KENT YAZILARI | ALPER ENDER FIRAT
Gençliğimden en çok şiiri özlüyorum. Bir çocukluk arkadaşını özler gibi özlüyorum. Şiire inancımı kaybetmedim ve yine genç olsaydım yeni şiirler ezberlerdim.
İlk gençlik yıllarımda Bornova sokaklarında dolaşırken, Ege Üniversitesi’nden çıkıp Ata Durağı’na, hükümet meydanına, oradan Fidanlık Camii’ne doğru yürürken şiir mırıldanırdım.
Bir yağmur bilirdim bir de kaldırım. Biri damla damla alnıma düşerdi, diğerinde durup göğe bakardım. Ne şehir ne deniz kokan gemiler, bir yağmur bilirdim bir de kaldırım. Bornova’nın hiç bitmez rüzgarları ve hiç dinmez yağmurları vardı.
Şairlerin şiirlerine ihanet ettiği bu zamanda hâlâ şiir yazılıyor mu bilemiyorum. Şiire inanan kaldı mı farkında değilim. Artık şiir ezberlemiyor olmam, belki de yaşlanmaktan değil, şairlerin ihanetinin bendeki hayal kırıklıklarından kaynaklanıyor.
Sezai Karakoç öldü, arkasından tek bir kelime yazamadım. Oysa tüm şiirlerini ezbere bilirdim ama fark ettim ki şairine gönlüm çok kırılmış, ölümünden sonra daha iyi anladım.
Yaşayan şairlerin neredeyse hepsi şiirlerine ihanet etti.
“Eviniz Dar’üs Selam, arabanız Ford Granada…
De bana cami kapıları niçin açık?
Ara sıra tapınmak için mi?
Siyah bir cübbeye sığar mı Tanrı?
Ya buyrukları?..
Bu yeni dini size kim indirdi.”
Diyordu “Siga sözleri”nde şair ve ben şehrin sokaklarında bu şiiri, sadece mırıldanmıyor damarlarımda da dolaştırıyordum. Yıllar sonra bunu yazan şairin AKP’de hala aktif siyaset yaptığını duyunca şiire inancım bir kere daha bitti. Adam 30 küsur yıl önce bugünün AKP’sini yazmış ama gidip kendisi de yerin dibine batırdıkları gibi olmuş.
Şiire kırgın olsam da o Bornova sokaklarını çok özlüyorum. En ucuz ama en muhteşem kahvaltıyı yani Gevrek, peynir ve çayı. Çerezci Mustafa’nın yerinde kahve içmeyi. Mühendislerle ettiğimiz kavgaların da tadı damağımda, öylece duruyor. Yeryüzündeki her şeyi sayılar ve formüllerle izah eden, soruya mutlaka cevap veren ve bu yüzden kafasında hiç soru olmayan mühendislerle. Bir Bornovalı mühendislik öğrencisinin kafasında soru olmasıyla çivi olması arasında fark yoktu. Zihninde soru işaretleriyle yaşamak kafasında çiviyle yaşamaktan farksızdı. Bu nedenle mühendisler her şeyin cevabını bulurlardı. Mesela bir insanın neden maviyi ya da turuncuyu sevdiği, neden maydanoz sevmediği sorularının bile mutlaka cevaplanması gerekirdi. İyi insan, hatta iyi şakirt nasıl olur sorusuna çok net cevapları vardı. Bunların hepsini formülize etmişlerdi.
Ama biz insanın kafasında nasıl soru olmaz bunu anlayamazdık. Hayatı nasıl bu kadar net yaşayabildiklerini de. Bize göre insan bir meçhuldü, belirsiz, müphem, değişken ve asla formülize edilemezdi. Bizim okulda hocalar ısrarla sosyal olayların formüle edilemeyeceği sözüyle derse başlarlardı.
Bugün bazı siyaset, sosyoloji profesörlerinin, cemaatte pek çok şeyin sayılara indirgendiği eleştirisini yapıp, sosyal olayların rakamlarla açıklanamayacağı sözlerini okuyunca “günaydın” dedim içimden. 35 yıl sonra bu tespiti yapmak için profesör olmayı beklemeye gerek var mıydı bilemiyorum. Biz Bornova’da bu tartışmaları 80’li yıllarda hem de 20’li yaşlarımızın başında, üniversite öğrencisiyken yapmış, konuyu kendimizce çözümleyip bir kenara koymuştuk.
Mühendisler eylem adamıydı, biz sosyal bilimciler hayatını söz ve laf ebeliğiyle geçirirken onlar sürekli olarak üretiyor ve ilerliyorlardı. Taş üstüne taş konabilmesi, ortaya bir şeyler çıkarılabilmesi için mühendis olmak gerekiyordu. Her biri dahi düzeyinde zeki bu arkadaşların büyük kısmı akademisyen oldu ve üniversitelerde çok başarılı çalışmalara imza attılar. Ama maalesef 15 Temmuz’dan sonra ya tutuklandılar ya da ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar.
Bir gün yeniden Bornovalı, özellikle de mühendis arkadaşlarla buluşur, 80’li yılları yad eder miyiz, o yıllardaki tartışmalarımızı, konuşmalarımızı, muhabbetimizi yineler miyiz bilemiyorum ama bu gurbet elde o günleri çok özlüyorum.
