YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU
Bir önceki yazımızda Kur’ân’ı terk edenlerin Peygamber Efendimiz (s.a.s) tarafından Allah’a nasıl şikayet edilecekleri üzerinde durmuş ve bizzat kendi tariflerinden Kur’ân’ın nasıl bir Kitap olduğunu anlamaya çalışmıştık. O yazıda da üzerinde durduğumuz üzere Kur’ân’ın en başta gelen özelliklerinden biri, hidayet kaynağı olmasıdır. İnsanı yaratan Yüce Yaratıcı onu kılavuzsuz da bırakmamıştır. Gönderdiği peygamberler ve kutsal kitaplar vasıtasıyla yürüdüğü yollara ışık tutmuş ve ona rehberlik etmiştir. İnsanın aşırılıklardan uzak müstakim bir hayat yaşaması, ahlakî ve manevî olgunluğa ermesi, kemale yürümesi ilahî vahiyden hakkıyla istifade etmesine bağlıdır.
İnsan-varlık-Allah arasındaki ilişkiyi doğru bir şekilde vaz eden Kur’ân’dır. Dünya-ahiret dengesini doğru bir şekilde tesis eden Kur’ân’dır. Ahlakî, itikadî ve içtimaî hastalıkları tedavi eden ve insana güzel hasletler kazandıran Kur’ân’dır. Bütün İslâmî ilimlere kaynaklık eden ve ilham veren Kur’ân’dır. Bidayetinde vahşi ve bedevî bir topluluk olan sahabeyi medeniyetin zirvelerine çıkaran Kur’ân’dır. Hicri beşinci asra kadar Müslümanlara büyük bir Rönesans yaşatan Kur’ân’dır. İslâm medeniyetinin omurgasını oluşturan Kur’ân’dır. Şimdiye kadar hiçbir felsefe, hiçbir ideoloji, hiçbir doktrin Kur’ân’ın insanlık dünyasında meydana getirdiği dönüşüm ve inkılabın bir benzerini gerçekleştirememiştir.
Fahreddin er-Razi, Kur’ân’ın hidayet rehberi olmasını, onun bütün iyiliklere rehber ve bütün mutluluklara vesile olmasıyla izah eder. Peki, kimler Kur’ân’ın bu rehberliğinden istifade edebilir ve böylece iki cihan saadetine nail olabilir? Elbette istifadenin birinci şartı onu teemmül ve tefekkürle okumaktır. Peki, Kur’ân okuyan veya dinleyen herkesin onu anlaması ve ondan hakkıyla istifade etmesi mümkün müdür? Kur’ân âyetleri herkeste aynı etki ve tesiri meydana getirir mi? Kur’ân’dan istifade edebilmek için Arapça ve usûl bilgisine sahip olmak yeterli midir? Kur’ân bu konuda da bizlere yol gösterir, farklı âyet-i kerimelerde meseleye açıklık getirir, kimler için hidayet rehberi olduğunu izah eder.
Bakara sûresinin hemen başında Kur’ân’da hiçbir şek ve şüphe bulunmadığı beyan edilir. Yani Kur’ân’ın ne Allah’a nispetinde ne hükümlerinin hak oluşunda ne de verdiği haberlerin doğruluğunda en ufak bir şüphe yoktur. Devamında da şöyle buyrulur: “Hiçbir şüphenin kendisine el uzatamayacağı şanı yüce bu hak Kitaptır ki o, müttakiler için hidayet rehberidir (yol göstericidir).” (Bakara sûresi, 2/2) Aynı tema Kur’ân’ın birçok âyetinde tekrar edilir. Mesela Bakara sûresinin başka bir âyetinde Kur’ân’ın mü’minler için hidayet ve müjde olduğu (2/97; Neml sûresi, 27/2), Lokman sûresinde muhsinler için hidayet ve rahmet olduğu (31/3), A’raf sûresinde iman eden bir kavim için hidayet ve rahmet olduğu (7/52, 203), Nahl sûresinde Müslümanlar için hidayet, rahmet ve müjde olduğu (16/102, 89), Ankebût sûresinde iman eden bir kavim için rahmet ve öğüt olduğu ifade edilir (29/51). Sadece bir ayette Kur’ân’ın mutlak anlamda insanlar için hidayet kaynağı olduğu ifade edilir. (Bakara sûresi, 2/185)
Bakara suresinin 185. âyetinde de ifade edildiği üzere esasında Kur’ân-ı Kerim, bütün insanlığa doğru yolu gösteren bir hidayet rehberidir. Fakat hidayetten matlup ve maksut olan ihtida (Kur’ân’ın hidayetinden istifade ederek doğru yola girme) iman, takva ve ihsan sıfatlarına haiz olanlara nasip olur. Çünkü bunlar, okuduklarıyla amel eder, Kur’ân’ın helâlini helâl haramını da haram sayar, kıssalardan ders çıkarır ve böylece istikamet üzere bir hayat yaşarlar. Kur’ân’ın Allah kelamı olduğuna inanmayan ve ona gönülden teveccüh etmeyenler ise onun hidayetinden yararlanamaz ve belki de Kur’ân onlar için zarar ve hüsran sebebi olur.
