M. NEDİM HAZAR | YORUM
Aslında niyetim Nuri Bilge Ceylan versus Zeki Demirkubuz yazısı kaleme almaktı ama bu Kızıl Goncalar meselesini bilen bilmeyen herkesin topa girdiğini görünce benim de yazmam farz oldu. İki bölümden oluşacak olan bu yazının, ilk bölümünde madalyonun bir yüzüne yakın plan bakacağız. İkinci yazıda ise, Kızıl Goncalar’ın teknik, estetik ve sosyal çözümlemesini yapmaya çalışacağız.
Hadi başlayalım…
1985 yılında Avrupa Birliği tarafından her yıl bir veya daha fazla Avrupa şehrine verilen bir unvan olan Avrupa Kültür Başkenti (Orijinal ismi European Capital of Culture), seçilen şehirlerin kültürel yaşamını ve Avrupa’daki çeşitliliği teşvik etmeyi amaçlamaktaydı. Bu unvanla şehirler, bir yıl boyunca çeşitli kültürel etkinlikler ve projeler düzenleyerek hem yerel halkın hem de Avrupa’nın diğer bölgelerinden gelen ziyaretçilerin ilgisini çekmeyi amaçlıyordu. Bu etkinlikler genellikle sanat, müzik, edebiyat ve tarihi kapsıyor ve şehrin kültürel mirasını ve çağdaş sanatını vurgulamayı amaçlıyordu.
![](https://www.tr724.com/wp-content/uploads/2024/01/kizil-1.png)
2009 yılında Litvanya’nın Vilnius ve Avusturya’nın Linz şehirlerinden sonra 2010 yılında bu şehirler İstanbul, Essen (Almanya) ve Pecs (Macaristan) seçildi. Türkiye hiç bekletmeden hemen bir ajans kurdu: Avrupa Kültür Başkenti Ajansı (AKB Ajansı)
Aslında Avrupa Birliği fonundan bu şehirler için ayrılan bütçeler hiç de fena değildi. (Meraklılar şuradan bakabilir)
İstanbul’un bütçesi o güne kadar ayrılan bütçeler arasında yaklaşık 250 milyon Euro (498 Milyon TL) ile adeta rekordu. O yıl Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm ülkeyi tanıtım için ayırdığı bütçe olan sadece 45 milyon Dolardı.
Bu muazzam bütçenin Siyasal İslamcı iktidarın ilk sistematik vurgunu olarak görmek mümkündü.
İstanbul seçildikten hemen sonra projenin başındaki Nuri Çolakoğlu yaşanacakları hissettiği için henüz iki aylık bile olmadan istifa etti. Çolakoğlu istifa ederken, bekleyen tehlikenin sinyallerini verdi.
Evet, Türkiye’nin denetleme ve araştırma mekanizmaları henüz felç edilmemişti o tarihte ve Başbakanlık Teftiş Kurulu 37 sayfalık bir rapor yazıp tüm yolsuzlukları teker teker sıraladı.
O güne kadar seküler kesim tarafından ezilen, horlanan, yok sayılan siyasal İslamcı kesim akıl almaz bir iştahla saldırmıştı bu bütçeye. Milyon liralık yolsuzluklar havada uçuşuyordu. Resmiyette 586 proje yapılmıştı ama bunun 4’te biri kadar bile olmamıştı gerçekten yapılanlar. Diğerleri ya uydur/kaydır olarak yapılmış gibi gösteriliyor ya da hiç yapılmadan bütçeleri paylaşılıyordu.
2010 yılı Avrupa Kültür Başkenti projesi Siyasal İslam’ın ilk organize talan çalışmasıydı. Ajanstan farklı bir gölge ajans kurulmuş ve ajans yetkililerinin onayına bile ihtiyaç duymadan havada uçuşan projeler irili ufaklı yandaşlara peşkeş çekiliyordu. Bugün Sabah, TRT, RTÜK’te yuvalanan (Salih Tuna, Hilal kaplan ve kocası gibi isimler) kesimlerin ilk semirme eylemleriydi bunlar.
Bir hatıramı aktararak esas meselemize geçeceğim.
Siyasal İslamcıların sembol isimlerinden olan Mesut Uçakan, bu proje bağlamında Tuna Nehri Aksam Diyor isimli bir belgesel yapmıştı. Belgeseli zar zor ancak o yıl Aralık ayı sonlarına doğru bitirebilen Uçakan, 27 Aralık 2010 tarihinde Cemal Reşit Rey salonunda yapılan galada yaptığı konuşmada, dönemin yandaş medyasının kararttığı sitayiş dolu şu cümleleri kullanmıştı: “”Tuna Nehri Aksam Diyor” belgesel projesi aslında başka bir firmaya ait. Biz projeyi bu şirketten devraldık ve projenin hayata geçmesi için yazar Abdullah Muradoğlu danışmanlık desteği verdi…”
Esas bomba cümle ise sonradan gelecekti: “Bakıyoruz, bazıları büyük bütçeli işler yaparken, bizlere bu sofranın kırıntıları düşüyor!”
Aslında belki de haklı bir serzenişti ama salonda bulunan AKPli kurmaylar mesajı almıştı. İktidar, Uçakan’a daha sonra TRT’de büyük bütçeli birkaç dizi vererek kendisini affettirecekti. Uçakan’ın bahsettiği esasen filmcilik, tarihçilik, belgeselcilikle uzaktan yakından ilgisi olmayan Yeni Şafak yazarı Abdullah Muradoğlu ilişkileriyle böyle bir projeyi geçirmiş ve kendi yüzdesini tarihçi Neval Konuk’un yanında danışman sıfatıyla almıştı!
