‘Kızıl Goncalar’ vs sofradaki kırıntılar!(2)

M. NEDİM HAZAR | YORUM

Merhum Necip Fazıl’ın önceki yazıda bahsettiğimiz ve özellikle İslamcı/Milliyetçi kesimin yıllar boyu adeta ideolojinin başucu kitabı olarak görülen eserinde şöyle bir cümle var: “Dinin, ham softa ve kaba yobazlara teslim edilişi ile “HİKMETİ VE MARİFETİ” bulmayı gaye edinen İslam’a en büyük ihanet yapılır ve küfür karşısında madden üstün olmayı öğütleyen İslam’ı şekilci ruh kalıbına sokmakla maddi alanda gerileyiş demektir.”

“Ham softa”… Aslında kavramı simetrik olarak kullanır merhum şair. Bir tarafında İslamcı ham softa vardır, diğer tarafında ise seküler ham yobaz.

Kısakürek, bu terimi sadece bu kitabında onlarca kez kullanır. Genellikle “Kaba Yobaz” terimi ile beraber kullandığı bu terim, rahmetli bugün yaşasaydı bizzat görerek nasıl bir tepki gösterirdi aslında çok merak etmekteyim.

Bu kısmı bir önceki yazıyla birleştirerek devam etmek birazdan yazacaklarımızı daha anlamlı kılacaktır.

Devam edelim…

Son dönemde yayın hayatına başlayan ve seküler ve muhafazakâr insanların hayatlarının kesişmelerini konu alan “Kızılcık Şerbeti”, “Ömer” gibi diziler nedense en çok iktidar cenahından büyük tepkilerle karşılaştı. Bir yandan RTÜK marifetiyle baskı altına alınan bu sanatsal içerikler, diğer yandan sosyal medyada düzenlenen linç kampanyaları vasıtasıyla ciddi tartışmalara odak yapılmıştı.

Buna başrollerinde Özgü Namal ile Özcan Deniz’in yer aldığı “Kızıl Goncalar” dizisi de eklenerek tartışmaları hem alevlendirdi hem de kimi kesimler tarafından yepyeni bir sürecin eşiği olarak kabul edildi. Sosyolojik analizleriyle dikkat çeken Emre Uslu, yaptığı son analizde ülkenin yeni bir faza geçtiğini anlatırken, bu dizinin de yeni sürecin bilinçli hamlelerinden biri olduğunu ileri sürdü.

Açıkçası ben bu kanaatte değilim, Uslu’nun analizinin geneline katılmakla beraber, bu tür dizilerin öyle kısacık sürelerde oluşturulabilecek projeler olduğunu biliyorum çünkü. Diğerleri gibi Kızıl Goncalar dizisinin de belki de yıllar önce hazırlanmış ve ancak bugünlerde pratize edilme imkanı bulabilmiş bir proje olduğunu tahmin etmekteyim. Belki senaryodaki bazı kısımlar, güncellenmiştir o kadar. 

FOX TV’de yayımlanan dizi, fragmanlarıyla beraber tartışmalara sebep olurken, ilk bölümün seyirciyle buluşmasının ardından (nedense) muhafazakâr camianın tepkisini çekti. RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin’in hakkında inceleme başlatıldığını duyurduğu dizinin yapım şirketinden de yürütülen tartışmalara ilişkin açıklama yayımlandı.

Dizinin ilk bölümüne baktığımızda genellikle iki sahneden iktidar cenahının büyük rahatsızlık duyduğunu gördük. (BAKINIZ)

Bunlardan birincisi (ve bence esas rahatsızlık oluşturan) sahne, bir tarikatın ürettiği böreklerin üzerine ‘tereyağıyla üretilmiştir’ yazdığı halde, böreklerin çiçek yağıyla hazırlanmasının doğru olmadığının söylenmesiydi.

Anlaşılan hikayenin bir kısmının tarikatın içinde geçmesinin anlatılmasından duyulan rahatsızlığı ifade etmek doğrudan bu sahneyi göstermek, tarikatlarda yaşananları gündeme getireceği için başka bir gerekçeye ihtiyaç vardı ve bundan bir sonraki sahne iktidara bu fırsatı verdi.

