KHK ile ihraç edildikten sonra 15 ay hapis yatan hakim Kemal Karanfil, 15 Temmuz sonrasında kendisi hakkında tutuklama kararı veren yargıcın intihar teşebbüsünde bulunduğunu, tutukladığı insanların eşleri ile karşılaşıp çocuklarının ağlamalarına şahit olunca psikolojisinin bozulduğunu ve bileklerini kesmeye kalktığını söyledi: “Başsavcı kendisine ‘sen onu tutuklamazsan biz seni tutuklarız’ demiş.”
Kemal Karanfil, 15 Temmuz sonrası yaşadıklarını Kronos’a anlattı. Selahattin Sevi’nin röportajı şöyle:
15 Temmuz’u siz nasıl yaşadınız, neler geldi başınıza?
Önce kişisel görüşümü söyleyeyim: İktidar 15 Temmuz’dan önce Suriye’ye girmek istiyordu. Fakat ordu karşı çıkıyordu. Yargıtay’da belli bir dizayn yapmak istiyordu, Yargıtay üyelerini görevden alıp İstinaf Mahkemesi’ne göndermek şeklinde… Ciddi tepkiler yükseldi barolardan, ‘bu yargıya darbedir’ denildi. Bu tepkileri bertaraf etmek ve başkanlığa giden yolda bir nevi böyle bir olay görmezden gelindi.
Ben 15 Temmuz’u çok şaibeli buluyorum, bile bile gerçekler açıklanmıyor. Gerçekleri yazanlar ya hapse atılıyor ya da susturuluyor. 15 Temmuz’un şaibeli olduğu yönündeki en büyük kanaatim, TBMM’de muhalefet milletvekillerinin bir araştırma komisyonu kurulması yönündeki teklifini, iktidar partisi reddetti. Israrlar sonucu daha sonra komisyon oluşturuldu, ancak Hakan Fidan ve Hulusi Akar çağrılmadı. Önemli kişiler yerine ilgisiz alakasız insanlar çağrıldı.
Ben 15 Temmuz gerçeklerinin ortaya çıkarılmak istenmediğini görünce bu darbe teşebbüsünün önü-arkası karanlık ve şaibeli bir girişim olduğu kanaatine vardım. Bunu bir yargıç olarak gözlemledim. En komiği de daha silah sesleri dinmemişken 2 bin 800 hâkim savcının evine gidilmesiydi. Darbeyi engellemek yerine hâkim savcıların evlerine gidilmesi, basılması, ellerinde listelerin hazır olması önceden bunun planlandığının işareti.
İkinci gün, 16 Temmuz’da uyumak üzere iken benim evime de geldiler. Halbuki 2802 sayılı hâkim savcılar yasasına göre bir hakimin milletvekili gibi dokunulmazlığı vardır. Ağır cezalık suçüstü hali olmadan üzeri, eşyası aranamaz. Gözaltına alınıp tutuklanamaz. Bunların hiçbiri olmadan, en ufak bir suç isnadı olmadan tutuklandık.
O günü anlatır mısınız?
Saat 23.00 gibi evime geldiler. Polis utana sıkıla geldi. Çünkü onlar da biliyor illegal bir şey yaptıklarını. Bu, hadiseden bir gün sonra 16 Temmuz’da oldu. Aynı günün sabahında açığa alındığımız açıklanmıştı.
Hangi şehirdeydiniz?
Zonguldak’taydık. Çocuklarla hafta sonu bir gezi yapmayı planlıyorduk. Ben tv seyretmiyordum. Bir arkadaşım aradı. ‘Ne oluyor Türkiye’de’ diye sordu. Ben de ‘ne oluyor, hiçbir bilgim yok’ dedim. Televizyonu o zaman açtım, bir tuhaflık olduğu belliydi. Kanallar normal yayınlarına devam ediyordu. Sadece köprünün bir tarafının tutulduğu ile ilgili bir altyazı geçiyordu. Çoğu kişinin uyanık olduğu bir saatte darbe olması bana pek mantıklı gelmedi. Darbe böylemi olur?
