YÜKSEL ÇAYIROĞLU | YORUM
Önceki yazıda başörtüsünün modern dönemde niçin hararetli tartışmaların konusu olduğu üzerinde durmuş ve bu konuda dile getirilen farklı görüşlerin sebeplerine temas etmiştik. Bu yazıda ise âyet ve hadisler ışığında başörtüsünün hükmünü ele alacak, onu emreden âyetlere getirilen farklı yorumları değerlendireceğiz.
En başta şunu net olarak ortaya koymakta fayda var: Bazılarının iddia ettiği üzere başörtüsü takmak ne dinin sadece bir tavsiyesidir ne tarihsel bir hükümdür ne de âyetlerin muhtemel yorumlarından biridir. Bilakis o, bir çok âyet ve hadisin kesin ve bağlayıcı lafzıyla sübut bulmuş ve âlimlerin icmaına konu olmuş dinin muhkem bir emri, kesin bir farzı ve değişmez bir hükmüdür. Kur’ân lafızlarını eğip bükmeden, keyfî yorumlara tâbi tutmadan ve manalarını çarpıtmadan bu konuda farklı bir hükme ulaşmak mümkün değildir. Şimdi sırasıyla konuyla ilgili âyetleri inceleyelim:
Başörtüsünün farziyeti Nûr sûresinin şu âyetiyle sabit olmuştur: “Mü’min kadınlara bakışlarını kısmalarını, iffetlerini korumalarını ve ziynetlerini teşhir etmemelerini söyle. Ziynetlerin mecburen görünen kısımları bundan müstesnadır. Onlar, başörtülerini yakalarının üzerini kapatacak şekilde örtsünler. Ziynet takılan yerlerini kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, üvey oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, mü’min kadınlar, ellerinin altında bulunanlar (köleler), erkeklikten kesilip kadınlara ihtiyaç duymayan hizmetçileri veya henüz kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocuklar dışında kimseye göstermesinler. Saklı ziynetlerine dikkat çekmek için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey mü’minler, hepiniz toptan Allah’a tevbe edin ki felaha eresiniz!” (en-Nûr, 24/31)
Bu âyet-i kerimede Cenab-ı Hak, وَلْيَضْرِبْنَ بِخُمُرِهِنَّ عَلَى جُيُوبِهِنَّ “Başörtülerini yakalarının üzerini kapatacak şekilde örtsünler.” ifadesiyle başörtüsü takmayı emretmiştir. Aksi yönde bir karine bulunmadığı sürece emir lafzı vücup (farziyet) ifade eder. Âyette yer alan, kadınların gözlerini haramdan sakınmaları, iffetlerini korumaları, ziynetlerini teşhir etmemeleri, yürüyüş ve hareketleriyle kadınsı özelliklerine dikkat çekmemeleri nasıl bağlayıcı ve zorunlu birer hükümse, bunların arasında yer alan başörtüsü takma emri de aynı şekilde bağlayıcı ve zorunlu bir hükümdür.
Âyetin “Mü’min kadınlara bildir” şeklinde başlaması ve sonunda kadınları tevbeye davet etmesi de âyetin bağlayıcı bir norm ortaya koyduğuna işaret eder. Keza sûrenin ilk âyetinde yer alan, “Bu, indirdiğimiz ve (hükümlerini) farz kıldığımız bir sûredir. İyice belleyip dersinizi alırsınız diye onun içinde açık seçik âyetler indirdik.” ifadeleri de buradaki emirlerin farz olduğunun ayrı bir delilidir. Arapça ve usul kurallarını bilmeyen avamdan bir insan bile bütün bu hususları göz önünde bulundurduğunda söz konusu âyetin başörtüsünü zorunlu kıldığını anlamakta zorluk çekmez. Nitekim anadilleri Arapça olan bu emrin ilk muhatapları sahabiler de istisnasız bunu gerekli bir farz olarak anlamış ve uygulamışlardır.
