ENSAR NUR | TR724 HABER-PORTRE
20’nci yüzyılın en önemli devlet adamlarından biri olarak kabul edilen Henry Kissinger 100 yaşında hayatını kaybetti. Richard Nixon ve Gerald Ford dönemlerinde ABD dış politikası üzerinde benzersiz bir güce sahip olan Kissinger, Soğuk Savaş döneminde izlediği stratejilerle diplomasiye damgasını vurmuştu.
1973 yılında tartışmalı bir sekilde Nobel Barış Ödülü‘ne layık görülen ve “mekik diplomasisi” kavramını ortaya çıkaran etkili devlet adamı Kissinger 29 Kasım’da Connecticut’taki evinde öldü.
Diplomasi dehası mı savaş suçlusu mu?
Kimilerinin hayranlık beslediği, kimilerinin de nefretle baktığı Henry Kissinger, hiç şüphesiz yirminci yüzyılın en ilginç figürlerinden biri. Yayınladığı makaleler ve kitaplar hala uluslararası ilişkiler alanında başucu eserleri arasında bulunuyor. Kissinger, özellikle Nixon ve Ford dönemlerinde Amerikan dış politikasına yön veren ana aktör oldu.
Nixon’ın başkan seçilmesiyle Ulusal Güvenlik Danışmanı ve Dışişleri Bakanı olarak atandı ve fikirlerini uygulamaya geçirme imkânı buldu. Kendisine karşı duyulan nefretin kaynağı da bu dönemde almış olduğu kararların milyonlara varan can kayıplarına sebep olması oldu. 1973’te Nobel Barış Ödülü‘nü aldığında ödül komitesinden iki isim istifa etti.
Kissinger takip eden yıllarda aldığı kararların daha büyük felaketleri engelleyerek dünya düzeninde güç dengesini koruduğunu savunurken, hiçbir pişmanlık ifadesi göstermedi. Hatta kendisini eleştirenleri uluslararası ilişkilerden hiçbir şey anlamamak ile suçladı.
Aslında Kissinger hakkındaki iddialar Christopher Hitchens’in 2001 yılında yayınladığı ve Kissinger’ı savaş suçlusu olmakla suçladığı Kissinger’ın yargılanması adlı kitap ile canlansa da, hala Amerikan siyasetinde sıkça alıntı yapılan ve saygı duyulan kişilerden biri olarak kalmayı başardı. Öyle ki, parti farkı olmaksızın Joe Biden’a kadar tüm ABD Başkanları Kissinger’ı Beyaz Saray’da ağırladı.
Kissinger’ın gördüğü saygıya en büyük örneklerden biri olarak John McCain’in ve Barack Obama‘nın 2008 seçim kampanyaları kapsamında Kissinger’dan alıntı yapmaları gösterilebilir. Bir diğer örnek ise, kariyerini insan hakları aktivisti olarak inşa eden ve Obama döneminin önemli isimlerinden olan Samantha Power. “A Problem from Hell”: America and the Age of Genocide adlı kitabında Kissinger’ı sert bir şekilde eleştirmesine rağmen, 2016 yılında Kissinger’ın bizzat kendisinden Henry A. Kissinger ödülünü aldı, Kissinger ile aktivitelere katıldı.
Kissinger’ın Kişiliği
1938 yılında 15 yaşındayken Nazi şiddetinden kaçan Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Amerika’ya göç eden Kissinger’ın sağlıklı bir çocukluk geçirdiği söylenemez. Bu dönemde yaşamış olduğu zorluklar kişiliğinde önemli izler bıraktı.
Ünlü biyografi yazarı Walter Isaacson’a göre savunma mekanizması olarak, Kissinger’ın kişiliğini bir arada bulunan zıtlıklar oluşturuyordu. “Kişiliğinde aşırı özgüven güvensizlik hissiyle, kendini beğenmişlik kırılganlıkla ve kibir başkaları tarafından onaylanma isteğiyle beraber bulunuyordu. Kissinger’ın bir genç olarak kişiliğinde bulunan bu karmaşıklık hayati boyunca devam edecekti.”