Ertesi sabah açığa alındınız, akşamında polisler geldi…
Evet. Önce göz altına aldılar. Ben masumiyetimden şüphe etmediğim için hiçbir hazırlık yapmadım. Yanıma kıyafet vs almadım. Ancak öyle olmadı. Tutuklandık. Benim tutuklama kararımı veren hâkim daha sonra vicdan azabına dayanamayarak bileklerini kesmeye kalktı. Başsavcı ona ‘eğer sen tutuklamazsan biz seni tutuklarız’ demiş.
Sizi tutuklayan hâkim kimdi?
Adı, Hasan Kocabaş. Zonguldak Sulh Ceza Hâkimi. İntihar teşebbüsünde bulundu. Benim bir alt katımda oturuyordu. Tutukladıkları insanların eşleri ile karşılaşınca çocuklarının ağlamalarına şahit olunca psikolojisi kaldırmıyor, bileklerini kesmeye kalkıyor. Bizzat teyzesinden duydum.
Sonra ne oldu?
Üç gün gözaltında kaldıktan sonra savcıların karşısına çıkarıldık. Tuhaf tuhaf sorular soruldu. Hatta savcı bana utana sıkıla ‘Afedersiniz, bunları sormaya utanıyorum fakat sormak zorundayım’ diyerek sorulması suç sayılan özel hayata ilişkin sorular sordu. ‘Hangi gazeteyi okuyorsun, çocukların hangi okula gidiyor? Yurt dışı seyahati yaptın mı?’ gibi sorular. 20 yıl önce gittiğim dershane soruldu.
Tamamen özel hayatınızla ilgili kalıp sorular…
26 hâkim ve savcı ile alakalı tek delil bir Emniyet yazısıydı. Biz hâkime sorduk,“Bu yazının içeriğini öğrenebilir miyiz” diye. Cep telefonu ile bir yerlerle yazıştı. Cevap gelmeyince ara verip gitti. 45 dk sonra, bu yazının bizle alakalı olmadığını, bu sebeple açıklanmasına gerek olmadığını söyledi. Ancak buna rağmen dosyadaki tek delilin bizimle alakası olmadığı söylemesine rağmen 26 hâkim ve savcı tutuklandı maalesef. Cezaevine gittik. Tutukluluğa itiraz ettik. Normalde 24 saat içinde cevap verilmesi lazımdı. Ama 6 ay sonra cevap verildi. Resmen cezaevinde unutulduk. Ben yazı yazıyordum: ‘Unutulduk mu?’ diye. Böyle baştan savma işler yapılıyordu.
Herhangi bir kötü muamele gördünüz mü?
Bize darp türü bir muamele olmadı. Ancak bizden sonrakilere yapıldığını duydum. İzmit’te, Diyarbakır’da, Denizli’de, Ankara’da çok kötü işkencelere maruz kalınmış. Şikayet dilekçeleri ile bizzat işkenceye tanık olanları gördüm, dinledim. Bizzat tanık olan insanlar var.
Ne kadar tutuklu kaldınız?
15 ay tutuklu kaldım. Mahkemede 6 yıl 3 ay cezaya çarptırıp hükümle birlikte tahliyeme karar verildi. Komik olanı; duruşmada 6 yıl 3 ay denildiği halde, sonradan bize tebliğ edilen kararda 7 yıl 6 ay yazılı olduğunu gördüm. Duruşma SEGBİS sistemiyle yapıldığı için çok rahat bu durum tespit edilebilir. 9 Ekim 2017 tarihinde tahliye oldum. Ceza alma nedenim YARSAV üyesi olmak, 2006 yılında dini bir sohbete gitmek, bir de HSYK seçimlerini izlemek.
Bylock iddiası vardı, ancak baştan beri buna itiraz ettiğim halde ne dinlendi, ne de araştırıldı. Yaptığım tüm talepler reddediliyordu. İsnat var ama kendimi savunmama bile müsaade edilmedi. Ben hapisteyken Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundum: ‘Bu darbe önlenebilirdi, bu kadar insan ölmeyebilirdi’ diye. ‘Yetkililerin yüzlerce insanın akan kanında sorumluluğu var’ diye. Hakan Fidan ve Hulusi Akar hakkında suç duyurusunda bulundum. O zamana kadar Bylock iddiası yoktu.
