YÜKSEL DURGUT | YORUM
“Bir mülteci olmak, evini kaybetmek değildir; bir ev bulma umudunu kaybetmektir.” Mahmud Derviş
Bu sözler, Filistinli şair Mahmud Derviş’in kalbinden dökülen acı dolu bir gerçeği yansıtıyor. Bugün, Orta Doğu’nun kanlı topraklarında yeni bir dram yaşanıyor ve bu sözler, her zamankinden daha fazla anlam kazanıyor.
Arap Baharı’nın üzerinden yıllar geçti. O zamanlar tek adam rejimlerinin ardından yeni bir umut rüzgarları esiyordu. Özgürlük, demokrasi ve insan hakları için ayaklanan halklar, diktatörlükleri devirip yeni bir sayfa açacaklarını düşünüyorlardı.
Ama o bahar, kışa döndü. Umutlar soldu, hayaller yıkıldı ve milyonlarca insan evlerini terk etmek zorunda kaldı. Mülteciler yine yollara düştü. Çaresizliğin, korkunun ve umudun karışımıyla dolu bavullarını sırtlanıp bilinmeze doğru bir daha yürümeye başladılar. Bu sefer rotaları farklı ama hikayeleri aynı.
Şimdi, o kışın ortasında, yeni bir fırtına kopuyor. İsrail’in Lübnan’ı bombalaması, zaten yaralı bir coğrafyayı yeniden kanatmaya başladı. Suriyeli mülteciler ikinci kez mülteci olmak için bir kez daha evlerini terk etmek içinde yollara koyuldular. Ama bu sefer tek fark, yanlarında Lübnanlılar da var.
Sayılar soğuk ve acımasız. 23 Ekim 2024 itibariyle, 1,2 milyondan fazla insan Lübnan’da evlerini terk etmiş durumda. 425 bin kişi Suriye’ye sığınmış. 17 bin Lübnanlı Irak’a kaçmış. Her biri bir hayat, her biri bir hikaye. Ve her biri, yukarıdaki dizelerin umutsuzluğunu yaşıyor.
Bu insanlar şimdi Suriye’ye sığınıyor. Evet, yanlış okumadınız. Suriye’ye. O bir zamanlar kaçtıkları ülkeye şimdi bir sığınmacı olarak geri dönüyorlar. Kader ne garip oyunlar oynuyor. Dün sığınak olan yer bugün cehennem, dün cehennem olan yer bugün sığınak oluyor.
Avrupa ise bu yeni göç dalgasına endişeli gözlerle takip ediyor. Kapılarını kapatmaya, duvarlarını yükseltmeye çalışıyor. Ama bilmiyor ki, umutsuzluk her duvarı aşar, her kapıyı zorlar. 2015’te yaşanan mülteci krizinin tekrarlanmasının korkusu yaşanıyor. O zaman bir milyondan fazla mülteci Avrupa kapılarına dayanmıştı. Şimdi aynı senaryonun yeniden tekrar edilmesinden endişe ediliyor.
Almanya bir zamanlar bir milyon Suriyeli mülteciyi ev sahipliği yapmak için kapılarını açmıştı. O zaman bu, büyük bir insanlık dersi olarak alkışlanmıştı. Suriyeliler Alman ekonomisine katkıda bulunmuş, işgücüne katılmış, tüketimi artırmış ve yaşlanan nüfusa destek olmuştu. Ama şimdi o Almanya bile sınırlarını kontrol etmeye başladı. Korku, en liberal ülkeleri bile muhafazakarlaştırıyor.
AB’nin yeni Göç ve İltica Paktı, insani yardım ile sınır kontrolü arasında bir denge kurmaya çalışıyor. Ama bu denge, bir ip cambazının dengesi kadar hassas ve kırılgan. Bir yandan mültecilere yardım etmek istiyor, diğer yandan kendi sınırlarını ve egemenliğini korumak istiyor. Bu ikilem, AB’nin kendi değerleriyle çeliştiğini ortaya koyuyor.
Mülteciler sadece bir sorun değil, aynı zamanda bir fırsat. Yaşlanan Avrupa’nın genç işgücüne ihtiyacı var. Mülteciler, işgücü piyasasındaki boşlukları doldurabileceği inancı yüksek. Yenilik kültürünü teşvik etmek isteyenlerin yanında karşı çıkanlar da yok değil. Ve yaşlanan nüfusu desteklemek için daha genç bir kitleye ihtiyaçları da var. Ama korku, kapıdaki bu fırsatların görülmesini engelliyor.
Şimdi Avrupa’nın önünde bir seçim var. Ya kapılarını kapatıp kendi değerlerini inkar edecek, ya da bu krizi bir fırsata çevirip daha güçlü, daha çeşitli, daha insani bir toplum inşa edecek. Bu seçim, sadece mültecilerin kaderini değil, Avrupa’nın geleceğini de belirleyecek.
AB’nin bu krizi yönetmek için de atabileceği yeni adımlar var. Yasal göç yolları genişletilebilir, insani vizeler ve esnek çalışma izinleri, göç baskısını hafifletebilir. Lübnan ve komşu ülkelere mali ve lojistik yardım arttırılabilir. Mültecilerin yaşam koşulları bulundukları bölgede iyileştirmek, Avrupa’ya yönelik göç akımlarını bir nebze olsa yavaşlatabilir.
AB ülkeleri arasında daha iyi bir koordinasyon sağlanmalı. Sınır kontrolü ile insani ilkeler arasında bir denge kurulmalı. Bu zor olabilir, ama gerekli. Entegrasyon programları geliştirilmeli. Almanya’nın Suriyeli mültecilerle ilgili başarılı deneyiminden dersler çıkarılmalı.
Son olarak, AB diplomasi ve kalkınma girişimleriyle istikrarsızlığın temel nedenlerini ele almalı. Özellikle İsrail’e karşı güçlü bir diplomatik duruş sergilemeli ve Orta Doğu’daki komşularıyla ilişkilerini güçlendirmeli. AB’nin genellikle küresel sorunlara finansal destek sağlayan ancak aktif siyasi ve stratejik kararlar almaktan kaçınan pozisyonunu koruyordu. Yani uzun zamandır “oyuncu değil parayı bastıran” konumundaydı. Artık bunu değiştirmeli.
Mülteciler Avrupa kapılarına dayandı. Ama aslında dayanan sadece mülteciler değil. Avrupa’nın vicdanı, insanlığı, geleceği de o kapılara dayanıyor. Bu kapıları açmak, sadece mültecileri değil, belki de Avrupa’nın kendi geleceğini de kurtaracak.
“Bir mülteci olmak, ev bulma umudunu kaybetmek midir?” Belki de Avrupa, o umudu yeniden yeşertebilir. Belki de Avrupa, mültecilere sadece bir ev değil, bir gelecek de sunabilir. Ve belki de bu süreçte, kendi geleceğini de güvence altına alabilir.
Bu, kolay bir yol değil. Zorluklar, engeller, dirençler olacak. Tarih insanlığı sadece yaptıklarıyla değil, yapamadıklarıyla da yargılayacak. Şimdi, bu içimizdeki insanlığı gösterme zamanı. Şimdi, Mahmud Derviş’in bahsini ettiği sözlerindeki o umutsuzluğu umuda çevirme zamanı.