YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU
Bazıları karamsar bakış açılarının, içinde yaşadıkları şartların veya savundukları felsefenin bir neticesi olarak dünyanın kötülüklerle dolu bir yer olduğunu düşünür. Mesela David Hume, Voltaire, Albert Camus ve Schopenhaur gibi karamsar filozoflar, Leibniz’in içinde yaşadığımız gezegeni “mümkün dünyaların en iyisi” olarak resmetmesine karşı çıkmış, dünyanın acı ve elemlerle dolu bir yer olduğunu, tabiatta canlıların iyiliğini gözeten ne bir düzen ne de bir gaye bulunduğunu öne sürmüşlerdir.
Muhtelif hayır ve faydalar için yaratılan bazı maddelerin, insanın suiistimali neticesinde şer haline gelmesi de onlar hakkında yanlış değerlendirmelere gidilmesine sebep olmuştur. En basit ifadesiyle su ve ateşi düşünecek olursak, bunların sayılamayacak kadar çok faydaları olduğu görülür. Fakat gerekli tedbirler alınmadığı takdirde insanın suda boğulması veya ateşte yanması da muhtemeldir. Aynı şekilde yağmur ve güneş, pek çok faydayı temin etmesi için yaratılmıştır. Ancak dikkatsiz ve tedbirsiz bazı insanlar yağmurdan veya güneşten zarar görebilir. Yani bunlar bir kısım cüzi zararlara sebep olabilirler. Fakat bu tür olayların gerçekleşmesi ne suyu ne ateşi, ne yağmuru ne de güneşi kötülük olarak görmemizi gerektirmez.
Dünyada kötülüklerin asıl olduğu şeklindeki görüşlerin kabul edilebilir bir yanı yoktur. Çünkü bu, vakıaya, yaşanmış tecrübelere ve müşahedeye terstir. Sathi bir nazarla dahi çevremize baktığımızda iyilik ve güzelliklere nazaran kötülük ve çirkinlerin nispetinin oldukça az ve bunların geçici şeyler olduğu görülür. Bunlar hiçbir zaman evrende hâkim bir unsur hâline gelmemiştir. Örnek vermek gerekirse dünya tarihinde sulh ve barış içinde geçen günler savaş günlerine göre, insanın sağlıklı ve sıhhatli yaşadığı günler hastalık günlerine göre, sağlam doğan çocukların oranı sakat doğan çocuklara göre oldukça fazladır. Dünyada her zaman mutluluklar, sevgiler, neşeler, dostluklar; sıkıntı, üzüntü ve kederlere nispetle çok daha fazla olagelmiştir.
Tekrar etmek gerekirse kâinatta asıl olan hayırdır; şerler ise belirli amaç ve hikmetleri gerçekleştirmek üzere konulmuş arızi ve cüz’i olaylardır. İbn Sina’nın yaklaşımıyla bunları gül ağacındaki dikenlere benzetebiliriz. Ona göre varlıkta şerrin hayra üstün gelmesi veya onunla eşit seviyede bulunması imkânsızdır. Çünkü bu ilahî hikmete aykırıdır. İlahi hikmete uygun olan şey, iyiliğin kötülüğe, hayrın şerre üstün gelmesidir (Cafer Sadık Yaran, Kötülük ve Theodise, s. 135-136). İbn Rüşd de kâinatta bulunan kötülüklerin arızî ve cüzî olduğunu ve bunların iyilik ve düzeni sağlamak için yaratıldığını ifade etme adına, onları erdemli yöneticilerin koyduğu cezalara benzetmiştir (İbn Rüşd, Tehâfütü’t-tehâfüt, s. 97).
Allah Resûlü’nün (sas) doğan her çocuğun fıtrat üzere doğacağını beyan etmesi veya naslardan hareketle çıkarılan beraat-i zimmet (masumiyet karinesi) ile ibaha-i asliyye (mübahlığın asıl olması) kaidesi de varlıkların özü itibarıyla iyi olduğunu ve dünyada galip olan şeyin iyilik olduğunu gösterir. İnsan açısından kötü olarak nitelenen şeyler de ona elem ve zarar vermesi amacıyla değil, daha başka hayırlara vesile olması için yaratılmıştır.
