YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU
Daha önceki yazılarda yapılan izahlara rağmen hâlâ birilerinin zihninde soru işaretleri ve itirazlar kalabilir. Nice zalim ve mütecavizin hak ettiği cezayı almadan ahirete gitmesi, nice mazlum ve mağdurun hakkını alamadan ahirete yürümesi karşısında -hâşâ- Allah’ın adaletini sorgulayabilirler. Küçük yaşta tecavüze uğrayan bir çocuğu, doğduktan sonra çöp konteynerine atılan bir bebeği veya depremde ölen masumları düşünerek “Bunların günahı neydi?” diyebilirler.
Tarihte büyük buhranlara sebep olan nice felâket, dünyadaki kötülüklerle ilgili karamsar değerlendirmeler yapılmasına, kaderin sorgulanmasına ve itikadi açmazlara girilmesine sebep olmuştur. Mesela 1755 yılında yaşanan dokuz şiddetindeki Lizbon depreminde yaklaşık 40 bin insanın ölmesi, kaderle ve kötülük problemiyle ilgili önemli teolojik tartışmalara yol açmıştır. Moğol istilaları ile Haçlı seferlerinin de İslam dünyasında benzer sorunlara yol açtığı söylenebilir. Son asırda yaşanan birinci ve ikinci dünya savaşlarının, Bosna savaşı gibi hâdiselerde yaşanan vahşet ve zulümlerin veya İslâm dünyasının içine düştüğü derin krizin sebep olduğu büyük acılar da nazarları Allah’ın adalet ve rahmetine çevirmiş ve O’nun şanına yakışmayan yanlış değerlendirmelere yol açmıştır.
Hemen ifade etmek gerekir ki bütün bu soru ve itirazların asıl sebebi, her şeyin dünyada olup biteceği beklentisi ve düşüncesidir. Dünya hayatında maruz kalınan olumsuzluklara, ahiret inancından bağımsız olarak bakılmasıdır. Ne var ki dünyanın mahiyet ve hakikati, gerçek adaletin burada gerçekleşmesine müsait değildir. Dünya, haksızlıkların ve acıların olmadığı mükemmel bir yaşam sürmeye elverişli yaratılmamıştır. Eğer böyle olsaydı zaten ahirete gerek kalmazdı. Dolayısıyla dünyanın ahiret uzantılı bir yer olduğuna, gerçek adaletin ahirette gerçekleşeceğine, Allah’ın Adil-i Mutlak olduğuna iman edilmediği sürece salt rasyonel akılla bu tür meselelerin içinden çıkılması mümkün değildir.
Yukarıdaki sorulara iman gözlüğüyle, imtihan sırrıyla ve dünya-ahiret ilişkisi açısından baktığımızda makul ve tatminkar cevaplar bulabiliriz. Zira buradaki zulüm ve haksızlıkların, mağduriyet ve mahrumiyetlerin, haksız yere çekilen acı ve kederlerin ahirette karşılığı eksiksiz olarak verilecektir. Belki de buradaki kayıpların orada nasıl telafi edildiğini gördüğümüzde, buradaki mazlumlara orada verilen nimetlere şahit olduğumuzda çekilen sıkıntıların ne kadar küçük kaldığını çok daha iyi anlayacak; burada şanssız ve talihsiz olarak gördüklerimize imreneceğiz.
Yüce Allah şöyle buyurur: “O gün, herkes gelip kendi canını kurtarmak için uğraşır ve herkese yaptığının karşılığı eksiksiz ödenir, onlara asla zulmedilmez,” (en-Nahl, 16/111). Bediüzzaman da savaşlarda ve doğal afetlerde vefat eden mağdurlar hakkında şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Maktul masumlar şehit olup veli olurlar; fani hayatları, baki bir hayata tebdil ediliyor ve zayi olan malları sadaka hükmünde olup bâki bir malla mübadele olur” (Bediüzzaman, Kastamonu Lahikası, s. 69).
Dünyada yaşanan felaket ve acılara ahiret penceresinden baktığımızda şer ve hayır izafi hâle gelebilir. Âyetin ifadesiyle şer görünenler hayır, hayır görünenler ise şer hâlini alabilir (el-Bakara, 2/216). Mesela zenginlik ve refahın dünya açısında iyilik olduğunu düşünmeyen kimse yok gibidir. Fakat ahiret açısından meseleye baktığımızda bunun çokları için bir kayıp ve hüsran olduğu da söylenebilir. Nitekim şu ayet-i kerime de bolluk ve refahın bir kötülük olabileceğine işaret eder: “Eğer Allah kullarına rızık ve imkânları bol bol yaysaydı, onlar dünyada azarlardı. Lâkin O, bu imkânları dilediği bir ölçüye göre indirir” (eş-Şûrâ, 42/27).