Isaacson kitabında Kissinger’ın üniversite yıllarında komşusu olan Engelhardt’in ifadelerine de başvuruyor. Engelhardt’in ifadeleriyle, Kissinger aşırı özgüvenin yanında ölümcül derecede ciddi biriydi. Etrafında olanlara karşı ne bir yargısı ne de hisleri vardı. Beraber olduğu insanlara karşı empati yapamıyordu ve sosyal olarak tam anlamıyla bir beceriksizdi.
ABD’ye geldiğinde çok az İngilizce konuşan Kissinger, zekâsıyla ve tarih bilgisiyle dikkat çekiyordu. Soğuk yapısı ve asosyal oluşu Kissinger’ı kitaplarla daha fazla vakit geçirmeye itti ve lisans yıllarında kendi alanındaki temel eserlerin neredeyse tamamını detaylı bir şekilde okudu. Bu okumaların neticesinde bir lisans öğrencisinden beklenenin çok ötesinde 388 sayfalık “The Meaning of the History” (Tarihin anlamı) başlığını taşıyan lisans tezini yazdı.
Karakteriyle oldukça uyumlu olan realpolitik anlayışa hayranlığının oluşması da bu yıllara tekabül etti. İlerleyen zamanlarda verdiği beyanatlardan da anlaşılacağı üzere kararlarına bağlı olarak ölen insanlar için hiç acı çekmediği söylenebilir. Hatta verdiği kararların dünya düzeninde istikrarı ve güç dengesini sağladığını savunarak daha büyük felaketlerin önüne geçtiğini ısrarla vurguladı.
Kissinger’ın uluslararası ilişkiler vizyonu belli başlı kavramlar üzerinden şekillendi. Bu kavramlar Kissinger’ın neredeyse verdiği bütün kararlarda prensip olarak gözlemlenebilir. Bu anlamda Kissinger’ın dış politikası pek çok açıdan tartışmaya açık olsa bile kendi içinde bir mantığa sahip ve tutarlı.
Realpolitik ve Muhafazakarlık
Henry Kissinger’ın doktora tezi uluslararası sistemi kavrayışının ilk sinyallerini gösterdi. Bu çalışma daha sonra A world restored; Metternich, Castlereagh and the problems of peace, 1812-22 adıyla kitap olarak yayınlandı.
Kant’ı çok fazla okumasına rağmen, barış içinde uluslararası hukuka dayalı işbirliği yapacak bir Cumhuriyetler Cemiyeti çağrısı yapan Kant ile ilişkilendirilen Avrupa tarzı liberalizmi, cumhuriyetçiliği ve idealizmi hiçbir zaman hoş karşılamadı. Aksine, Metternich ve Bismarck’ın yolu olan realpolitik anlayışı benimsedi.
Kısaca özetlemek gerekirse, realpolitik perspektif diplomasinin ahlaki değerlerden ve diğer devletlerin iç politikalarına burun sokma anlayışından arınması ilkelerine dayanıyor. Dolayısıyla, dünya düzeninde istikrar (stability), diplomasinin temel amacı olarak kabul ediliyor. Uluslar mevcut dünya düzeninin meşruiyetini kabul ettiklerinde ve ulusal çıkarlara göre hareket ettiklerinde istikrar korunur.
Ne zaman ki uluslar ideolojik veya ahlaki saiklerle “haçlı seferlerine” çıkar, işte o zaman dünya düzenindeki istikrar tehdit edilir. İstikrarın korunması da hiçbir ulusun insafına bırakılamayacağı için, dış politikaların güç politikalarına dayanması gerekir. Kissinger bu görüşü A World Restored kitabında şöyle vurguluyor: “Savaştan kaçınma olarak algılanan barış, bir gücün veya bir grup gücün birincil amacı olduğunda, uluslararası sistem en acımasız olanın insafına kalır” ve bu durum, bir devletin ideolojisini yayma imkânını zorlamasına izin verir. Bu fikirlerin ışığında Kissinger, Soğuk Savaş döneminde klasik muhafazakar devlet adamlığı rolünü başarıyla uyguladı.