Mesela nefis ve şeytanı ele alabiliriz. Bunların yaratılmasının asıl maksadı, insanın manevî terakkisine vesile olması ve Cennet’e ehil hâle gelmesine vesilelik yapmasıdır. Sadece nefsin garizeleri peşinde koşan veya şeytanın hile ve oyunlarına aldanan bazı kimselerin şer peşinde koşmalarına bakarak nefis ve şeytan hakkında hüküm verecek olursak hata ederiz. Çünkü bunların yanında nefis ve şeytanla mücadelesi sayesinde kemâlâta yürüyen ve rıza-ı ilahiyeye nail olan kimselerin de varlığına bakmalıyız.
KÖTÜLÜĞÜN İZAFİ OLMASI
Kötülüklere makul ve rasyonel izahlar getirmekte zorlanan bazı filozoflar onların varlığını kökten reddetme yolunu tutmuştur. Mesela kimileri kötülüklerin ademî bir yapıya sahip olduğu üzerinde durur. Onlara göre kötülük ya bir şeyin yokluğu ya da onun kemâlinin yokluğu demektir. Mesela körlük görmenin yokluğundan, cehalet ise bilginin yokluğundan ortaya çıkar. Kimileri de Allah’ın yarattığı her şeyin özünde iyi olduğunu fakat insanın onu kötü olarak algıladığını ifade eder. Daha başkaları ise hayır ve şer kavramlarına varlık ve yokluk açısından bakar. Mutlak şerrin sadece yokluk olduğunu, varlık âlemine çıkmanın ise mutlak anlamda hayır olarak görülmesi gerektiğini öne sürer. Ne var ki bunlar oldukça nazari, soyut ve zorlama yorumlardır. Zira hepimiz çevremize baktığımızda bir kısım kötülük ve felaketlerle karşılaşırız.
Bunların yanında bazı âlimler kötülüklerin izafi (göreceli) olduğu üzerinde durur ki doğru olan da budur. Bu yaklaşıma göre kâinatta mutlak kötülük yoktur. Mesela İmam Maturidî, dünyada bütünüyle hayır veya bütünüyle şer olan bir şey bulunmadığını; hayırlarda şerrin, şerlerde de hayrın yer aldığını ifade eder (İmam Maturidî, Kitabü’t-tevhid, s. 59). Bediüzzaman’ın şu sözü de aynı noktaya işaret eder: “Musibet şerr-i mahz olmadığı için, bazen saadette felaket olduğu gibi, felaketten dahi saadet çıkar” (Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s. 123).
Gerçekten “kötü” olarak nitelediğimiz varlık ve olayları daha yakından incelediğimizde, kötülüğün, onların çok farklı yönlerinden sadece biri olduğunu görürüz. Mesela bazı insanlar yılan ve akrep gibi zehirli hayvanları “kötü ve zararlı” olarak görebilir. Halbuki onların hayatını mercek altına alan araştırmacıların nice yaratılış mucizelerine ve sanat harikalarına şahit olduğunu, onlardan faydalanmanın farklı imkânları bulunduğunu günümüzde daha iyi biliyoruz. Aynı şekilde bu hayvanların ekolojik dengedeki yerlerini, diğer canlılarla münasebetlerini, hepsinden öte Yaratıcılarına bakan fayda ve maslahatlarını da göz önünde bulunduracak olursak, onları mutlak manada kötü olarak isimlendirmede ne kadar haksızlık yaptığımızı daha iyi anlarız.
Buna benzer bir şekilde fakirliği ele alabiliriz. Çoklarınca fakirliğin bir kötülük olduğunda şüphe yoktur. Hatta kendisini zenginlerle kıyaslayan orta halli bir kimse dahi içinde bulunduğu durumu bir kötülük olarak görebilir. Bununla birlikte kanaat, iktisat ve tevekkül sayesinde huzurlu bir hayat yaşayan fakirlerin sayısı da az değildir. En nihayetinde kötülük problemi, zihinsel ve düşünsel bir problem olduğuna göre, çoğu durumda şu soruyu sormak zorunda kalırız: “Kime göre kötülük!”
