Kültürümüz kaderimiz midir?

Dârülfünun

Türk Yüksek Öğretimi Üzerine Mülahazalar-2

YORUM | Prof. Dr. SALİH HOŞOĞLU

Kültür stratejiyi kahvaltıda yer” Peter Drucker

Hafta geçmiyor ki Türkiye’deki üniversitelerle ilgili olumsuz bir haber ajanslara düşmesin. Bu haberler bazen bir rektörün yakınlarını kayırması, bazen dünya sıralamasında gerilerde yer almamız, bazen intihal yapan akademisyenler ve bazen de üniversite hastanelerinin ekonomik nedenlerle hizmet üretmede zorlanmaları şeklinde olabiliyor.

Yaklaşık dört yıldır üniversitelerimiz; öğretim üyelerinin gözaltına alınması, tutuklanması, meslekten atılması, intiharı ya da katledilmesi gibi olumsuzluklarla daha fazla anılıyor oldu. Zamanla üniversite hocalarının sırf inançları nedeniyle meslekten atılması ya da hapis cezası alması haber değerini bile kaybetti.

Bu yazıda bütün bunları sayıp dökerek üniversitelerimizin durumunun ne kadar vahim olduğunu göstermek niyetinde değilim. Bilakis ülkenin normalitesiyle üniversite arasında bir paralellik olduğuna dikkat çekmek isterim. Kimse bu ülkede herşey darmadağın olmuşken üniversitelerin güllük gülistanlık olmasını bekleyemez.

Yüksek öğretimin durumu elbette ülkenin durumu ile doğrudan ilişkilidir. “Bileşik kaplarda sıvıların dengede durması” gibi toplumla yüksek öğretim sistemi arasında da bir denge vardır, böyle bir denge mutlaka oluşmak zorundadır ve oluşmuştur. Türkiye dünyada ekonomik büyüklük sıralamasında 18-20. sıralarda yer alırken akademik başarı sıralamasında da benzer yerlerde dolaşmaktadır. Toplumlarda ve kurumlarda hakim olan kültür uzun vadede o toplumun geleceği yer için en belirleyici faktördür denilebilir. Hayatın her alanında başarılı olabilmek için; sürdürülebilir, adil ve rekabete açık bir sistem oluşturmak şarttır. Bu sistemin oluşabilmesi için toplumsal talep ve desteğin olması gerekir.

Hakim olan kültürle çatışan hiç bir çaba/fikir/akım uzun vadede başarılı olamaz. Ya toplum kültürel olarak evrilecek, o akıma yaklaşacaktır ya da farklılaşan o hareket/çaba meydanı terk edecektir. O nedenle toplumsal gelişmelerin önündeki en önemli engel kültürel alandaki yetersizliklerdir ve bunlar aşılması en zor olan kısımdır. Toplumların/toplulukların başarısı için kültürel değişme/gelişme hedef alınmalıdır, bu da çok uzun vadeli ve toplumun her katmanını iyi yönde dönüştürmeyle mümkündür.

Türkiye’de kurumlarda geleneklerin oluşmasını engelleyen bir gelenek hakim durumdadır. Muhtemelen uzun göçebelik yıllarımızdan kalma bir alışkanlıkla herşeyi yıkıp yeniden yapmayı seven bir toplumuz. Mevcudu iyileştirme, geliştirme ya da tamir etme yerine, yıkıp yeniden yapma yaklaşımı siyasette, ekonomide, şehircilikte ve elbette akademik hayatımızda da geçerlidir. Hatta toplumsal hafızaya kazınmış bir kısım deyişlerle bu yanlışlar desteklenmektedir.

Mesela “küçük olsun benim olsun” bunun yansımasıdır. Maalesef bu göçebe kültürü ile, her konak yerinde çadır kurup sonra kaldırır gibi, kurumlarımızı da devamlı yapıp bozduk ve uzun soluklu hiçbir kurumumuz olamadı. Geleneksel değerlerimize karşı olan ve kendini “modern/ilerici” olarak tanımlayan aydınlarımız da her şeyi yıkıp yeniden yapmayı marifet sandılar. Geriye dönüp baktığımızda bin yıla yakın yaşadığımız bu coğrafyada kurumsal kimliği olan iki yüz yıllık bir kurum (vakıf bile) bulamamamız ne kadar acıdır. Gücü eline geçiren kendine rakip gördüğü bütün kurumları yok etmeyi bir başarı olarak gördüğü sürece bu durum değişmeyecektir.

Selçuklu’daki Nizamiye Medresesi’nin ve daha sonra Anadolu ve Rumeli’de yaygın olan medreselerin gerileyip zaman içinde yok olması bunun tipik örnekleridir.

Kayseri’deki 13. yüzyılın başında kurulan Gevher Nesibe Medresesi o dönemde hem tıp eğitimi hem de bir şifahane olarak hizmet verirken daha sonra bütün emsalleri gibi ortadan kayboldu, kapandı, terk edildi. Bu kurumlardan arta kalan bakiyelerini de devlet eliyle yok ettik. Coğrafyamızda adeta kültürel bir kuraklık hatta yıkım yaşandı ve bütün iyi şeyler kayboldu.

Bu konuda tarihi kırılma noktası Osmanlı’nın modernleşme çabalarının etkinlik kazandığı dönemde yaşanan Yeniçeri Ocağı’nın yok edilmesi olayıdır diye düşünüyorum. Yıllarca hiç sorgulamadan “Vaka-i Hayriye” adıyla okutulan bu olayda, Devletin belkemiğini oluşturan beş asırlık bir kurum feci şekilde yok edildi. Kabaca bakarsak Yeniçeri Ocağı’nın yerine kurulan bu ordunun kurumsallaşması ve etkin hale gelmesi çok uzun zaman aldı. Sonrasında Ruslara karşı yaşanılan mağlubiyetlerin dışında yeni kurulan ordu, Sultan 2. Mahmut döneminde Osmanlı’nın bir vilayeti olan Mısır ordusu karşısında defalarca yenildi. Yeniçeri Ocağı’nın kapatılmasının yanlışlığı bir yana, uygulamanın akıl dışı boyutlarda ve hiçbir vicdan sahibinin onaylamayacağı şekilde olması dikkate şayandır. Kitaplarda okurken “böyle saçma şeyler olur mu, insanlar bu yanlış uygulamaları nasıl yapar…” dediğimiz olayları son yaşadığımız yıkımla daha iyi değerlendirebiliyoruz. Yeniçeriliğin yasaklanması sonrasında yakalanan bütün yeniçeriler öldürüldü, yeniçeri kışlaları yıkılıp yeniçerilerin muhafaza ettiği tarihi eşyalar, bütün bir Osmanlı zaferlerinin hatıraları yok edildi. Hatta mezarlıklardaki yeniçeri mezar taşları bile kırıldı.

Bunların nasıl yapılabildiğini şimdi daha iyi anlıyoruz. Demek ki idarecilerde bir akıl tutulması yaşanınca yıkımın nerelere kadar gideceğini kestirmek kolay değildir ve her devirde benzer şeyler olabilmektedir.

Gene benzer şekilde Sultan 2. Mahmut döneminde modern tıp eğitimi verecek modern eğitim kurumu olan Tıbbiye eskiden beri var olanların içinde ya da onları dönüştürerek meydana çıkarıl(a)madı, tamamen yeni bir müessese olarak kuruldu. Yeni kurulan Tıp Fakültesi (Tıbhane-i Âmire ve Cerahhane-i Âmire) ülkedeki tek modern hekim yetiştiren kurum olarak yaklaşık kırk yıl eğitim dili Fransızca olarak devam etti ve her zaman mezun sayısı çok yetersizdi. Hekim sayısındaki yetersizlik, o zamanlardan Cumhuriyet dönemine miras kaldı. Oysa kolayca farkedileceği üzere bir kurumun yeni bir adla ya da organizasyonla kurulması onun istenilen hizmeti vermesi için yeterli değildir. En göz önündeki bu müesseseler dahil bütün yeni kurulanlarda eski kurumlardaki hastalıklar kısa zamanda nüks etti. Organizasyon şemasının ya da ders içeriğinin başka bir ülkeden kopyalanması problemleri çözmeye elbette yetmedi.

İlk kurulma çalışmaları 1845’lere kadar giden Dârülfünun da benzeri yollardan geçti. Tabir yerindeyse çok sayıda denemeyle kurulup hizmet vermeye başlayan ülkenin tek üniversitesi, Cumhuriyetin onuncu yılında, yeni rejime yeterince açık destek vermiyor diye kapatıldı. Tarihe “1933 Üniversite İnkılabı” olarak geçen bu değişimde Darulfünun kapatılıp hocaların çoğu dışarı atıldı.

