Ana Sayfa HABER Kolaylaştırma, nefret ettirmeme ve din

Kolaylaştırma, nefret ettirmeme ve din

YORUM | AHMET KURUCAN

Geçen haftaki yazımı şu cümlelerle bitirmiştim: “Efendimiz “Zorlaştırın kolaylaştırmayın” demiyor aksine buyuruyor ki: “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” (Buhari, Edeb, 80.) İsterseniz bir başka yazıda buradan devam edelim ve bu hadisin sebeb-i vürudu, sahabe toplumuna ne dediği ve 14 asır sonra bize ne demek istediğini ele alalım.”

Buraya namazları cem ruhsatından gelmiş, azimet-ruhsat, mütesâhil olma ve mezhep genişliği gibi kavram ve deyimler etrafında dönerek bir sonuca ulaşmıştık. Yalnız gelen okuyucu yorumlarından anladığım, usulüne uygun bir şekilde mezheplerin konu ile alakalı içtihatlarını değişen ve gelişen sosyo-ekonomik-kültürel çevre ekseninde yeniden değerlendirmenin ve buna bağlı olarak yeni içtihadî yaklaşımların ortaya konması kaçınılmaz. Bir başka ifadeyle meselenin Hanefilerin dediği Arafat ve Müzdelife’de ya da diğer mezheplerin söyledikleri güvenlik, yolculuk ve hava muhalefeti gerekçelerinin dışında başka gerekçelerin de devreye girdiğini nazara alıp hükümler üretilmesi gerekiyor.

BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

Bu bağlamda akla ilk gelen şeyler arasında büyük şehir ya da metropol kentlerde yaşayan kişilerin çalışma şartları, mesai düzenlemeleri ve trafik var. Düşünün, elimizde bulunan namazların cem’i ile alakalı fıkhî hükümler, kurucu imamların yaşadığı göçebe ve tarım toplumu şartlarında ve şehirlerin nüfusunun en çok 10 bin kişi olduğu dönemlere ait. Bugün o imamların yaşamış olduğu Bağdat, Kahire, Mekke ve Medine şehirlerinin nüfusu bile milyonlarla ifade ediliyor. Bunlara bir okuyucumuzun “Nüfusun yarıdan çoğunun ateist ve agnostik olduğu bir ülkedeyim. Sonra en yoğun nüfus olan Hristiyanlar arasında Müslümanlara önyargılı bakan insanlar çoğunlukta” cümleleri ile aktardığı toplumsal gerçekliği eklemek lazım. Son okuduğum istatistiklerde Avrupa’da yerleşik Müslüman sayısının 25 milyon, Amerika’da 5 milyon olduğu yazılıyordu. İşte bu farklılıklar benim yeni içtihadî yaklaşımlar kaçınılmaz dememin gerekçesini oluşturuyor. İnşallah bir başka zaman bir-iki yazı ile bu konuyu fıkhî düzlemde ele alırım ama önce şu sözünü verdiğim müjdeleme-nefret ettirme, kolaylaştırma-zorlama meselesine geleyim.

“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın! Müjdeleyin, nefret ettirmeyin!” aslında uzun bir hadisin iki kısa cümlesinden ibarettir. Söz konusu bu iki kısa cümle ihtimal anlam bütünlüğüne sahip olduğu ve İslam dininin genel-geçer prensiplerine uygunluk arz ettiği için sebeb-i vürudu nazara alınmadan Müslümanların diline pelesenk olmuştur. Yanlış mı? Hayır, yanlış demiyorum ama önce Allah Resulünün bu beyanı ne zaman, nerede, nasıl, neden ve kime söylediğinin bilinmesi bu cümlelerin özgün ve orijinal anlamını keşf etmemizi sağlayacaktır. Zaten yorum da bu asli mana üzerine yapılmak zorundadır. Bu mana bilinmeden yapılan yorumlar bizi çok uç noktalara savurabilir, Allah resulünün maksadından uzaklaştırabilir.

Aksi bir yaklaşım hadisi zaman, mekân ve insandan bağımsız bir şekilde soyutlayarak ele alma demektir ki bu, zamanla tarih ve toplum bilincini ortadan kaldırır. Hadisleri bağlamsızlaştırır. Nesnel gerçeklikten koparır. Halbuki o hadisler -ki aynı şey ayetler için de geçerlidir- ancak o tarihi sosyal arka plan şartları içinde gerçek anlamını bulur. İşte bu hadis de aşağıda aktaracağım diğer parçaları ile beraber bir bütündür ve oturmuş olduğu tarihsel, siyasal, sosyal ve kültürel  bir arka plana sahiptir.

Hz. Peygamber (sas) hicretin 9. yılında Muaz b. Cebel’i, Ebu Musa el-Eş’ari ile birlikte Yemen’e gönderir. Muaz’ın görev yeri Yukarı Yemen, Ebu Musa’nın Aşağı Yemendir. Her ikisi de elçi, İslam dinini anlatacak mübelliğ, zekât toplama memuru ve mahkeme hakimidir. Onlar yeni görev yerlerine gitmeden önce Allah Resulü (sas) her ikisine de Yemen’deki görevleri ile alakalı tembihatlarda bulunmuş, emirler vermiştir. Mesela altın-gümüş, hayvan ve zirai mahsullerin zekât nisabını ve oranını söylemiştir. Davaları karara bağlama usulü ile alakalı yönlendirici tavsiyelerde bulunmuştur. İnsanları İslam’a davet etmek, mazlumun duasından sakınmak, her yerde ve her zaman Allah’a karşı sorumluluk duygusu ile hareket etmek, kötülüklerin arkasından güzel amel yapmak, insanlara güzel ahlakla davranmak Hz. Peygamberin yaptığı diğer tavsiyeler cümlesindendir.