2002-2023… 20 yılı aşkın bir siyasal islamcı iktidar tarafından yönetiliyor Türkiye. Necip Fazıl “davayı temellendirici başeseri” tavsif ettiği “ideolocya Örgüsü”nün girişinde: “Fikirde, sanatta, anlayışta, anlatışta, buluşta, tutuşta, dağıtışta, toplayışta ve nihayet yaşanmaya değer hayatın ölçülerini billurlaştırma işinde dünyanın en büyük adamı olmak isterdim, nefsim için değil de, sırf O’nun ümmetinden en hakir ferde düşen liyakat payını ve üstünlük derecesini göstermek için diyerek bir yön tayin ediyor kendine ve inananlara.” Diyordu. Hatta dillere pelesenk olan bir cümlesi var merhumun, “TRT’yi bana birkaç saatliğine versinler tüm ülkeyi Büyük Doğu’cu yaparım!”
20 yıl… Bu hiç de kısa sayılmayacak süre boyunca tüm ülkenin her anlamda mundar edilmesi söz konusu. Ancak sanırım bunun en fenası kültür ve sanat alanındaki geriye gidiş, yobazlık ve ilkellik olsa gerek.
İktidar, sanat alanında tam bir çürümeye mahkum etti memleketi.
Hukukta, demokraside, eğitimde, ekonomide en az 30 yıl geri giden ülke, kültür ve sanatta 50 yıldan daha fazla geriye savrulmuş durumda. Bunun birincil sebebi, diğer alanlarda olduğu gibi bu alanda da bir talan zihniyetinin hakim olması.
AKP iktidarı beşinci sınıf bir sanat anlayışı ile ilkel propaganda dili dışında bir dil üretemedi. Reis’e yalakalık tek ölçü olunca üretilen ve sanat iddiasında olan her “şey” kof bir ilkellikten başka hiçbir şey değil.
![](https://www.tr724.com/wp-content/uploads/2024/01/kizil-5.png)
30 milyon TL gibi devasa bütçeye sahip film, iktidarın tüm zorlamalarıyla 2 milyon hasılat getirdi.
Milyanlarca dolar, TL harcanan filmler IMDB’nin en kötü filmler sıralamasının tepesinde. Dizi diye çekilen kof tarih gargaraları ancak eğitimsiz AKP kitlesini tatminden öte gidemiyor. Medyanın yüzde 95’ini elinde tutan saray bu alanda berbat bir sınav verirken şu anda bile uluslararası film veri tabanlarında tarihin en kötü filmler sıralamasını AKP iktidarı filmleri paylaşıyor; K.O.Z, Darbe, Reis’i takip eden filmler.
![](https://www.tr724.com/wp-content/uploads/2024/01/kizil-6.png)
Tıpkı 2010 Kültür başkenti projelerinde olduğu gibi, tüm sinema filmleri ve TV dizilerinde de rüşvetin havada uçuştuğu, yolsuzlukların ayyuka çıktığı Yeşilçam’da artık sağır sultanın bile duyduğu bir hakikat. Ne kadar yarım yapalak, çakal çukal takımı varsa, tekmili birden bu sektöre girerek, buldukları torpil ve aracı rüşvetleriyle dudak uçuklatan bütçeler çıkararak, devleti soyup soğana çevirdiler, bu soygun hala da devam ediyor. Yeni iktidar projesi Fatih Sultan Mehmet dizisinin de bölüm başına 30 milyon fibi astronomik bir bütçeyle bu vurgunun sürgit devam edeceğinin apaçık kanıtı.
![](https://www.tr724.com/wp-content/uploads/2024/01/kizil-7.png)
Şu an iktidarın resmi ve gayrı resmi tv kanallarında yayınlanan ondan fazla dizi bu mantıkla çekiliyor. Hepsinin dokusu, mantığı, kalitesi, estetik değeri aynı; rezalet ötesi.
Henüz darbe olmadan Emine Hanım’ın evliliğine sebep olan merhume Şule Yüksel Şenler’in bir klasik sayılan eseri Huzur Sokağı’nı çekmek için RTÜK üyesi olan ve aynı zamanda havuzun önemli aparatı Sabah’ta tüm kapasitesizliğine rağmen kalem oynatan bir planktonist İslamcının paravan bir film şirketi kurup, milyonları vurduğunun bizzat şahidiyim.
İktidar cenahında genel manzara bu…
Konserler, tırı vırı festivaller, yarışmalar, konferanslar vesaire ile milletin cebinden çalınan milyarlar.
Ülkenin tüm kaynaklarını elinde tutan Saray, buna rağmen kendi kontrolü dışındaki her sanat eserine karşı acımasız ve düşman. Arzu ettiklerinin dışında bir sanat eseri karşılarına geldiklerinde hemen linç girişimi başlatmalarındaki sebeplerden biri de bu.
Peki, iktidarın rahatsız olduğu sanat eserlerinin mahiyeti ve keyfiyeti nedir? Ülkenin siyasi muhalefetinin çürümüşlüğü, muhalif sanata da yansıyor mu, yoksa iktidarın alay-ı vala ile linç ettiği kadar etkileyici projeler mi bunlar?
Hepsine bakacağız.