YORUM | NİYAZİ SANLI
İlk defa gittiğiniz yabancı bir ülkede size en çok yardım eden ve sizinle en çok ilgilenen kişinin o ülkenin istihbarat servisinin bölge yöneticisi olduğunu öğrendiğinizde ne yapardınız?
Ben öğrendim ve romanını yazmaya karar verdim. 1992 yılında Kırgızistan’a öğretmen olarak gitmiştim. Bıyıklarım henüz terlemişti. Benimle beraber oraya gelen diğer arkadaşlarım da çok gençti ve hiçbirimiz daha önce başka bir yerde öğretmenlik yapmamıştık ama içimizde büyük bir heyecan vardı. Harp okulundan yeni mezun olan bir teğmenin kendini genelkurmay başkanı zannetmesi gibi bir hal, diyebilirim…
Üç aylık tadilat ve tamirat süreci sona gelmiş ve okulun eğitime başlayacağı tarih velilere duyurulmuştu. O gün gelip çattığında, bir gün öncesinde, okulu tamir eden inşaat şirketinin işçilerinden hiçbiri gelmedi. İnşaat molozlarının temizlenmesi gerekiyordu. Bütün öğretmenler ve belletmenler sabaha kadar okulu temizledik ve sabah üzerimizi değiştirip eğitime başladık.
Aradan birkaç ay geçti veya geçmedi, tam hatırlayamıyorum; çok uzun zaman oldu; velilerle bir şekilde irtibata geçmek, toplumun içine girmek, insanları tanımak ve doğru bir rehberlik yapabilmek için ev ziyaretleri yapmaya karar verdik ve bunu velilere duyurduk. Bizi ilk davet eden kişi Afganistan’da Sovyet ordusunda görev yapmış biriydi. Bu bilgiyi yıllar sonra onun KGB’de çalıştığını öğrendiğimde ve romanını yazmaya karar verdiğimde öğrendim. Sonra da aynı zamanda öğrencim olan oğluna sorduğumda bana “Böyle bir bilgiden haberim yok.” demişti ve işin doğrusu şaşırmıştım. O günkü veli ziyaretimiz çok verimli geçti ve kendimize güvenimiz geldi. Zira bizi çok iyi ağırladılar ve bize çok ama çok iyi davrandılar. Bu mevzu az önce de bahsettiğim gibi bir kitabın konusu ama son olarak şu notu veya itirafı kaydedeyim: Biz sizi adım adım, aldığınız nefese kadar takip ettik. Eğer ülkemize zarar verecek bir düşünce ve davranışınızı tespit etseydik okulu kapatıp sizi gönderecektik.
Her gün herkes için sıradan bir gün müdür yoksa her günün herkes için özel bir anlamı var mıdır; tartışılabilir. Ama bir insan topluluğu vardı ki onlar için “o gün” ve “orada olmak” hayatları boyu unutmayacakları zaman ve mekânlardı. Bir kelebeğin kanat çırparak meydana getirdiği rüzgârın tüm dünyaya dalga dalga yayılması gibi oradakilerin ilk adımları bir “varoluş” hikâyesinin ilk adımıydı.
Herkesin yüzünde bir sevinç, yüreğinde bir heyecan vardı. Bunaltıcı İzmir sıcağının gömlekleri tene yapıştıran nemini hissetmiyorlardı. Beş katlı binanın beşinci katında tarihin akışını değiştirebilecek bir kur’a çekimi vardı. Yaklaşık kırk kişi vardı yakıcı İzmir sıcağında o balkonda… Karşı tepelerden ılık rüzgârlar kalplerden kalplere derin duygular ve insibağın esintilerini taşıyordu. Bir koltukta sırtında cübbesi ve başında namaz takkesi bulunan Hoca Efendi o gün hayatının en mütebessim ve neşeli günlerinden birindeydi. O hüzün ve gözyaşı abidesi gözyaşlarıyla büyüttüğü fidanların çiçek açtığını ve çiçeklerin meyveye dönüştüğünü görmenin huzuru içindeydi.
Kısa boylu, kafasının yarısı saçsız ve parlak, nur yüzlü, hafif sarışın ve şişman, burnu yüzüne nispeten büyük duran Said Bey’in “Hocam, hazırız!” demesiyle Hoca Efendi namaz takkesini çıkardı ve önündeki sehpaya koydu. Önceden küçük kâğıtlara yazılan isimler takkenin içine boşaltıldı. Başka bir kutuda ise Orta Asya Türk Cumhuriyetlerindeki bazı şehirlerin isimleri vardı. Said Bey namaz takkesinden bir kâğıt alıp Hoca Efendi’ye verdi. Hoca Efendi ismi okudu. Şehir isimlerinin başında bulunan Mehmet (Yavuzlar) Bey ise kutudan bir kâğıt çekip şehri okudu. Böylelikle kimin hangi şehre gideceği kur’a ile belirleniyordu. Oradaki sevinç, huzur, ötelere ait duygular, heyecan, şevk, aşk, duygu derinliği ve en önemlisi samimiyet eşine az rastlanır bir düzeydeydi. İsmi okunanlardan bazıları Hoca Efendi kâğıdı açıp okumadan “Hocam, benimkisi filanca şehir mi? Ben rüyamda gideceğim yeri gördüm.” diyenler oldu ve rüyalarında gördükleri şehir ile kâğıttan çıkan ismin aynı olduğu orada bulunanlarca işitildi ve görüldü. Tarihe de böyle not düşüldü.