90’lı yılların sonlarına doğru Aksiyon Dergisi’nde çalışırken bir gün İstanbul’dan gelip Bornova Sokakları’na öylece dalmıştık. Benim yanımda daha önce Bornova’yı hiç görmemiş iki de misafirim Cemal ve Osman vardı. “Burası mı” demişti. “Yere göğe sığdıramadığın, anlatmaktan bıkıp usanmadığın Bornova burası mı? Normal bir memleketim yerleşkesinden başka bir şey yok, kusura bakma ama bu kadar anlatmana değecek hiçbir şey göremedik.”
Haklıydılar belki, onların burada hiçbir yaşanmışlığı, hiçbir anısı yoktu. Hatırası olmayan yer elbette bina ve betondan ibaretti. “Öyleyse durun” dedim “şiir okuyalım”. Şiirler belki Bornova’nın gizemli dehlizlerine sizi de alır.
“Bu kirazı kim yer, kim satar,
Hangi savaştan arta kalmış bu çocuklar.
Gözlerinde gök sancısı
İçlerinde okyanus uğultusu,
Uzun mızraklarla yararak karanlığı
Gelip dayandılar şehrin sivrilmiş tırnaklarına
Çarpık dudaklarıyla kırpılmış saçlarıyla
Soyguna uğramış yüzleriyle
Barbar ellerin işgal ettiği, sonra terk ettiği
Harabe kadınlar… Gidip gidip gelirlerdi camekanlı çarşıda
Bu kirazı kim yer kim satar, hangi savaştan arta kalmış bu çocuklar…”
Sonra başka bir şiir daha, başka bir daha.. Onları bilmem ama ben yeniden girdim o tılsımlı ülkeye. Bornova benim için yeniden anlatmakla bitmez bir hikayeye dönüştü. Osman haklı değildi, Bornova’yla ilgili bütün anlattıklarım doğruydu hatta eksikti.
Hangi şiir iyidir işin doğrusu bilmiyorum. Hangi şair nerede nasıl itibarlıdır ondan da haberim yok. Ama Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, Arif Ay, “Erciyes’te kar diyorum bu akşam/Benim kadar terk edilmiş değildir” diyen Yahya Akengin gibi nice şairden, şiirler vardı ezberimde..
O yıllarda Turgut Uyar’a, Edip Cansever’e, İlhan Berk’e hatta Cemal Süreya’ya bigane kalmışlığıma çok yanarım. Oysa ne güzel şiirler kaçırmışım, yaşlanınca anladım, yazık oldu bana, yazık oldu gençliğime. Bunları ıskalarken Necip Fazıl’a bu kadar vakit ayırdığıma da yok hayıflandım.
Yahya Kemal iyi bir şair midir? İyi şiirden anlayanlar onun şiirlerini beğenirler mi bilmiyorum ama lise yıllarımda neredeyse bütün şiirlerini ezberlemekten büyük keyif alırdım. Biraz da Faruk Nafiz’in şiirlerini. Aslında o yıllar bu şairlerin şiirlerini ezberlemeyenleri dövüyorlardı ama ben dövülmemek için değil sevdiğim için ezberliyordum. Hele o “Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum” dizesi, ilerleyen yıllarda bütün balkan coğrafyasını adım adım, şehir şehir, kasaba kasaba dolanmama sebep olmuştu.
Ama bugün şiire, özellikle de şairleri yaşayan şiire karşı büyük hayal kırıklığı yaşıyorum.
Yine de bugün Bornova sokaklarında dolaşabilseydim ve yine şiir ezberleyebilseydim Adnan Yücel’i ezberlerdim.
“Bir inancın yüceliğinde buldum seni
Bir kavganın güzelliğinde sevdim,
Bin kez budadılar körpe dallarımızı,
Bin kez kırdılar…
Yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz..
Bin kez korkuya boğdular zamanı,
Bin kez ölümlediler..
Yine doğumdayız işte yine sevinçteyiz.
Bitmedi daha sürüyor o kavga
Ve sürecek…
Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek.”
Üstâd, yazınızdan mühendisler şiirden anlamaz diye bir mânâ çıkardım. Bir mühendis olarak yazınızdaki hatıraları tedai eden bir şiiri bizler adına zat-ı âlinize arz ediyorum.
Bugün Dünü Andım
Bugün, dünü andım.
Bahar hazân olmuş.
Mahşer günü sandım.
Yerle yeksân olmuş.
Yollar kar, buz, ıssız.
Kervan nâçar olmuş.
Mâhir, yavuz hırsız.
Yalan saçar olmuş.
Mektep mehcûr, metrûk .
Hanlar harâb olmuş.
Hubân mahkûr , buruk.
Bahçe turâb olmuş.
Toprak kurak, çorak.
Diken biter olmuş.
Testi kırık, çatlak.
Sular heder olmuş.
Dostu satmış nâdan.
Gönül kanar olmuş.
Derde batmış merdân .
Meydan pazar olmuş.
Mey’ûs olma aman.
Yûnûs, hasat olmuş.
Kimdir dane, saman.
Bilmek fırsat olmuş.
Eylül 2017
Muhterem yazar, kaleminize ve zihninize sağlık. Bu yazınız ile daha iyi anladım ki siz bu dönem için birkaç gömlek fazlasınız. Osmanlı’nın en ‘güçlü’ zamanlarında Cemberlitaş’tan Sultanahmet’e giden o yoldaki mekanlarda insanlar, döneminin en güzel divan şiiri örneklerini okuyup paylaşıp üzerine degerlendirmeler yaparken siirin İstanbul’a nereden geldiğini, nasıl ulaştığını, kimin yazdığını vs. tartışırlarmış. İnşallah sanatla şiirle edebiyatla öylesine hemhal olacak güzel zamanlar gelecek. O zamanlar bize lazımsınız.