Rivayetlere göre Efendimiz şehrin dışına kadar elçilerini uğurlamış ve bu esnada söz konusu ettiğimiz beyanını işte bu uğurlama esnasında söylemiştir. Demiştir ki: “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın! Müjdeleyin, nefret ettirmeyin! Birbirinizle anlaşın, iyi geçinin, ihtilâfa düşmeyin!” 

“Birbirinizle anlaşın, iyi geçinin, ihtilâfa düşmeyin!” tembihinin Yemen’in iki yeni elçisi, mübelliği, zekât memuru ve hakimleri olan Muaz ve Ebu Musa’ya bir tembih olarak yapılmasını anlamak kolay. Aynı toprak parçası üzerinde iki elçinin birbirleri ile anlaşamamaları, tefrikaya düşmeleri idari bir zafiyet doğurur. Bu zafiyet otorite boşluğu meydana getirir. Tabiat ise boşluk kaldırmaz ve toplumda düzen yerine kaos hâkim olur. Nitekim Yemen’de peygamberlik iddiası ile ortaya çıkan Esvedu’l Ansi’nin sebebiyet verdiği kargaşanın ortadan kaldırılmasında Muaz b. Cebel bizzat rol almış ve etkili olmuştur. Buradan hareketle Allah Resulünün iki elçisine “Birbirinizle anlaşın, iyi geçinin, ihtilâfa düşmeyin!” uyarısında bulunması üzerinde ayrıca düşünülebilir.

Pekâlâ “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın! Müjdeleyin, nefret ettirmeyin!” tembihatı neden yapılıyor? Hiç şüphesiz bu tavsiye, dini tebliğ esnasında takınmaları gerekli olan tavra işaret olduğu gibi gerek zekât toplama gerekse hakimlik görevlerini yerine getirirken tercih etmeleri gereken bir prensibe vurgudur. Hicaz yarımadasının en uç yerinde yerini alan, lehçe farklılığı mahfuz aynı dil konuşulsa da farklı kültürel unsurlara sahip bir ülke Yemen. Yeni bir din ile tanışacak çokları. Bu dinin öğretilerinden hareketle eski inançlarını terk edecekler. Gündelik yaşamlarını değiştirecekler. İçki örneğinde olduğu gibi belki eski alışkanlıklarına son verecekler. Yani bir taraftan inanç ve zihniyet öte taraftan pratik hayatlarında köklü bir değişim ve dönüşüme maruz kalacaklar. Bunun sabahtan akşama olmasını beklemek doğru mudur? Bu beklenti ile işin içine girilirse dayatmalar ve zorlamalar beraberinde gelmez mi? 

Kur’an’ın nüzulüne şahit olma, Hz. Peygamber’in nübüvvet sofrasının etrafa salmış olduğu meltemlerden istifade etmiş iki kişi olarak Muaz ve Ebu Musa’nın hayatlarının merkezinde İslam dini ve o dinin hayatı kuşatan kurallarını eksiksiz yerine getirme vardır. Bu anlaşılabilir ve kabul edilebilir bir durum. Pekâlâ ya muhataplarından da aynı seviyeye hem de hemen gelmelerini beklemeleri doğru mudur? Yanlış anlaşılmasın onlar böyle bir düşünce içindelerdi demiyorum. Belki de bunun idraki içinde böylesi bir tavra girmeyeceklerdi. Fakat Allah Resulünün bu beyanı onların düşüncelerini pekiştirmiş eğer aksi düşüncede ise ta’dil etmiş olmaz mı?

Sorularla devam edebilir ve onlarca izah edici beyanlarda bulunabilirim. Zaten sorulara dikkat ettiyseniz günümüzde birçoklarının din algısını ve bu algıyı kendi çocuklarımız başta olmak üzere üçüncü şahıslara anlatmada içine düştüğümüz zihniyet yanlışını görebilirsiniz.

Maksadımın anlaşıldığı ümidiyle son söz olarak şunu söyleyeyim; insan din için değildir, din insan içindir. Halbuki kategorik bir yaklaşım sergileyip “halk İslam’ı” adını vereceğim yerde duran milyonlarca Müslüman bugün tam tersini düşünüyor ve insanın din için olduğuna inanıyor. Dini kimliklerimiz, insanî kimliklerimizin üstüne çıkartılıyor. Evrensel ahlaki prensipler yanlış din algısı altında unutuluyor. İşte bu yanlış algı, kimlik sıralamasında yapılan değişiklik de bizi hem de Müslüman olarak insanlıktan uzaklaştırıyor. Halbuki yıllar önce Hocaefendinin vecize misal sözünde dediği gibi “Biz önce insan sonra Müslümanız!”

Genellemelere gitmem doğru olmaz. Her fert tek tek dönsün kendi vicdanına sorsun, endam aynasının önüne geçip: “Ben önce insan mıyım yoksa önce Müslüman mıyım” sorusunu sorarak kendini sorgulasın.  İmanın Allah nezdindeki yeri mahfuz, sözün geldiği şu aşamada kendimi şöyle demekten alamıyorum; insan olarak yaratıldığı halde insanî ve ahlâkî değerlerle gerçek kimlik ve kişiliğini bulamayan birisi Müslüman olsa ne olur olmasa ne olur?

Son bir yazı ile bu husustaki düşüncelerimi paylaşmaya devam edeceğim.

HENÜZ YORUM YOK