Benim adım okunduğunda “Oş” çıkmıştı bahtıma. Hocaefendi “Hoş” dedi. O günden sonra ve Oş’ta yaşadığım sürece ve ayrıldıktan sonra da “Oş” benim için hep “Hoş” olarak kaldı. Orada pek çok dostlar edindim. İpek yolunun geçtiği bu sıcak şehir, tepesinden şehre bakmaya doyamadığım Süleyman Dağı (Oşlular Süleyman A.S.’nin buraya uğradığına inanıyorlar), orada tanıdığım Resul Badalov; hayatım boyunca en güzel anılarım oldu. Ruhen beslendiğim bir şehir olarak zihnimde ve kalbimde yer etti.
Kur’a çekiminden sonra Hoca Efendi çok kısa birkaç kelam etti hicrete dair. Yüzündeki sevinç ve neşe görülmeye değerdi doğrusu. Hatta birkaç tane şaka bile yaptı o gün.
Kur’a çekimi sonrası küçük bir odada toplanmışlardı. Çoğu itibarıyla o gün orada dünyayı barış adasına döndürecek bir kelebeğin ilk kanat çırpışlarından birini yaptıklarını bilmiyorlardı.
Uzun boylu, esmer, saçlarının ön tarafı dökülmüş, bıyıklı Sadık Bey naif, şefkatli ve samimi bir şekilde söze başladı.
- Arkadaşlar! Size birkaç ikazımız ve tavsiyemiz olacak. Gideceğiniz yer, dağılmış da olsa, bir Demirperde ülkesi. Yeniden toparlanabilir. Perdeler kapanabilir ve siz o perdenin içinde kalabilirsiniz. Polis-ajan devleti olduğu için başınıza ne geleceği konusunda herhangi bir tahminde bulunmak zor. Her şey olabilir. Ona göre kararınızı verin. Vazgeçmek isteyen varsa şimdiden söylesin.
Yaklaşık kırk kişi vardı ve kimse vazgeçmedi. Tam aksine büyük bir heyecan ve sevinçle gitme konusundaki kararlılıkları arttı.
Belki de o gün orada bulunan küçük bir topluluk ileride dünya çapında büyük neticeleri olacak bir işin ilk adımı hükmündeydiler. Ama bunun farkında olup olmadıklarını bilmiyoruz.
Oradakilerin belki bir kaçı müstesna hepsi üniversiteyi o yıl bitiren, bıyıkları yeni terlemiş, bir kısmı hiç traş olmamış gençlerden oluşuyordu. Çoğunun cebinde memleketlerine dönecek otobüs bileti parası ancak vardı.
Hayatım boyunca gurur duyduğun ve bir daha olsa yapar mısın, sorusu sorulsa hiç düşünmeden “Evet” cevabı vereceğim bir olaydı benim için de… Hayatımın en önemli kırılma noktasıydı, diyebilirim. Keşke bir daha olsa bir daha gitsek…
Yaz mevsiminin Amasya’da bahçeleri yeşerttiği, kuşların cıvıldadığı 1992 Haziran’ın ortalarıydı. Sürpriz bir şekilde okulu uzatmadan bitirmiştim. O günün şartlarında tatil olunca Hizmet mensupları memleketine gitmezdi; ya kitap okur ya da öğrencilerle ilgilenirdi. Ben de Amasya’dan ayrılmamıştım. Okulu bitirince ne yapacağım, kaygısı da taşımıyordum. Hizmet edecektim. Ne olursa, neresi olursa… Dünyanın kirine, pasına, tozuna, toprağına bulaşmadığım ve dünya hayali kurmadığım safiyane zamanlarımdı. “Hey gidi günler!”di.
Evde yalnızdım. Balkon kapısından ılık bir rüzgâr ve kuş cıvıltıları geliyordu. Az ötede Yeşilırmak çağıldıyordu. Ev telefonu çaldı. Açtım.
- Nasılsın Niyaziciğim, dedi Kamil Abi şefkatli sesiyle. Birkaç ay aralıklarla uğrayıp bize talebe Hizmetlerinde rehberlik ediyordu. Munis, beyaz tenli, kısa boylu, zayıf; evliya gibi bir adamdı.
- Biliyorsun, yurtdışında okullar açılıyor. Gitmek ister misin, dedi.
Hiç düşünmeden:
- Giderim, dedim.
Birisine sormak, biraz düşünmek; aklıma bile gelmemişti. Kamil Abi’ye itimat ediyordum, Hoca Efendi’ye itimat ediyordum, Hizmet; içinde bulunmaktan şeref duyduğum ve ömrüm boyunca ayrılmayı hayalime bile sokmadığım bir şahs-ı maneviydi benim için.
- O zaman bir hafta sonra İstanbul, Şirinevler’deki Süleyman Şah Yurduna gel, dedi.
Gittim.
Bir ay boyunca Mehmet Doğan abi, o tatlı dili, şefkatli tavırları ve güler yüzü ile bize öğretmenliğe ve dil öğretimine dair tecrübelerini anlattı.
Sonra da gecenin karanlığını aydınlatan ışıklarıyla bir otobüs yolculuğuyla İzmir’e kur’a çekimi için gittik.
Kur’a çekiminden sonra o kadar heyecan ve şevk doluydum ki İzmir’den Oş’a yürüyerek gidebilirdim…
Pasaportumu çıkarıp Kırgızistan’a gitmek üzere İstanbul’a geldim. Bir haftalık bekleyişten sonra yine bir gece vakti, aydınlık bir sabaha uyanmak için uçağa bindim. Tarihler 15 Ağustos 1992’yi gösteriyordu.
Bilet kontrolünden geçmeden Mustafa Abi, bize ilk harçlıklarımızı verdiğinde şaşırmıştım. Biz Hizmet karşılığında para da mı alacaktık ki, sorusunu kendime yönelttiğimi hatırlıyorum.
Uçak havalandığında yüreğimin bir parçasının Türkiye’de kaldığını dün gibi hatırlıyorum. O özlem hiç bitmedi…