Müthiş bir denge ve nizam içerisinde işleyen varlık düzeni açısından herhangi bir kötülükten, eksik ve kusurdan bahsetmek mümkün değildir. Allah, kâinatı mükemmel bir tarzda yaratmıştır. “Rahman’ın yaratmasında hiçbir nizamsızlık göremezsin. Gözünü çevir de bak, herhangi bir kusur görebilir misin? Sonra tekrar tekrar gözünü çevir de bak. Gözün bir kusur bulamadığından, eli boş ve bitkin geri dönecektir.” (el-Mülk, 67/3) ayeti de varlık âleminin kusursuz bir şekilde yaratıldığını beyan eder. Aynı şekilde Yüce Allah, insanı en mükemmel surette var ettiğini (et-Tîn, 95/4), her şeyi güzel ve muhkem bir tarzda yarattığını beyan buyurmuştur (es-Secde, 32/7).
Kötülük problemine bu ayetler açısından baktığımızda fizikî alemde her yönüyle kötü diyebileceğimiz bir varlıkla karşılaşmanın mümkün olmadığını anlarız. Kötülük olarak gördüğümüz olaylar çoğu durumda bize göredir, varlıkta işleyen ilahî plana göre herhangi bir kötülükten bahsetmek söz konusu olamaz. Depremler meydana geldiğinde biz bundan zarar gördüğümüz için onu “kötü” olarak isimlendiririz. Halbuki depremler, yerkabuğunun kendini yenilemesi, dağların, bazı madenlerin ve maden sularının oluşması gibi pek çok faydalara vabestedir. Ayrıca insanoğlunun alacağı tedbir ve önlemlerle büyük oranda depremlerin zararlarından korunması da pekâlâ mümkündür. Yani insanoğlu kötülüğün üstesinden gelebilecek güç ve kabiliyette yaratılmıştır.
Bu gibi ayetlerden yola çıkan İmam Gazzâlî, âlemin en mükemmel bir şekilde yaratıldığını, şu anki halinden daha mükemmel bir âlemin yaratılmasının söz konusu olamayacağını ifade etmiştir. İmam Gazzâlî bu sözünü söylerken âlemdeki kötülükleri bilmiyor değildir. Fakat o, âlemde az ve izafi kötülüklerin bulunmasını onun en güzel olmasına aykırı görmüyordu. Belki de o, dünyanın hayır ve güzellikler yanında belli oranda kötülük ve çirkinlikleri de barındırmasını kemâl açısından gerekli ve kaçınılmaz görüyordu. Muhtemelen Gazzali’ye göre varlığa bütüncül bir nazarla bakılabilse kötülüğün bizatihi kendisini “kötü” olarak görmek mümkün olmayacaktı. Çünkü -daha sonra geniş olarak üzerinde duracağımız üzere- kötülük bizatihi kendisi için, salt kötülük olsun diye değil; netice itibarıyla sebep olacağı daha büyük iyilik ve güzelliklerden ötürü yaratılıyordu. Fakat insanoğlu zahiri yüzleri itibarıyla çirkin olan hâdiselerin altında yatan saklı nimetleri, gizli faydaları ve ilahî maksatları bilemediği için bunları kötü olarak nitelendirir.
Bediüzzaman’ın şu sözleri tam olarak bu manayı ifade eder: “Kâinattaki her şey, her hâdise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hâdiseler var ki zâhiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var.” (Bediüzzaman, Sözler, s. 244)
Dünyada mutlak olarak kötü bir şey bulunmadığını belirten Mevlânâ da verdiği misallerle bu görüşünü izah eder. Mesela birisine ayak olan bir şey diğerine ayak bağı olabilir. Birisi için zehir olan bir şey bir başkası için şeker olabilir. Yılanın zehri onun için hayat kaynağı olsa da insan için ölüm sebebidir. Deniz canlılarına nispetle deniz, bağ ve bahçe gibidir, karada yaşayanlara göre ise ölümdür. Bir şahıs birine göre şeytan olur, bir başkasına göre ise sultan (Mevlânâ, Mesnevî, 4/6).
Bir de fıtratı bozulan, vicdanı tefessüh eden, yaratılış gayesinden uzaklaşan insanoğlunun verdiği “iyi-kötü” yargıları vardır ki bunların üzerinde durmaya bile gerek görmüyoruz. Mesela böyle biri, insanın Allah’a kulluk yapmasını, ibadet mükellefiyetlerini yerine getirmesini kötülük olarak görebilir. Ne var ki -teşbihte hata olmasın- İbn Arabî’nin ifadesiyle gübre böceğinin mizacına göre de gül kokusu kötüdür (İbn Arabi, Füsûsu’l-hikem, s. 338). Fakat gübre böceği gül kokusundan hoşlanmıyor diye biz onu kötü olarak niteleyemeyiz.