Burada akla şöyle bir soru gelebilir: İman ve takva sahibi olmak, niçin Kur’ân’dan istifadenin bir şartı ve sebebi olarak gösteriliyor, bunlar Kur’ân’dan istifadenin bir neticesi değil midir? Elmalılı Hazretleri, Kur’ân hidayetinden istifade edebilecekleri belirtilen müttakilerle kastedilen kimselerin, “inat ve nifaktan, reyb-i külliden ictinap edebilecek ve yakin-i Hakk’a namzet olabilecek fıtrat-i selime ve ukul-i sahiha erbabı” olduğunu belirtmiştir. (Hak Dini Kur’ân Dili, 1/159)
Öte yandan Kur’ân’ın mü’min, muhsin ve muttakiler için hidayet rehberi olmasından hem hidayetin semere ve neticesinin iman, ihsan ve takva olduğunu anlıyoruz hem de bu insanların varlığı, Kur’ân’ın gerçekten hidayet kaynağı oluşuna delil oluyor, şahitlik ediyor.
Ayrıca iman ve takvanın da, hidayetin de çok farklı dereceleri olduğunu unutmamak gerekir. Ulema, Kur’ân-ı Kerim’de yer alan takvayla ilgili âyetlerden yola çıkarak takvanın üç mertebesi bulunduğunu ifade etmişlerdir. Birincisi, küfür, şirk ve nifak gibi imana zıt inançlardan uzak durmaktır. İkincisi, dinin yasaklamış olduğu her türlü günah ve mesaviyi terk etmektir. Üçüncüsü de masivaullah denilen Allah dışındaki her şeyden kalbî alakanın kesilmesidir. Aynı şekilde imanın da bir çekirdek olmaktan yerin derinliklerine kök salmış kocaman bir ağaç olmaya kadar çok farklı dereceleri vardır. İşte Kur’ân hem iman ve takvaya yeni adım atan hem de bu konuda zirveleri tutan insanlar için hidayet rehberidir. Kişinin mertebesine göre de hidayetin şekli ve mahiyeti değişecektir.
Konuyla ilgili şu üç âyet-i kerimede ise Kur’ân’ın genel insanlık için ifade ettiği anlam ile iman ve takva sahipleri için ifade ettiği anlam birbirinden ayrılır: “Kur’ân, insanlar için bir açıklama (beyan), müttakiler için ise bir hidayet ve öğüttür.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/138) “Ey insanlar! İşte size, Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdeki dertlere bir şifa, mü’minler için de bir hidayet kaynağı ve rahmet geldi.” (Yunus sûresi, 10/57) “Bu Kur’ân, insanlar için açık belgeler/kesin kanıtlar (besair); kesin olarak inanan toplumlar için de hidayet rehberi ve rahmettir.” (Câsiye sûresi, 45/20)
Kur’ân bütün insanlık için bir beyandır, yani onlara varlığı ve insanı şerh eder, hayatın anlamını izah eder, olayların hikmet ve sırlarını ortaya çıkarır, Rablerini tanıtır, metafizik gerçeklikleri haber verir. Kur’ân’ın beyan ettiği bu hakikatleri kabul edip hayatlarını buna göre tanzim edecek olanlar ise ancak müttakilerdir.
Aynı şekilde Kur’ân’da bütün insanlar için öğüt ve nasihatler, ders ve ibretler, manevi hastalıklara şifalar vardır. Fakat Kur’ân’ın bu konudaki öğüt ve rehberliğinden yararlanacak ve böylece doğru yolu bulacak olanlar mü’min ve müttakilerdir. Taklitten sıyrılamayan, inat ve kibri bırakamayan, ön yargılarından kurtulamayanlar ise nübüvvet ve vahiy nurundan yararlanamayacaklardır.
Yine Kur’ân bütün insanlık için “besâir” dir. Yani insanın basiretini açar, gözüne nur çalar, önüne ışık tutar, hak ile bâtılı ortaya çıkarır, doğru yolu gösterir, varlığın sırlarını deşifre eder, imana dair kesin kanıt ve deliller sunar. Ne var ki ancak fırat-ı asliyelerini koruyan, akl-ı selimle Kur’ân’a yaklaşan ve onun kadr u kıymetini takdir edebilenler bütün bunlardan istifade ederler.
