerler bütününe sahip olduğunu görürsünüz. Bu değerler kalbin ameli diyebileceğimiz Allah’a ve ahiret gününe iman başta imana ait hususlar ile sosyal ve toplumsal hayatı düzenleyen adalet, eşitlik, özgürlük, hukukun üstünlüğü vb. şeylerdir.
Kur’an’ın ortaya koymuş olduğu değerler manzumesinin kendi içinde bir hiyerarşiye sahiptir. Ehemmiyet açısından zaruriyat, haciyat ve tahsiniyat diyerek usul ilminde ortaya konulan sıralama ya da muhteva açısından mal, can, din, akıl ve nesil diye kategorize edilen zaruriyat-ı hamse bunu ifade eder.
Tam da burada mutlaka belirtilmesi gerekli olan iki şey var. Birincisi; tikel yani tek tek ele aldığımız ayetler ve onların mana ve muhtevası ile ayetlerin toplamında oluşan Kur’an’ın mana ve muhtevası birbiri ile çatışmaz. Bu söz konusu değerlerin kendisini inkârı demektir ki haşa ve kella Allah’ın kelamı böyle bir şeyden münezzeh ve mukaddestir. Eğer “ilk bakışta birbiri ile çelişen ayetler var” diyorsanız, okumuş olduğunuz yazı serisinin kaleme alınış sebeplerinden biri de işte bu soruya cevap vermekti ki ayetlerin lafzi manası, metin içi ve metinler arası münasebet, sebebi nüzul ve bağlam yazılarımda örnekleri ile buna cevap vermeye çalıştım.
İkincisi; Kur’an’ın ortaya koymuş olduğu değerler manzumesinin kendi içinde bir hiyerarşiye sahip olmasıdır. Ehemmiyet açısından zaruriyat, haciyat ve tahsiniyat diyerek usul ilminde ortaya konulan sıralama ya da muhteva açısından mal, can, din, akıl ve nesil diye kategorize edilen zaruriyat-ı hamse bunu ifade eder. Somut misal verilecek olursa, Allah’a iman her şeyin temelidir ve hiç şüphesiz sıralamanın başında yer alır. Ahlak imanın hemen arkasında yerini alan ameller cümlesindendir. İman ve ahlak bütünlüğünü sağlamış bir zihnin yapacağı ibadet bu hiyerarşi içinde vazgeçilmez bir yere sahiptir. “Namaz insanı fuhşiyat ve münkerattan alıkoyar” ayetinden hareketle söylüyorum bunu. Yoksa klasik sınıflandırma içinde ahlaka ibadetin önünde bir yer verilmediğini biliyorum. Belki bu değerlendirmenin yapıldığı toplumsal şartlarda iman-ahlak bütünlüğü vardı. İmansız ahlak, ahlaksız iman tasavvur edilmiyor ve iman eden herkesin hayatını Allah’a hesap verme şuuru ile yaşadığı bir dönemdi, bundan dolayı da böylesi keskin sayılabilecek bir ayrıma gidilmedi. Ama “fesadı nas”ın alıp başını gittiği bir dönemde bu ayrımın keskin ve net bir şekilde ortaya konması ve iman-ahlak bütünlüğünün özünden ruhundan uzak, şeklin kalıpları içine hapsedilmiş ibadetlerin önünde olması gerektiğine inanıyorum. Onun için değerler hiyerarşine bir cümle ile bile olsa değindiğim bir yerde bu ilave izahı yapma ihtiyacı hissettim. Yoksa ahlaksız Müslümanların ibadetleri, global ya da lokal her cephede sadece o eylemi yapana değil böyle bir Müslümanlık anlayışından fersah fersah uzak Müslümanların tamamına daha da ötesi bizatihi dinin kendisine dine zarar veriyor.
Bu değerler manzumesi ve sıralamasının oluşumu açısından Kur’an’ın nüzul dönemine baktığımızda karşımıza çıkan ilk şey Mekki ve Medeni ayetlerin muhteva farklılığıdır. Bir diğer şey içki ve faiz yasaklamalarında olduğu gibi tedricilik içinde bu değerlerin hayata hâkim kılınmasıdır. Aradan geçen 15 asır sonrası bizim için önemli olan bir şey daha var, ayetin nüzul zamanındaki özgün manasını anlamak ve mesajı ondan sonra çıkartmak ki serinin önceki yazılarında bunu detaylı olarak ele aldım. İşte Kur’an’ın bize verdiği mesaj ekseninde ister teker teker isterse bütüncül manada doğru mesajı çıkarmamız adına bunlar olmazsa olmaz öneme sahip noktalardır. Bir başka ifadeyle bugün “Kur’an bana ne diyor” diye Kur’an okuyacak insanların doğru mesajı çıkarması biraz bu bakış açısında bağlıdır.
Bir misal üzerinden hareket edelim: Allah Maide süresi 90 ayette şöyle buyuruyor: “Ey Müminler! İçki, kumar, dikili taşlar, fal okları şeytan kaynaklı birer pisliktir. Bütün bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.”
Ayetin unsurlarını tek tek tahlil edelim. “Hamr/İçki” yani sarhoşluk verici madde. Dünden bugüne değişen bir şey yok, dolayısıyla manası ve muhtevası açık, net.
“Meysir/Kumar.” O da içki gibi, çeşitleri farklılaşsa da muhtevası aynı.