Bazıları başörtüsü şeklinde tercüme edilen “humur” lafzına kelimenin kök anlamından hareketle genel anlamda örtü manası vermiş ve âyetin de başı değil göğsü örtmeyi emrettiğini söylemiştir. (Humur, hımâr lafzının çoğuludur) Ne var ki kelimelere kafamıza göre mana veremeyiz. Bu, aklî istidlallerle çözülebilecek bir mesele değildir. Hangi dilde olursa olsun, bir kelimenin doğru anlamını tespit etmenin yolu lügatlere bakmaktır. Arapça sözlüklerde hımâr lafzı özellikle kadına atfedildiğinde başörtüsü anlamına gelir. Mesela Zebidî’nin yaptığı tanım şudur: خِمَارُ الْمَرْأَةِ تُغَطِّي بِهِ رَأْسَها “Kadının hımârı, kendisiyle başını örttüğü şeydir.” (Zebidî, Tâcu’l-arûs, 11/214) Feyyûmî de hımârı şöyle tanımlar: الْخِمَارُ ثَوْبٌ تُغَطِّي بِهِ الْمَرْأَةُ رَأْسَهَا وَالْجَمْعُ خُمُرٌ “Hımâr, kadının kendisiyle başını örttüğü bir giyecektir. Hımâr’ın çoğulu humur’dur.” (Feyyûmî, el-Misbâhu’l-münîr, 1/151)
Hımâr/humur lafzının ha-me-ra kökünden türediği ve bu kökün örtmek, gizlemek, saklamak gibi anlamlara geldiği doğrudur. Nitekim içkiye de aklı örttüğü için “hamr” denir. Fakat bu durum, bu kökten türeyen hımâr/humur sözcüğünün başörtüsü anlamı kazanmasına engel değildir. Bu kelimenin başörtüsü anlamına geldiğini ispat eden Cahiliye şiirleri de vardır.
Öte yandan Kur’ân’ın kelime ve kavramlarını anlamanın yolu, vahyin ilk muhatabı olan sahabilerin bunları nasıl anlayıp uyguladıklarına bakmaktır. Çünkü Kur’ân onların bildiği ve konuştuğu dil ile nazil olmuştur. Buharî’de geçen bir hadiste Hz. Âişe (r.anhâ) sahabilerin Kur’ân’ın bu emri karşısında nasıl bir tavır aldıklarını şöyle açıklamıştır:
“Şüphesiz Kureyş kadınlarının birtakım üstünlükleri vardır. Ancak ben, Allah’a yemin olsun ki Allah’ın kitabını daha çok tasdik eden ve bu kitaba daha kuvvetle inanan Ensar kadınlarından daha faziletlisini görmedim. Nitekim Nûr sûresinde, ‘Kadınlar başörtülerini yakalarının üstüne atsınlar.’ âyeti inince, onların erkekleri bu âyetleri okuyarak eve döndüler. Bu erkekler eşlerine, kız, kız kardeş ve hısımlarına bunları okudular. Bu kadınlardan her biri etek kumaşlarından, Allah’ın kitabını tasdik ve ona iman ederek başörtüsü hazırladılar. Ertesi sabah, Hz. Peygamber’in arkasında başörtüleriyle sabah namazına durdular. Sanki onların başları üstünde kargalar vardı.” (Buharî, tefsîru sûre, 29/12)
Nûr sûresindeki âyetleri işiten kadın sahabilerin hiç vakit fevt etmeksizin hemen giysilerinin uygun yerlerinden kendilerine başörtüsü hazırlamaları ve ertesi gün mescide gelirken başlarını örtmeleri, onların hem “humur” lafzını başörtüsü olarak anladıklarını hem de âyetin emrini ihmal kabul etmeyen bir farz olarak telakki ettiklerini gösteren önemli bir delildir.