Şu iki âyet-i kerimede de Kur’ân’ın mü’minler ile inkârcılar üzerinde nasıl bir tesir meydana getirdiğine yer verilir, aynı ilâhî metni okuyan iki farklı zümrenin nasıl birbirine zıt yolları tuttuğu izah edilir: “Biz Kur’ân’ı mü’minlere şifa ve rahmet olarak indiririz. Ama o, zalimlerin ise sadece ziyanını artırır.” (İsrâ sûresi, 17/82) “Kur’ân, iman edenler için hidayet ve şifadır. Ama iman etmeyenlerin kulaklarında ağırlıklar vardır. Kur’ân onlara kapalı ve karanlık gelir. Onların, çok uzak bir yerden sesleniliyor da söyleneni hiç anlamıyorlar gibi bir hâlleri vardır.” (Fussılet sûresi, 41/44) Aynı şekilde Mâide sûresinde geçen iki âyet-i kerimede de Kur’ân âyetlerinin inkârcıların azgınlık ve inkârcılığını artıracağı ifade edilir. (5/64, 68)
Bu âyetler inkârcıların tipik durumlarını izah eder. Kur’ân’a kör bir inatla, önyargıyla ve art niyetle yaklaşan zalim ve inkârcılar, Kur’ân’ın kendine has dünyasına açılamaz, gerçek anlamını kavrayamaz ve onun nurundan istifade edemezler. Esasında onların böyle bir niyetleri, talep ve beklentileri de yoktur. Bilakis Kur’ân’ın ilke ve hedeflerini kendi hayat tarzlarına aykırı görür, bunların siyasi, içtimai veya ekonomik çıkarlarına, itibar ve prestijlerine zarar vereceğini düşünürler. Kur’ân öğretilerini putları ve ikonlarıyla, dünyevi doktrinleriyle veya bâtıl inançlarıyla telif edemezler. Kur’ân’ın kendileri hakkındaki ikaz ve tehditlerinden rahatsız olurlar. Kendilerini nasıl bir akıbetin beklediğini duymak ve buna inanmak istemezler. Dolayısıyla da bazen ilahî vahye karşı kulaklarını tıkar, bazen de onun sesini kesme adına mücadeleye girişirler. Fakat neticede ziyan ve hüsrana uğrayanlar kendileri olur.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki Kur’ân’ın gerçek güzelliklerinin görülmesinde ve bunlardan istifade edilmesinde iman, nazar, kabul, teveccüh ve amel anahtar rol oynuyor. Yani insanın Kur’ân’dan istifadesi, onun karşısında nasıl bir tavır takındığına, onu nasıl gördüğüne ve nereye koyduğuna göre değişiyor. Mü’minler nazarında Kur’ân öyle bir Rabbin kelamıdır ki şayet bütün ağaçlar kalem, bütün denizler de mürekkep olsaydı yine de O’nun kelimelerini yazmaya yetmezdi. (Lokman sûresi, 31/27; Kehf sûresi, 18/109) Onlara göre Kur’ân, göklerin ve yerin sırlarını bilen ve bütün âlemlerin Rabbi olan Allah’ın ezelden gelen ve ebede giden bir hitabıdır. İnkârcılar ise onu -haşa- ya Hz. Peygamber’in uydurduğu bir yalan ya da eskilerin masalları olarak görürler. (Furkân sûresi, 25/4-6) Bu iki bakışın Kur’ân’dan istifadesi aynı olabilir mi?
Asıl mesele, Kur’ân’ın gerçek mahiyetini anlayabilmek, onun kıymetini takdir edebilmek ve onun nasıl bir hitap ve beyan olduğunu idrak edebilmektir. Bediüzzaman’ın şu ifadeleri de akl-ı selim, kalb-i selim ve hiss-i selimle Kur’ân’a yaklaşmanın ne kadar mühim olduğunu ortaya koyar: “Kur’ân, şek ve şüphelere mahal değildir. Sizin şüpheleriniz, ancak kalblerinizin hastalığından ve mizacınızın sekametinden (bozukluğundan) ileri geliyor. Evet, gözleri hasta olanlar, güneşin ziyasını inkâr ederler; ağızları acı olanlar, tatlı suya acıdır derler.” (İşârâtü’l-İ‘câz, s. 178) Hz. Mevlana da, “Gül bahçelerindeki güzel kokuları duymuyorsan, kusuru bahçede değil, gönlünde ve burnunda ara!..” der. Hz. Osman’ın şu sözü de aynı noktaya dikkat çeker: “Eğer kalpleriniz tertemiz olsaydı, Allah’ın kelâmına doyamazdınız.” (Ali el-Müttakî, 2/287/4022)
Hülasa-ı kelam, Kur’ân, içerdiği bütün hükümleriyle, öğütleriyle, haberleriyle, irşat ve ikazlarıyla -Bediüzzaman’ın ifadeleriyle- kalplere kuvvet ve gıda, akıllara kût ve gına, ruha su ve ziya, nefislere de deva ve şifadır. Yani o, hakkın, hidayetin, rahmetin, şifanın, müjdenin ta kendisidir. Kimin için? Onun Allah kelamı olduğuna şeksiz şüphesiz iman eden, ona tam itimat eden, bütün dertlerinin devasının onda bulunduğuna kati olarak inanan, saf ve duru bir gönülle ona yönelebilen mü’min ve müttakiler için. Onu bir beşer sözü olarak gören, kendi kıt aklıyla onda eksik ve kusurlar arayan, onun lafızlarına takılan, peşin fikirleriyle ona yaklaşan veya Kur’ân’ı anlamada kendi kıstas ve kriterlerini ölçü alan kimseler ise Kur’ân’ı okusalar bile ondan hakkıyla istifade edemeyeceklerdir.