Suç duyurumun hemen ardından beni çağırdılar ve hakkımda Bylock iddiası olduğu söylendi. Liste ellerinde istedikleri gibi eksiltme ve çıkarma yapıyorlar. Bugün Kemal Kılıçdaroğlu, AYM başkanı hakkında bile Bylock iddiası olsa bunun aksini ispatlayacak bir merci yok maalesef. Çünkü Bylock imaj belgesini, CMK 134’ün açık emrine rağmen bizlere vermedikleri gibi bu belgeleri sır gibi gizli tutuyorlar.
Mahkeme safhası nasıldı?
İlk duruşmada çok komik şeyler oldu. Ben hakkımdaki suçları öğrenmek istedim. Normalde yargıcın lehimde ve aleyhimde olan delilleri toplaması gerekir. Ama hemen sonucun açıklanmasına gidilmek istendi. Ben itiraz edince dosyam bana gösterildi ve inanın saçma sapan suçlamalarla doluydu. 12 yıl önce bir sohbete gitmişim, şu gazeteyi okumuşum gibi abuk-subuk suçlamalar.
Kural olarak savcı sizin suçlu olduğunuzu kanıtlamak zorunda. Aksi kanıtlanıncaya kadar herkesin masum olduğu anayasal bir ilkedir. (AY md.38 – AİHS md.6) Ne var ki bu süreçte ‘suçluluk karinesi’ egemendi, ve biz masum olduğumuzu kanıtlamaya çalışıyorduk. Ona rağmen bununla ilgili tüm taleplerim reddedildi ve hakkımda 6 yıl 3 ay ceza verilmesi istendi ama gerekçeli kararda 7 yıl 6 aya çıkarıldığını gördüm.
Hâkimin duruşmada verdiği cezanın ben yokken arttırıldığını görüyorum. Gerçekten çok komik ve anlamsız şeyler bunlar. Avukatlara da zabıt verilmedi. Maalesef yargının, maddi gerçeğin ortaya çıkarılması için çalışmadığını gördüm bu süreçte. Tüm bunları itiraz olarak öne sürdüğüm halde İstinaf hiçbirini incelemeden ceza kararını onadı. ‘Ülkede zerre miktar hukuk kaldıysa benim kararım mutlaka bozulur’ diyordum. 27 ayrı fahiş usul hatası bulunan kararım onandığına göre demek hukukun zerresi bile kalmamıştı. Sadece formalite icabı bir yargılama yapılıyor.
Eski bir yargıç olarak yargılanma sürecinizin röntgenini çekseniz neler görürüz?
Öncelikle suç ve cezalar kanunlarda bellidir. Hukuk fakültesi birinci sınıf öğrencilerine anlatılan bir şey var, ‘Kanunsuz suç ve ceza olmaz’ diye. Hakkımda en ufak bir ihbar, suçlama, şikâyet dilekçesi olmadan gözaltına alındım. İsnat, yani somut olarak suçlamanın ne olduğu 8 ay boyunca bana bildirilmedi. Yargılama yapılırken darbe ve terör iftirasıyla yargılandık. Gerçekten sözünü ettikleri gibi bir terör eylemimin olup olmadığı araştırılmadı. İleri bile sürülmedi. İtirazlarımızın hiçbiri dikkate alınmadı.
Özel hayatımızdaki, mesela devlet memurunun saat 5’ten sonra ne yaptığı kimseyi ilgilendirmez. Kişi isterse bara gider, isterse kahvehaneye gider, isterse maça gider, bu onun özel hayatıdır. Kişilerin özel hayatının suç teşkil etmedikçe dokunulmazlığı vardır. Bize suç uyduramadıkları gibi bizim özel hayatımızla, din ve vicdan hürriyeti kapsamında kalan, mesela benim okuduğum gazete, benim sosyal medyadaki görüşlerim, seçimlerdeki demokratik tercihlerim, dernek üyeliklerim gibi özel hayatımla ilgili anayasal haklar suçlama konusu yapıldı.
Anayasanın bana tanıdığı haklar, garip bir şekilde terör suçu addedildi. Terör suçu tanımıyla uzaktan yakından alakası olmayan suçlar uyduruldu. Sanki mevzuattaki yasalar değil de gizli bir ‘kırmızı kitap’ mı artık bilmiyorum siyasi kriterler esas alınarak yargılamalar yapıldı. Hakimlerin hukuk kurallarını değil de başka kriterleri esas alarak soruşturma ve yargılamalar yaptığına tanık oldum.
Mesela, Ergenekon davaları ve Gülen cemaati davalarında farklı uygulamalar mı var?
Evet, Ergenekon’a, Hizbuttahrir’e farklı, Gülen cemaati mensuplarına ise çok farklı uygulama içerisinde olduğunu üzülerek görmekteyim. Açık bir ayrımcılık yapılmaktadır. Bu ayrımcılık alt mahkemelerde olduğu gibi Yatgıtay 16. Ceza Dairesi, 9. Ceza Dairesi ve Anayasa Mahkemesi’nde de çok açık bir şekilde kendini gösteriyor.
Örneğin Kamuoyunda Ergenekon Davası olarak bilinen dava ile ilgili Yargıtay 16.ceza Dairesi’nin verdiği kararda üzerinde durduğu, bozma sebebi yaptığı hiçbir ilkeyi Gülen cemaati ile ilgili davalarda uygulamamaktadır.
Aynı şekilde İŞİD ve PKK zanlılarına ayrı, Gülen cemaati mensuplarına ayrı kriterler uygulamaktadır. Yargıtay 16. Ceza Dairesi, 21.04.2016 T, 2015/4672 E. ve 2016/2330 K. Sayılı Ergenekon Kararı ve Bylock ile ilgili 24.04.2017 tarih ve 2015-3 E. – 2017-3 K.sayılı Bylock ve iki hâkim ile ilgili karar -26.09.2017 tarih ve 2017-16-956, 2017-370 sayılı Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararında bu korkunç çelişkiyi görebilirsiniz. Bununla ilgili 50’den fazla çelişkiyi bir makale konusu etmiştim.
Yani, Balyoz ve Hizbuttahrir davalarında geçerli kabul edilmeyen deliller cemaat davalarında geçerli mi sayıldı?
Evet, Anayasa Mahkemesi, Balyoz ve Hizbuttahrir kararlarında dijital delillerin tek başına delil olamayacağını, suistimale müsait olduklarını, şiddet içermeyen fiillere terör isnat edilemeyeceğini, böyle bir isnatta bulunurken hakimlerin daha dikkatli olması gerektiğini söylediği halde (18.06.2014 tarihli Sencer Başat ve diğerleri ile Balyoz kararı,19.7.2018 tarihli Yılmaz Özçelik – Hizbuttahrir kararı ), MİT’in hakim kararına dayalı olmayan şaibeli ve hukuka aykırı Bylock tespiti için, silahlı terör örgütü üyeliği konusunda yeterli delil olduğunu diyebilmektedir. (Aydın Yavuz ve diğerleri kararı B. No: 2016/22169, 20/6/2017)
Farklı karar verenler olmadı mı, tüm mahkemeler buna uydu mu?
Farklı yönde karar veren hakimler ya görevden el çektirildi, ya da haklarında soruşturma açılarak diğer tüm hakimlere ‘Resmi kabul dışında karar verirseniz, sizin de sonunuz böyle olur’ şeklinde göz dağı verildi. Örnek, ‘Bylock yeterli bir delil değildir’ diyen Antalya ve Gaziantep istinaf mahkemesi başkanları, hakimleri görevden el çektirilerek sürgün edilmiş, 2.4.2017 de gazetecileri tahliye eden İstanbul 25. Ağır Ceza Mahkemesi hakimleri açığa alınarak haklarında soruşturma açılmıştır.
Özetle, maruz kaldığımız bu suçlamalara karşı gidebileceğimiz, hakkımızı arayabileceğimiz tarafsız ve bağımsız bir yargı mercii yok. Normal bir ülkede, yargı mercileri vatandaşları, iktidarın, güç odaklarının, zorbaların zulmünden koruyan merciler iken, bu karanlık süreçte bana eziyet ve zulümlerin büyüğünü yapan bizzat yargı mercileri idi. Hakimler adeta davacı gibi davranıyordu. Bu acımasızlığı ve hukuksuzluğu, birkaç ay önce birlikte çalıştıkları bir meslektaşlarına karşı işliyorlardı.