O sahnede ise, tarikatın Kur’an kursunda öğretici olan bir genç kızın, bir tarikat delikanlısına platonik olarak ilgi duyduğunu anlatılıyorken, Amenarresülü’nün kıraati esnasında çocuklara aniden parlamasıydı. Dini bir kaygıdan ziyade gönül meselesinden dolayı aniden yükselen öğretici kızın tepkisi aslında son derece doğal bir savrulmaydı.

Kızıl Goncalar’ın bu kadar tepki görmesi ve ortaya çıkan tartışmaların şüphesiz başka kökleri ve uçları olabilir.

Toplumun içinde bulunduğu gergin durum, iktidarın yaklaşan yerel seçimler dolayısıyla yaşanan her gelişmeyi bir tür seçim kampanyasına çevirmesi bunlardan sadece ikisi kanaatimce.

İlk çevrim olan El Mariachi’de başrol oyuncusu o kadar sıradandı ki, Rodrigez afişte oyuncunun yüzünü bile göstermeyip kaplumbağayı kullanmıştı. Filmin Hollywood versiyonunda ise elinde artık Banderas ve Hayek gibi iki büyük marka vardı. Bir de gitar elbette! Her iki afiş de filmi anlatıyordu zaten, filmin alt ismi şu idi: “Gitarım ve silahım”

İsterseniz önce diziyi dramatik ve sosyolojik açıdan bir inceleyelim.

Yıllar önce katılma imkanı bulduğum bir senaryo seminerinde Meksikalı yönetmen Robert Rodriguez şöyle demişti: “Eğer bir senaryo yazıyorsanız, işe önce sahip olduğunuz ya da içinde bulunduğunuz şeyleri kullanarak başlayın. Yıllar önce çektiğim ilk filmim olan El Mariachi’de benim bir gitarım ve kaplumbağam vardı. Filmi kendi mahallemde, kendi insanlarımla, gitarımı ve kaplumbağamı kullanarak çektim” demişti.

Ve bu formül o kadar işlemişti ki, Hollywood bu hepi topu 7 bin dolara mal olan filmi aldı, iki yıldız oyuncuyu monte etti ve aynı senaryoyu 7 milyon dolara filme aldı. 25 milyon dolar gelir elde etti. Ve dünya sinemasına bir de yönetmen kazandırdı. Daha sonra bir de devam filmi: Bir Zamanlar Meksika’da. İlk filmin başrolündeki Carlos Gallordo’ya vefa ikramiyesi olarak da Campa karakterini lütfetmişlerdi!


Garibim Carlos Gallardo (omuzunda maymun olan) ilk filmde başrol iken, ikincide Banderas’ın yancılığına razı olmak zorunda kalmıştı)

Bir simetri: Ham softa/kaba yobaz!

Yılmaz Erdoğan’ın ilk sinema filmi Vizontele, ilk bakışta Robert Rodrigez’in özellikle “ilk filmin olmazsa olmaz unsurları” dediği tüm özelliklere sahipti. Erdoğan kendi ailesini, kendi çocukluğunun geçtiği yörelerde, kendi hayat hikayesiyle ele alıyordu. Vizontele’nin en önemli dramatik sorunu, hikayenin eklektik, Çok Güzel Hareketler bunlar türündeki bir TV skeç programı nevindeki senaryosuydu. 

Ancak esas çok daha büyük bir problem vardı. O dönem bunu gazetede de yazmıştım, Erdoğan’ın bilmediği bir dünya olan cami/imam/namaz/maneviyat kısmında o kadar uç bir noktaya savrulmuştu ki, her türlü yeniliğe, dolayısıyla televizyona da karşı olan cami imamını kekeme yapabilmişti.

Kekeme imam!

Bakınız her türlü imam görebilirsiniz; doktor, hırsız, melek, şeytan, zengin, fakir… Her türlü olur, hatta inandırıcı olarak koyabilirseniz eşcinsel imam karakteri bile çizersiniz lakin bir tek kekeme olmaz!

Neden?

Çünkü imam kıraat eder, yani Kur’an okur. Kekeme olan biri camide imamlık ya-pa-maz!