Güç dengelerini ustaca gözeterek, devrimci bir devlet olan Sovyetler Birliği ile diplomatik olarak nasıl mücadele edilebileceğini gösterdi. Yine aynı doğrultuda, Stephen Rabe’e göre, Kissinger için Soğuk Savaş kapsamında güç dengesini iyi yönetmek, insan haklarına ve demokrasiye saygıyı teşvik etmekten daha yüksek bir değere sahipti.
Buna en iyi örnek olarak Pakistan diktatörü Yahya Han karşısındaki tutumu gösterilebilir. Pakistan o dönemde ABD için iki açıdan önemli bir müttefikti. İlk olarak, bağımsızlar grubunda olmakla beraber Sovyetler ile daha yakın ilişkisi bulunan Hindistan karşısında dengeleyici bir güç olarak görülüyordu. İkinci olarak da Yahya Han, Kissinger’ın yönettiği Çin açılımında anahtar aktördü. Çin ile müzakerelerin açıktan yürütülmesi mümkün değildi ve Yahya Han ABD ve Çin arasındaki bağlantıyı sağlıyordu. İşte Kissinger’ın Sovyetler karşısındaki denge politikasının temelini bu meşhur Çin ile olan ilişkilerin kurulması oluşturuyordu.
Bu denge politikasının bedelini ise Doğu Pakistan (1971’den itibaren Bangladeş) halkı ödedi. Farklı araştırmalara göre Pakistan’ın Doğu Pakistan’a karşı yürüttüğü soykırım operasyonları sırasında 300 bin ile 3 milyon arasında Bangladeşli öldürüldü. Diğer bir örnekte ise, Doğu Timor meselesinde Endonezya 200 bin kişiyi katlederken, Kissinger Güney Asya’daki Amerikan yanlısı kilit bir ülkeyi kaybetmek istemiyordu.
Realpolitiğin temel ilkelerinden olan diğer devletlerin iç işlerine karışmama prensibini kendi müttefiklerine uygularken, Amerikan çıkarlarını tehdit altında olduğunu hissettiği noktalarda diger devletlerin iç işlerine müdahale etmekten çekinmedi. Şili’de Allende’ye karşı yapılan darbeyi bizzat destekledi ve CIA’in o dönemde Pinochet liderliğindeki darbede rol oynadığı da sonradan ortaya çıktı. Bu noktada tekrar söylenebilir ki Kissinger için güç dengesi ve Amerika’nın çıkarları her şeyin önünde geliyordu.
İtibar ve güvenilirlik
Kissinger’ın görüşüne göre, dünya nükleer çağa doğru ilerlerken, daha fazla bölgeyi kontrol etmek, yeni ittifaklar oluşturmak ve askeri silahları artırmak gibi ulusal gücü savunmanın geleneksel yöntemleri daha az anlamlı hale geliyordu.
Bir nükleer gücün küresel etkisini artırmasının ana yolu taahhütlerinin arkasında durarak itibarını (credibility) artırmaktı. Dolayısıyla güç, askeri güçten çok, bir ulusun iradesine ve tehditlerinin inandırıcılığına ilişkin algıya bağlıydı. Örnek olarak Şili’deki gizli müdahale kararı da bu prensibin yansımasıydı. Kissinger’a göre Güney Amerika’da Marksist bir hükümet kurulmasına karşı zayıflık veya kayıtsızlık görüntüsü verilmesi halinde benzer fenomenlerin başka yerlerde taklit edilerek yayılması, dünya dengesini ve ABD’nin onun içindeki konumunu önemli ölçüde etkileyebilirdi.