Hz. Âişe hımâr’ı, إِنَّمَا الْخِمَارُ مَا وَارَى الشَّعْرَ وَالْبَشَرَ “Hımâr, saçları ve cildi/bedeni örten bir örtüdür.” şeklinde tarif etmiştir. (Abdurrezzak, Musannef, 3/404) İlk hadis kitaplarında da “hımâr” lafzı başörtüsü anlamında kullanılmıştır. Mesela İmam Mâlik’in Muvatta’ında yer alan bir hadiste Abdullah b. Ömer’in eşi Safiyye bint-i Ebû Ubeyd’in abdestiyle ilgili şu ifadelere yer verilir: تَنْزِعُ خِمَارَهَا وَتَمْسَحُ عَلَى رَأْسِهَا بِالْمَاءِ “Başörtüsünü çıkardı ve suyla başını mesh etti.” (el-Muvatta, mevâkît 15)
Elimizdeki tefsir kitaplarında da “humur” lafzına başörtüsü anlamı verilmiş ve onu takmanın farz olduğu ifade edilmiştir. Örnek olması açısından Elmalılı Hamdi Yazır’ın bu âyete verdiği manayı nakledelim: “Baş örtülerini yakalarının üzerine vursunlar. Başlarını, saçlarını, kulaklarını, boyunlarını, gerdanlarını, sînelerini açık tutmayıp bu suretle sımsıkı örtünsünler ve o hâlde bu emri îfâ edebilecek baş örtüsü kullansınlar.” (Hak Dini Kur’an Dili, 6/40)
Başörtüsünün dinî bir emir olmadığını savunanlar, âyette “baş” ve “saç” kelimelerinin geçmediğini, bunları örtmeye dair bir ifadenin bulunmadığını ileri sürerler. Ne var ki “humur” lafzının “başörtüsü” anlamına geldiği sabit olduktan sonra, böyle bir iddia ileri sürmenin bir anlamı kalmaz. Zira kendisine eldiven giymesi söylenen bir insan bununla ellerini örtmesi gerektiğini, çorap giymesi söylenen biri de bununla ayaklarını örtmesi gerektiğini anlar. Başörtüsü takmanın da baş ve saçı örtmek anlamına geldiği herkesçe malum olan bir konudur. Kaldı ki Kur’ân meseleyi biraz daha detaylandırarak başörtüsünün boyun ve gerdanlık bölgesini de örtecek şekilde göğse doğru salınmasını emretmiştir.
Peygamber Efendimiz’in (s.a.s) başörtüsü takılmasını emreden hadisleri de âyetin bu hükmünü tekit ve tasdik eder. Mesela o, Esma bint-i Ebî Bekir’e hitaben, “Ey Esma! Şüphesiz kadın erginlik çağına ulaştığında, onun şu ve şu yerlerinden başkasının görünmesi uygun değildir.” buyurmuş ve bu sırada eliyle yüzüne işaret etmiştir. (Ebû Dâvud, libâs 31) Başka bir hadislerinde ise Allah’ın, ergenliğe ulaşan bir kadının namazını başörtüsüz kabul etmeyeceği bildirmiştir. (İbn Mâce, tahâre 132; Tirmizî, salât 160)
Burada gözden kaçırılmaması gereken diğer bir nokta da şudur: Esasında başörtüsü cahiliye kadınları tarafından bilinmiyor değildi. Özellikle soylu kadınlar başörtüsü kullanıyorlardı. Hatta sadece kadınlar değil, erkekler de başlarını örtüyorlardı. Bu sadece Arap örfünden kaynaklanmıyordu; hiç şüphesiz sıcak bir coğrafyada yaşamalarının da bunda etkisi vardı. Fakat kadınlar başlarını düzgün örtmüyor, boyunları ve gerdanlıkları açık kalacak şekilde başörtülerinin ucunu arkaya atıyorlardı. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerim, ilgili âyet-i kerimede sahabe arasında bilinmeyen yeni bir hüküm getirmemiş, bilakis “başörtülerini yakalarının/göğüslerinin üzerine atıversinler” buyurmak suretiyle zaten kullanılmakta olan başörtüsünün nasıl örtülmesi gerektiğini hükme bağlamıştır.
Yukarıdaki âyetin başında iki kez وَلَا يُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ “Ziynetlerini teşhir etmesinler.” buyrulmuş ve yine âyetin sonunda, وَلَا يَضْرِبْنَ بِأَرْجُلِهِنَّ لِيُعْلَمَ مَا يُخْفِينَ مِن زِينَتِهِنَّ “Saklı ziynetlerine dikkat çekmek için ayaklarını yere vurmasınlar.” buyrularak aynı âyetin içinde üçüncü kez ziynetlerin saklanması gerektiğine dikkat çekilmiştir. Demek ki başörtüsünü emreden وَلْيَضْرِبْنَ بِخُمُرِهِنَّ عَلَى جُيُوبِهِنَّ ifadesi de ziynetin kapatılmasıyla ilgilidir.