Yılmaz Erdoğan meseleye o kadar uzak ve o kadar basmakalıp bir tiplendirme tuzağına düşmüştü ki, kekemeliğin, Kur’an okunmasıyla bir kontrast olduğu düşüncesine hakikati tepelemeye tercih etmişti.

Şu sahneyi komik bulan var mı hala bilmiyorum: (BKNZ)

Aslında bu önyargı ile inşa edilen karakter tuzağına simetrik olarak her iki taraf da sıklıkla, (ne sıklıklası her daim!) düşüyordu.

Sinemanın keşfinden hemen sonra çekilen tüm yerli filmlerin tamamında din adamları ya da dindarlar, tamamen karton karakterlerdi. Hiçbir gerçeklikleri, inandırıcılıkları yoktu ama bu seküler kesimdeki bu defo halen devam etmekte.

Muhafazakar kesim yalapşap da olsa sanat işini öğrendikten sonra seküler kesimi de aşkın bir önyargı ile bu kez sekülerleri karikatürleştirerek hikayelerine eklemlediler. Merhum Necip Fazıl’ın da iade ettiği gibi simetrik bir ham softalık da en başından beri sürgit devam edip durdu.

Mesela sadece imam tipolojisiyle ilgili yeterli olmasa da Doç. İbrahim Yenen’in şu kitabını tavsiye ederim.

Yüz yıldan fazladır Türk sinemasında olan şudur: Laik kesimin birkaç istisna dışındaki tüm dindar ve din adamı tiplemelerinin tamamı kötüdür. Hepsi antagonist karakterlerdir. Hepsi kalın kafalı, vicdansız, insafsız, yalancı, üçkağıtçı, çıkarcı ve daha ne kadar melanet varsa hepsine sahip karakterlerdir.

Buna karşılık muhafazakar kesimin filmlerinde ise, ne kadar seküler karakter varsa hepsi ehli dünya, gece gündüz içki içen, haram helal bilmeyen, birbirinin hatunlarına göz diken, alçak, hayasız, vicdansız ne kadar pislik özellikle varsa tekmiline birden sahip karakterlerdir.

Çift taraflı bir trajikomik durumdur bu.

AKP iktidarının yaptırdığı tüm filmlere bakın, yukarıda bahsini ettiğimiz kartonluğu aşkın bir abartma söz konusudur.

Erdoğan iktidarıyla birlikte muhafazakar kesim, abartmanın dibini yakmış ve kendileri olmayan tüm karakterleri böyle inşa etmiştir. Kötü karakterlerin çoğunun özellikleri, Ermeni, Yahudi ya da sempatizanı, Kürt, ehli dünya, Fetöcü vesairedir. Elbette bir de geleneksel kötüleri ekleyelim; Atatürkçü, CHPli, laikçi, Marksist, komünist vs…

Kızıl Goncalar’a dönelim.

Pek çok konuda klasik anlamda günümüz dizilerinden ayrışan bu eser, yukarıda bahsini ettiğimiz yönden kendisinden öncekilerden çok da farklı değildir esasen.

Evet, hikayeye baktığımızda Robert Rodrigez’in anlattığı pek çok kural geçerlidir.

Belli ki hikayeyi oluşturan ve karakterleri inşa eden kişi ya da kişiler (Senarist, yapımcı, yönetmen) öncelikle muhafazakar kesimi, hassaten ehli tarik kitleyi çok iyi bilmektedir. Bunun yanında oksijen tüpü ile yaşayan yaşlı karakterin bile ya senaristin ya yönetmenin yakın bir akrabası olduğundan eminim. Çünkü o kadar gerçekçi ve sağlam inşa edilmiş.

Diziyi Türkiye’de yapılan tartışmalardan bağımsız olarak izlediğimizde, bu diziye en çok seküler ve Kemalist kesimin tepki göstermesini beklerdik aslında. Ancak Siyasal İslam iktidarının ezici baskısı, seküler kesimi mağdur durumuna düşürdüğü için sesleri çok yüksek çıkamıyor. Zira görüldüğü üzere başta para, kapatma ve nihayetinde hapis cezasına kadar uzanan bir riskli durum söz konusu.

Genel olarak hikayeye baktığımızda aslında hikayenin inşasına çok makul ve mantıklı bir yerden başladığını görmek mümkün.