Aynı şekilde bir başka ayet insana bahşedilen dünyevî nimet ve hayırların, ahiret açısından nasıl şer hâline gelebileceğine dikkat çeker: “İnsanın başı derde girdi mi Biz’e yalvarır ama sonra ona tarafımızdan nimet verince, ‘Ben bilgi ve becerim sayesinde bu serveti elde ettim.’ der. Hayır! Bu bir imtihandır, ama çokları bunu anlamazlar” (ez-Zümer, 39/49).
Bu itibarla iyilik ve kötülük mefhumlarının yerli yerine konulması, dünya hayatının mana ve mahiyetinin doğru anlaşılmasına bağlıdır. İslâm’a göre dünyanın mana ve önemi; ebedî mutluluğu kazanmak için bir vesile olmasından, insana, Cennet’e giden yolda imkân ve fırsatlar sunmasından kaynaklanır. Yoksa pek çok ayetin ısrarla üzerinde durduğu gibi dünya hayatı dünyaya bakan yönüyle bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Dünyayı öncelikli hedef haline getiren ve dünya hayatına yönelik fazla beklentilere kapılan insanların, kafa karışıklıklarından ve hayal kırıklıklarından kurtulmaları mümkün değildir.
Toparlayacak olursak, şayet ahiret hayatı olmasaydı, bu takdirde yukarıdaki sorular mantıki bir temele oturabilirdi. Esasında kötülük problemini ortaya atanlar da daha ziyade öteki dünyayı dikkate almayanlardır. Kötülükleri sadece bu dünya açısından çözmeye çalıştıkları için işin içinden çıkamamışlardır. Cennet’te gerçekleşmesi mümkün olacak bir kısım beklentilerle olayları değerlendirmeye çalıştıkları için yanlış neticelere ulaşmışlardır. Fakat tekrar etmek gerekirse ahiret inancı ve imtihan sırrı hesaba katılmadığı sürece kötülük probleminin içinden çıkılması çok zordur.
Kötülükleri insanın yanlış tercihlerinden kaynaklanan ahlakî kötülükler ile ondan bağımsız olarak tabiatta yer alan fizikî kötülükler olmak üzere ikiye ayırdığımızda, gerçek anlamıyla kötülüklerin, ilki olduğunu; diğerlerinin ise mutlak kötülük olmayıp farklı hikmetler için yaratılan göreceli, az ve arızî şeyler olduğunu söyleyebiliriz. Hiç kimse insana elem vermesinden hareketle açlık ve susuzluk hissinin veya vücuttaki ağrıların kötü olduğunu söyleyemez. Zira bunlar, insanın sağlıklı bir şekilde yaşamını sürdürmesi adına oldukça hayatî şeylerdir. İnsana zararı bir ise faydası bindir. Savaşlar, katliamlar, soykırımlar ve zulümler ise insandan kaynaklanan kötülüklerdir.
Bu konudaki pek çok yanlış değerlendirmenin temelinde yatan asıl sorun, Allah’ın layık-ı veçhiyle bilinememesi ve Hâlık-mahlûk ilişkisinin doğru kurulamamasıdır. Çünkü bunlar olmayınca insan, dünya hayatının mahiyetini, ahiret âlemini, kulluk vazifesini ve imtihan sırrını da kavrayamıyor.
Esasında kötülükler karşısında asıl önemli olan, insana düşen vazife ve sorumlulukların yerine getirilmesidir. Bu da imkânları ölçüsünde iyilik ve güzellikleri çoğaltmak, diğer yandan da her tür kötülükle mücadele ederek onları yok etmek veya azaltmaktır. Yani yeryüzünü ıslah ve imar etmektir. Zahiri yüzleri itibarıyla kötülük gibi görünen olayların da bir taraftan sebep ve hikmetlerini, fayda ve hayırlarını anlamaya çalışmak, diğer yandan da bunları sabır ve tevekkül ile karşılamaktır. Aklının almadığı şeyleri ise Allah’ın adalet ve rahmetine havale etmektir. İbrahim Hakk’ın sözüyle bitirelim: “Hak şerleri hayr eyler, zannetme ki gayr eyler, Arif ânı seyr eyler, Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler.”