Aynı şekilde Nûr sûresinin 60. âyetinde, dış elbiseden muaf tutulan ihtiyar kadınların bile ziynetlerini teşhir etmemeleri emredilir. Âyet-i kerime şu şekildedir: “Evlenme arzu ve ümidi kalmamış olan ihtiyar kadınların, ziynet yerlerini teşhir etmeksizin, dış giysilerini (siyâb) çıkarmaları, günah değildir. Bununla beraber sakınmaları, kendileri yönünden daha iyidir. Allah her şeyi işitir, gizli aşikar her şeyi bilir.” (Nûr sûresi, 24/60)
Âyetlerde geçen ifadelerden ziynetin, başörtüsü takmada ve tesettürün sınırlarını belirlemede özel bir öneme sahip olduğu anlaşılıyor.
Peki, burada ziynetten kastedilen mana nedir?
Ziynet, sözlükte süs, süs eşyası, takı, kendisiyle süslenilen şey, cezbedici güzellik gibi anlamlara gelir. Aynı kökten gelen زَيَّنَ fiili de süsleme, bezeme, güzelleştirme, allayıp pullama demektir. Ziynet denildiğinde ilk olarak yüzük, bilezik, kolye, kına, makyaj malzemeleri gibi insanların hoşuna giden süs ve takılar anlaşılır. Ne var ki bu tür süs eşyalarının evde, çarşı pazarda görünmesi mubah olduğuna ve bunları gizlemenin bir faydası olmadığına göre âyetin gizlenmesini emrettiği ziynetin anlamı bundan farklı olmalıdır.
Dolayısıyla müfessirler ziynet kelimesiyle “hâl” zikredilip “mahal” kastedildiğini söylemiş, yani âyetten kadınların ziynet taktıkları yerlerini/uzuvlarını gizlemeleri gerektiği hükmünü çıkarmışlardır. Süs eşyaları daha çok boyun, gerdanlık, kulak ve saç gibi uzuvlarda kullanıldığına göre, “ziynetleri teşhir etmenin yasaklanması” da zorunlu olarak başörtüsü takmayı gerektirecektir.
Bazı yorumculara göre ise ziynetten kastedilen mana, cins-i latif olarak isimlendirilen kadının bizatihi kendi vücududur. Dolayısıyla onun teşhir edilmemesi gerekir. Bu yoruma göre her ne kadar kadının bütün vücudunu örtmesi gerektiği gibi bir mana anlaşılsa da âyet-i kerime إِلَّا مَا ظَهَرَ مِنْهَا “ziynetin mecburen/kendiliğinden görünen kısımları müstesna” ifadesiyle kadınlara bir kolaylık getirir. Bazı müfessirler, kendiliğinden görünen ziynetlerden kastın yüzük, bilezik, kolye, sürme, kına gibi süsler olduğunu ifade ederler. Bazılarına göre ise kendiliğinden görünen ziynetler, kadının giydiği elbisenin görünen kısımlarıdır ve elbiseyi gizlemek de zaten mümkün değildir.
Birçok fakih ve müfessire göre ise âyetin bu istisnasından kastedilen mana kadının eli ve yüzüdür. Bazıları ayakları da buna dahil eder. Esasen yüz, kadının en başta gelen ziynetidir. Bu sebeple fakihlerin bir kısmı yüzün de örtülmesi gerektiğini söyler. Fakat başta Hanefi ve Malikiler olmak üzere birçok fakihe göre yüz avret değildir. Çünkü hayatın ihtiyaç ve zaruretleri onun açılmasını gerektirir. Allah Resûlü’nün (s.a.s) bazı hadisleri de bu manayı teyit eder. Dolayısıyla kadınların el, yüz ve ayak dışında kalan yerlerini örtmeleri gerekir.
Hülasa-i kelâm, sahabeden itibaren günümüze kadar bütün âlimler mezkur âyet-i kerimeden başörtüsünün farz olduğu hükmünü çıkardığı gibi, on dört asırdır Müslüman kadınlar da başlarını örterek âyetin hükmünü yerine getirmişlerdir. Yani başörtüsünün farziyeti konusunda ulema arasında icma oluşmuş ve başörtüsü kullanmak Müslümanların bir şiarı hâline gelmiştir. Başörtüsü takmak elbette imanla-küfür arasını ayıran bir çizgi değildir; yani onu terk etmek insanı dinden çıkarmaz.
O, Müslümanlığın veya dindarlığın tek ölçüsü de değildir. Bununla birlikte o, en başta da ifade ettiğimiz gibi dinin muhkem bir emri ve yerine getirilmesi gereken bir farizasıdır. Vaziyet bu iken kalkıp başörtüsü hakkında farklı görüşler ileri sürmek makul ve meşru görülemez.