Şimdilerde olduğu gibi o zamanda mesleğinden dışlanan bu insanlar çevrelerinden de dışlandılar, adeta yokluğa mahkum edildiler. Toplumda hakim olan ağır tarafgirlik bu yanlış uygulamayı uzun zaman sorgulamadan kutsamaya ve büyük bir başarı olarak sunmaya yetti. En eğitimsiz kişiden üniversite hocasına kadar hakim olan bu anlayış ne yazık ki bizim kültürümüzün bir parçasıdır. Yönetimle arası iyi olan, mevkiini koruyan veya yeni düzenlemeden faydalananlar sorgulamadan yapılan uygulamanın bir parçası olmaktadırlar. Adeta çadırı yıkıp yeniden kurar gibi girişilen bu yeniden kurma anlayışı Türkiye’de tabii seyir içinde olacak gelişmeleri de engellemektedir.

Üniversitelere yönelik dönüştürme gayretleri her müdahale döneminde tekrar yaşandı ve her seferinde üniversitelerin içi boşaltıldı. Günün sonunda da benzer sonuçlarla karşılaşıldı. Mevcudu ıslah etme, eksiklerini giderme, geliştirme ve iyileştirme yerine mevcudu yıkıp yeniden kurma ameliyesi, gücü elinde tutanlar için devleti veya kurumları dönüştürme adına, adeta bir manivela olarak kullanıldı. Yapılan yeni düzenlemelerle ondan sonra atılan adımların sorgulanmaması sağlandı. Şüphesi bu tarz bir yenilikçilik yönetenlere daha fazla manevra alanı açmaktadır. Ancak ortaya çıkan ürün sanıldığı gibi göz kamaştırıcı olmamaktadır. Eskiden beri oluşan tecrübeleri bir kalemde silip atmak yerine geliştirmek ve üzerine yeni şeyler eklemek daha doğru bir yoldur ve bütün gelişmiş ülkelerdeki kurumlar benzer emekleme dönemlerinden geçerek bu günlere geldiler.

Üniversitelere yönelik yapılan son müdahalelerin görünen etkisi dışında çok derin görünmeyen etkileri de oldu. İnsanların hiç bir delil olmadan kurumlarından atılması ve bütün medeni haklarının ellerinden alınması adil bir rekabet ortamının öldürülmesi anlamına gelmektedir. Açık hukuki delillerle ve Anayasa ve yasalarda yazılan usüllerle yapılması gereken uygulamaların bir kısım dedikodulara dayalı olarak ve keyfi yapılması akademisyenlerde derin bir güvensizliğe yol açtı. Kendini güvende hissetmeyen her kabiliyetli insan başka seçeneklere yönelecektir. Nitekim Türkiye’den yoğun bir nitelikli insan göçü başladı ve artarak devam etmektedir. Bu genel değerlendirme tarzı yazıyı İbn-i Sina’nın sözü ile bitirelim: “İlim ve sanat takdir edilmediği yerden göçer”.

Kaynaklar:

İslam Ansiklopedisi, Dârülfünun Maddesi, 1993, Istanbul.

Ord Prof Dr A Süheyl Ünver Tıb Tarihi İstanbul Üniversitesi Yayınları İstanbul 1943. 

Ord Prof Dr Kazım İsmail Gürkan Türkiye’ de hekimliğin batıya dönüşü Yenilik Basımevi İstanbul 1967.

Türkiye Ekopatoloji Dergisi 2005; 11 (3).

Türkiye Çocuk Hastalıkları Dergisi; Cilt 2, Sayı 3 2008.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Selamlar,
    Yazinizi durum tesbiti acisindan ilgiyle okudum, tesekkur ederim. Bir ilim, gelisme kulturunun kurulmasi adina neler yapilmali konusundaki goruslerinizi de paylasirsaniz sevinirim.

  2. Müzik Tıp Sanat Windows..yeter…
    din min eğitimi kişinin Alllahla Kendi Îlişkisi! Allah herkesin Özel Öğretmeni.. Acı veriyor Sabır alıyor… sonra CacıK yapıyor Ezelden Sahrılı SârmaDolması yanında.. Resullulaha Sellam…Merhaba Merhaba.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin