Hazreti Muhammedsiz bir peygamberler silsilesi ne kadar da garip kalırdı (Aleyhim es-Selam)! Kur’ansız Tevrat, Zebur ve İncil zinciri ne kadar da eksik! Hatimesi konmamış şiir, sözden anlayanı burkar yiğidim! Kubbesi yapılmamış mabed, mimariden anlayanı sarsar! Mevla’nın sözlü vahyi besmele yanında ‘Sadakallahülazim’i de istediği gibi, kudret kaleminin ayetleri de birer hüsn-ü hatime isterler. Hizmetimiz de kudret kaleminin ayetlerinden bir ayettir. Böyle bitmemeli… Böyle bitmeyecek…
Böyle bitmeyecek ama, o beşareti verilmiş hitam-ı misk kahramanlar ister… Bu şiirin son satırlarını yazmak, mutlak ölüme düşerken bile ‘Davam!’ diye kükreyecek yiğitler ister! Bu mabedin kubbesine altın hilali yerleştirmek, sürgünlerde kaybolup gitme tehdidi karşısında “Gözümde ne Cennet sevdası, ne Cehennem korkusu! Gül-ü Muhammedînin rayihasının güneşin doğup battığı her yere ulaştığını görürsem Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur!” diyecek civanmertler ister.
Sen, o olmaya layık büyük bir kamet olduğun için değil mehcûrum, küçük insanlara büyük işleri yaptırmakla kudretinin sonsuzluğunu göstermek Hazreti Kâdir-i Külli Şey’in adetinden olduğu için, kara kuru dallara salkım salkım asmaları takmak O’nun sünnetinden olduğu için gel, gel de alemin kutlu bir doğumun sancılarını çektiği şu dönemde ‘bu yükün altında ezilmeye varım’ de! Gel, muvakkaten ‘Hey gidi koşturduğumuz dünler!’ demeyi bırak, ‘Hay gidi ben, hay gidi boş durduğum şu geçmiş günler!’ deyiver… Deyiver de atıldığın hâristanı yeşertmeye koyul…
HANİ ÇIKMIŞTIN YA KARANLIKLARIN İÇİNDEN…
Hani 1971 hapsinden çıkmıştın ya, gömüldüğü bayırdan bir yiğit kalkar gibi… Bir ağaç bir ormanı taşır gibi yürümüştün ya Ege’nin sokaklarında… Bir dağ sıradağları sırtlanmış gibiydi ya şahlanışın… Yalvarırım o bozgundan güçlenerek kalktığın gibi kalk bu düştüğün badireden; kalk ve gelecek kuşaklara ‘herkesin müdafaadan ümidi kestiği yerde onların taarruzu başlardı,’ destanını okut…
Hani 80’lerin altı yıllık gaybubet karanlığından okullarla, yurtlarla, buluşma ve görüşme fırsatına çevirdiğin vaazlarla çıkmıştın ya, küllerinden dirilmiş Anka gibi alımlı… Hani gözyaşını ab-ı hayat gibi iklimine dökecek genç dimağlar bulabilmek için sokak sokak, cami cami, ev ev dolaştığın günlerdi… Hani bir insan kazanmak için bin insan bin gün binbir güçlüğe katlansa sezadır dediğin günler… Hani karşında zorlukların titrediği günlerdi… Şimdi zorluklar karşısında titreyenlere inat, titre ve kendine gel yeniden; gel de atinin mezarlarımızı demet demet güllerle ziyaret edecek dırahşan çehrelilerine ‘Henien lekum, ey herkesler korkudan köşelerine sinmişken koşanlar! Ey eşleri, çocukları, ciğerpareleri hapisteyken Nam-ı Celîl-i Muhammedî hammallığına devam edenler! Ey yokluk zamanında varlık cilvesi gösterip, kursağından artırdığıyla mazlumun yardımına koşanlar! Helal olsun size! Helal olsun size! Helal olsun size!’ sözlerini söylet!
Hani doksanlarda adı konmamış bir darbeyle savrulmuştu Allah diyen herkes. Hani cinayet üzerine cinayet, hıyanet üzerine hıyanet yaşandığı günlerdi… Şerirler çamur atmayı bırakmış, senin ikliminden beslenmiş herkesi çamur deryalarına atmaya kalkmışlardı… Hani sen, Kutlu Doğum Haftalarıyla, Ebedi Risalet Sempozyumlarıyla, alternatif açılımlarla, Bosna için çarpan yüreklerin stadyumları doldurmalarıyla, üniversitelerle, hastanelerle karşılık vermiştin o sindirme harekatına… Halil İbrahim sofrasını düşmanın otağına serdiğin günlerdi hani… İşte öyle şahlan yeniden! Sancak düştüğü yerden kalkmasın bu defa, mızrak fırlatıldığı yerde dirilsin! Dirilsin de ‘Ölülerden dirileri çıkaran da kim?’ sorusunun cevabını versin halin… Ve senin hikayeni okuyunca ‘Sadakallahulazim’, ‘O Allah doğru söyledi; bu yiğitler de O’na musaddık oldular,’ desin evlad ü iyalin…
BİR KERE DAHA, KERRETEN KE-KERRETE
Sonra unutulası ve utanılası o en uzun, en soğuk, en karanlık Şubat gelmişti iklimimize… Hani kalplerimizin bağırlarımıza sığmaz olduğu günlerdi… Hani üç arkadaş bir araya gelip kitap okuyamadığımız… Kitap ne ki? Kendi kutsalımızı gömmek zorunda bırakıldığımız günlerdi… Hani bin yıl sürecek bir itlaf, bin iftira, bir milyon yalan, bir milyar dolanla karşı karşıya kalmıştık… Kalmıştık da sen, hızını artırarak cevap vermiştin. Taş atıyorlardı, sen koşuyordun; tuzak kuruyorlardı, sen üzerinden atlıyordun; ateş kesilmiştin, alev dokunmuyor, iklimine gelen nar, nura gark oluyordu… Ve biri on yaparak çıkmıştın o badireden…
Şimdi yine kalk! Sırtındaki bu mukaddes yük, senin tarafından taşınmayı, senin onu taşımayı istediğinden daha fazla istiyor! Ve rica ederim ‘Meta nasrullah? — Allah’ın o va’dedilmiş yardımı nerede kaldı?’ deme; ‘Hüna ensarullah! — Allah’ın o en umulmadık zayıf, çaresiz ve kimsesizlerden seçtiği yardımcıları burada!’ de!
Yâ lel-ensâr! Yâ lel-mehcûrîn – Ey zorunlu hicretin muhacirleri! Yâ lel-mescûnîn – Ey hapishaneleri ıslah vazifesiyle toplumsal hastalıklarımızın ifrazat merkezine gönderilmiş olanlar mahkumlar! Yâ lel-müttehemîn – Ey itham olundukları suç kendilerine ifk kadar ağır gelen mağdurlar! Bir defa daha şahlanın! Bir defa daha 11 Mart’ta olduğu gibi; bir defa daha 12 Eylül’de olduğu gibi; kerreten ke-kerrete 28 Şubat…
Bir defa daha şahlanın ki atinin söylenmeleri mukadder ‘radiyallahu anhum ecmain’leri, arkalarına takılacak Yavuzlar, Akınlar, Aliler, Ayşe Bacılar, Melek Anneler ister…