“Ensab/Dikili taşlar?” Nedir bu? Bizim hayatımızdaki karşılığı nedir? Şehirlerin çeşitli yerlerine dikilen heykeller olabilir mi? Veya müzelerde sergilenen heykeller? Ya da heykel sanatçıların yapmış olduğu sanat değeri oldukça yüksek ve kimi zenginlerin evlerine süs eşyası olarak koydukları heykellere ne dersiniz? Bir soru, Sebe süresi 13. ayette belirtilen Hz. Süleyman’ın yaptığı heykellerle bunların ne farkı var?
Ayet bana ne mesaj veriyor sorusuna cevap aradığımız yerde “dikili taşlar”dan kastın ne olduğunu bilmek zorundayız. Yoksa “evet şehirlerin merkezine konulan, müzelerde bulunan, zenginlerin evlerine koyduğu heykellerdir bunlar” demeniz işten bile değil. Nitekim diyenler de var. Ama ayete bunu dedirtmeden veya o ayet üzerinden bu sonuca ulaşmadan önce nüzul toplumunda dikili taşların ne olduğunu bilmemiz gerekmez mi? Gerekir diyorsanız, buyurun cevabını Ali Bulaç’tan okuyalım: “Dikili taşlardan kast edilen şu veya bu anlamı, şahıs, cin, insanüstü varlığı, gök çizimleri, ataların ruhunu veya hatırasını temsil eden ruhlardır. Putlar ya taştan veya tahtadan veya demir ve benzeri maddelerden yapılırdı. Araplar Allah’ın varlığına inandıkları halde putları, taşıdıkları sembolik anlam ve değer dolayısıyla kendilerini Allah’a yaklaştıracak, onlara aracılık yapacak kutsal nesneler olarak kabul eder ve onlara derin saygı gösterirlerdi. İslam noktai nazarından bu şirktir ve en büyük günahtır. Hz. Süleyman’ın yaptırdığı temsil ve heykeller ise Arap cahiliye put perestliğinden farklıdır.” (Kur’an Dersleri, 3/69)
Ve “Ezlem/Fal okları.” İslam öncesi Arap tarihi uzmanları iki çeşit fal okundan bahsediyor. İlki, kumar oyunu için kullanılan fal okları. 7’sı kazanç, 3’ü kayıp yazan 10 tane oklar olurdu. Bir deve kesilir ve 10’a bölünür. Hazırlanan oklar karıştırılıp çekilir. Kendilerine kayıp yazan okların çıktığı 3 kişi devenin ücretini öderdi, 7 kişi de aldıkları et hisseleri karşılığında para vermezdi. İkincisi, istihare için atılan oklar. Hubel putunun yanında emir ve yasak yazılan iki ok bulunurdu. Bir iş yapmak, seyahate çıkmak vb. şeylerde karar öncesi kişi gelir o oklardan birini çeker ve çıkan emir veya yasak okuna göre hareket ederdi.
Gördüğünüz gibi Kur’an, bu ayeti ile o günkü toplumda karşılığı olan ve muhataplarının hali hazırda uygulaya geldikleri eylemleri yasaklıyor ve ardından bunların şeytanın iğvası ile yapılan eylemler olduğunu hatırlatarak “şeytan kaynaklı birer pisliktir.” diyor.
Bu ayetin nüzulünden sonra geçen 15 asır içinde değişen ne? İçki ve kumar mahiyetini ayniyle koruyor ama putlar ve fal okları o toplumda karşılık bulan şekli ile bizim hayatımızda yok. O zaman biz ayetten ne anlamalıyız? İçki kumar neyse de putlar ve fal okları bizde yok deyip geçecek miyiz yoksa aslında bu nesneler üzerinden Allah’ın bütün zaman mekan ve insanlara verdiği bir mesaj mutlaka vardır deyip ciddi zihni faaliyet içine mi gireceğiz? Hiç şüphe yok ki ikincisi.
Pekala mesaj ne diyecek olursanız, mesaj –dikkat edin sadece bu ayet özelinde konuşuyorum- gayet açık ve net; içki ve kumar yasağı ile bunların ferdi ve içtimai manada verdiği zararlardan sakınmak, put ve fal okları ile de tevhid akidesine aykırı davranışlardan uzak durmak. Bu fiillerde Allah’ın rızasının olmadığı, aksine şeytan kaynaklı olduğunun açıkça belirtilmesi de bunu gösteriyor. Kaldı ki bir sonraki ayette Allah neredeyse her türlü yoruma kapalı bir şekilde bizatihi kendisi belirtiyor: “Şeytan gerek sarhoş edici içkiler, gerekse kumar ve şans oyunları vesilesiyle aranıza düşmanlık, kin ve nefret tohumları saçmak ve böylece sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Öyleyse siz hala bütün bu pis işlerden elinizi-eteğinizi çekmeyecek ve vazgeçmeyecek misiniz?”
Kur’an bana bu ayeti ile, bu ayet kümesi ile ve kendi bütüncüllüğü içinde ne mesaj veriyor sorusu bugün her Müslümanın mutlaka ama mutlaka sorması ve cevabını bulması gerekli olan bir sorudur. Zira Kur’an insanların hayatına anlam katmak için nazil olmuştur. İnsanları/Müslümanları Cebriyeci düşüncenin hilafına rüzgarın önünde yuvarlanan bir yaprak gibi tarihin nesnesi olmaktan kurtarıp rüzgarlara yön veren özne haline getirmeyi murad etmektedir. Bu uğurda gerek tikel ayetleri gerek tümel ilke, prensip ve kaideleri ile mesajlar sunmaktadır. İşte bunu keşf etmek nüzul sonrası toplum/ların muhatabı olarak bizlere düşmektedir.
Bir sonraki yazıda birkaç örnek daha vereceğim inşallah.