Vietnam konusunda da yine aynı prensiple hareket etti Kissinger. ABD kaybetse bile hiçbir durumda kaybetmiş gibi görünemezdi. ABD’nin Vietnam Savaşı’nı kazanabileceğine inanmadığı halde, geri çekilme için uygun koşullar ortaya çıkana kadar savaşmaya devam etti. Look dergisine yazdığı bir makalede açıkladığı gibi, üçüncü sınıf bir komünist köylü devleti ABD’yi yenebilirse, her yerde Amerika’nın düşmanlarının elini güçlendirecek, müttefiklerin moralini bozacak, ABD’nin dünya çapında itibarini azaltacak ve diğer ülkelerin Sovyetler Birliği’ne kaymasına neden olacaktı.
Güç ve Diplomasi
Duygusuz bir devlet adamı olarak, güç olmadan bir çatışmayı masada kazanmanın mümkün olmadığını savundu. Bu prensibi Nuclear Weapons and Foreign Policy adlı kitabında şöyle tanımlamıştır: “Savaştan kaçınma dış politikanın birincil amacı olamaz çünkü diplomasi, güç tehdidi eşliğinde olmadıkça kısırdır. Modern silahların büyüklüğü, savaş düşüncesini iğrenç kılıyor, ancak herhangi bir riske girmeyi reddetmek, Sovyet yöneticilerine boş bir çek vermek anlamına gelecektir.” Analist Daniel Ellsberg’e göre, Kissinger bir güç aracı olarak şiddet tehdidinin etkinliği ve meşruiyeti konusunda çok güçlü bir ideolojik inanca sahiptir. Dolayısıyla, taraflar müzakere etmeye karar verdiğinde askeri avantaj diplomatik avantaj haline gelir.
Vietnam hakkında yazdığı bir makalede geri çekilmenin felaket olacağı ve müzakerelerin kaçınılmaz olduğunu vurguladı. Çünkü kesin bir askeri zafer mümkün değildi. Bu anlamda yeterli bölgeyi güvence altına alarak güçlü bir müzakere pozisyonu yaratmak amacıyla ABD mücadeleye devam etmeliydi. Fikirlerine paralel olarak pratikte almış olduğu Kuzey Vietnam’ın tedarik yolunu kesmek için Kamboçya ve Laos’u bombalama emri Kissinger’ın kariyerindeki kara lekelerin belki de en büyüğü oldu. Bu bombalamalarda tahmini olarak 1 milyon sivil hayatını kaybetti. Sonuç olarak Kissinger istediğini aldı ve Vietnam Savaşı’nın ABD’nin itibari üzerindeki olumsuz etkilerini olabildiğince azaltmayı başardı.
Hiç şüphesiz soğuk kişiliği, dünya dengesi ve ABD çıkarları için insan hayatının feda edilebilirliği düşüncesiyle birleşince, Kissinger’dan diplomatik anlamda başarılı ancak insani anlamda kan dondurucu kararlar ortaya çıkmış oldu. Hangi olaylarda ne kadar sorumluluğunun olduğu hala akademik çevrelerde tartışma konusu olsa da Kissinger 20’nci yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran devlet adamlarından biri oldu. En nihayetinde de pek çok savaş suçlusu gibi ölümüne sebep olduğu milyonlarca insanın hesabını vermeden 100 yaşına kadar yaşadı.
Yazınızda Kissinger şiddet yanlısı,bu nedenle milyonlarca kişi ölse de umursamayan bir ahlak özürlü olarak beliriyor..Ecevitin de çok güvendiği hatta dost mertebesinde gördüğü düşünülünce Ecevitin AKP den hiçde noksan olmayan ikiyüzlülüğü,muhterisliği sırıtıyor.
Kendi kafasında çok insan yetiştirdi.
Bu şekilde ölmedi.
Kissinger ler çoğaldı