İki farklı yaşam tarzına sahip olan iki ailenin yolu bir şekilde bebek vesilesiyle bir anlığına çakışıyor. Laik/Kemalist aile dindar ailenin bebeğini çalıyor (Ah şu hırsız Kemalistler!) ayrılan yollar yıllar sonra dindar ailenin geçim sebebiyle büyük şehre taşınmasıyla tekrar kesişiyor. Her iki ailenin de kendine dair sorunları var.

İşte sıkıntı tam da bu noktada başlıyor. Senaryo muhafazakar aileyi çerçevelerken oldukça inandırıcı ve etkileyici. Karakterlerin çoğu sağlam inşa edilmiş. Olaylar makul ve mantıklı hızda akıyor.

Ancak Kemalist aile ve çevresinde durum epey farklı. Bir kere klişenin dibi söz konusu. Sürekli içki içen ve her konuşmasında adeta söylevde bulunan bir doktor. Atatürkçüler “geçen nasırım çıktı” gibi sıradan cümle kurmayıp 24 saat dünyanın geleceği hakkında atıp tutan, entel göndermelerde bulunan insanlarmış gibi tasvir ediliyor.

Doktorun karısı vicdansız, kardeşi tam bir NATO kafa/mermer tipolojisi. Uçakan’ın, Güneş’in yıllar yılı çizdiği karakterlerin milim dışında olmayan tipler!

“Bu laikler böyle sefil yaratıklar” önermesi senaryonun her milimine sızmış maalesef.

Bana enteresan olarak gelen, filmin en gerçekçi kısımlarının dinciler tarafından büyük tepki görmesiydi.

Bu durum aslında seküler kesim kendi mahallelerinin böylesine karton bir şekilde çizilmesinden ziyade, dinci kesimin içinde yaşananları dillerine dolaması iktidar cenahını epey sinirlendirmiş olmasıyla izah edilemez bence.

Sanırım mesele bir de tarikatlarda dönen dolapların dolaylı da olsa akıllara getirilmesi. Çocuk yaşta evlilikler, taciz, tecavüz, yolsuzluk vesaire. Dizi bu konuları akılcı ve cesurca ele alıyor. Rahatsızlığın temel sebebi de bu olsa gerek.

Bu satırları, dizinin sadece iki bölümünü izlemiş biri olarak yazıyorum. Daha önce de belirtmiştim, bu tür dizilerde çok ciddi bir senarist değişimi olmazsa, başladığı gibi gidecektir. Dolayısıyla çorbanın tuzuna bakmak için tamamını içmeye gerek de yok.

Kızıl Goncalar bölümler ilerledikçe her iki kesimi de rahatsız edecektir zira Türkiye gerçekliğinde siyasal İslamcıların ezici üstünlüğü seküler kesimi pasifleşmek durumunda bırakmıştır. Bu dizi 28 Şubat döneminde ezkaza çekilse, emin olun RTÜK yine bu sefer seküler kesime hakaret ettiği için ceza yağdırırdı.

Dizinin bir takım dramatik ve karakter matematiğine dair balanssızlıkları da var ama bunları detaylı tartışmanın anlamı yok sanırım. Nihayetinde günlük tüketilen bir drama. İlk bölümü izlediğimde açıkçası sevinmiştim. Çünkü matematiği iyi kurulmuş iki omurgalı hikayesi olan diziye bir de birleştirici (ruhi sıkıntısı olan tarikatçı genç) sub-plot eklenmişti ve oldukça sağlam bir yapısı vardı. Bu yapı daha ikinci bölümde bozuldu ne yazık ki.

Bundan sonra bu balansı tekrar tutturabilirler mi bilemem ama Türkiye gerçeğinde yaşanan kamplaşmaların bu dizi üzerinden yeni bir kavga düzlemi açılana kadar devam edeceğinden eminim.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Samanyolundaki Şubat Soğuğu, Yağmurdan sonra ve Tek Türkiye haricinde hiç bir yerli diziyi izlemedim. Çok şey de kaçırmamışım hatta nede iyi etmişim. Şimdi de aynı durumdayım. Ne izlemeye değer diziler ne de üzerinde yorum yapmaya değer. Nedim hocam gereksiz zaman harcamış. Gelecek yazıları okumaya devam.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin