Kan parası!

M. NEDİM HAZAR | YORUM

“Danimarka bir hapishanedir!”

Hamlet

Aslında tüm dikta rejimler için geçerlidir. İster olumlu ister olumsuz, bir ülkede yaşanan önemli herhangi bir gelişme sonrasında dikta rejimi önce kısa bir sessizlik dönemi yaşar. Buradaki amaç, yaşanan olayın maddi ya da siyasi olarak nasıl ranta dönüştürüleceğinin fizibilitesinin yapılmasıdır.

Türkiye’de son yıllarda yaşanan önemli herhangi bir olayı alıp, yaşananlara Tayyip Erdoğan perspektifiyle bakın hep aynı şeyi göreceksiniz. Sadece 15 Temmuz’u değil; depremi, cinayetleri, toplu katliamları, İsrail’in saldırılarını, HAMAS’ın ihanetini hep aynı perspektiften görür siyasal İslamcı iktidar.

Böylelikle yaşanan büyük deprem sonrasında da büyük siyasi ve ekonomik rahat elde etmeyi başarır, darbe sonrasında da…

Tekrar ediyorum, yaşanan olayların olumlu ya da olumsuz olması onlar için çok önemli değildir. Bir maden faciasından ya da şehit cenazesinden rant elde edebildikleri gibi, terör dalgasında yüzlerce insanın ölmesinden bile “Oylarımız yükseliyor!” itirafını yapabilecek kadar pervasızdırlar.

Erdoğan’ın gölgesinden ödü kopan Bülent Arınç’ın da söylediği gibi ‘yazı da gelse tura da kazanan hep Erdoğan olur!’

Meselenin bir de manevi boyutu var ama bu yazıda bu derin mevzuya girecek değilim. Yoksa, resmin daha belirginleşmesi adına bu boyutun çok önemli olduğuna inanıyorum.

Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi hayatında geliştirdiği ya da Allah vergisi bir yetenekle sahip olduğu çok önemli bir özelliği daha var; gücü eline geçirdikten sonra hiçbir yasa dışı faaliyete engel olmamak!

Önce kanunsuzluğun, hatta suçun işlenmesine izin verip, ardından, “Ama bu yaptığınız suç ve bunun bir cezası var!” diyerek kişisel rant elde etmek. Devasa AVM’lere, koca koca gökdelenli sitelere çöktüğünü bu ülkede yaşayan ortalama her vatandaş çok iyi biliyor. Ülkenin en büyük holdinglerinden birinin boğaza nazır yaptığı ultra lüks AVM ve gökdelenlere bu şekilde izin verip, sonradan bir gökdelene tümden çöktüğü hala konuşulur. 

Sadece büyük çaplı işlerde değil, basit bir bahçe işinde bile aynı taktiği kullandığını Erdoğan’a yakın olan herkes bilir. Kısıklı’da birer birer ele geçirdiği villaların tamamının hikayesi böyledir. Ya bahçe düzenlemesine ya kaçak kata, ek binaya önce görmezden gelerek yol verip, ardından buralara çöktüğü dillere destandır.

Erdoğan’ın yolsuzluklarını yazan çizen epey cesur gazeteci var. Onların alanına girmek gibi bir niyetim de yok elbette. Ancak, bir başka meseleyi daha yukarıdakilere ekleyerek esas meramıma geçeceğim.

Erdoğan ve iktidardaki çevresinin, haram yolla elde ettiği varlığı yurt dışına çıkarmanın en önemli yöntemlerinden birinin, özellikle Arap aleminde kurduğu paravan şirketler olduğuna inanıyorum. Başta Katar olmak üzere pek çok Arap ülkesinde açılan paravan holdingler, kaçırılan paraları Türkiye’ye yatırım yapıyor gibi göstererek tekrar yasal dolaşıma sokuyorlar. Maç yayınlarından, liman işletmelerine kadar bir dolu böyle şirketin olduğu da bir gerçek.

Şimdi, yukarıdaki tüm maddeleri içinde göreceğimiz bir olayı aktaracağım size. Suudi kraliyet ailesine muhalif gazeteci Cemal Kaşıkçı, 2 Ekim 2018’de İstanbul’daki Suudi Arabistan Konsolosluğu’na evlilik için gerekli belgeleri almaya girdi. Kapıda nişanlısı Hatice Cengiz bekliyordu.

Sonradan pek çok haber bülteni şöyle yazacaktı: “Saatler geçip de Kaşıkçı çıkmayınca, Cengiz telaşlandı ve Yasin Aktay başta olmak üzere birçok kişiye haber verdi, oradan da Cumhurbaşkanlığı’na haber gitti.”

Oysa olay başkaydı. Kaşıkçı’nın bileğinde akıllı saat vasıtasıyla içeride olup biteni dışarıdaki nişanlısı saniye saniye işitmiş, üstelik kaydetmişti. İçerde korkunç şeyler olmuştu. Cengiz, ilk aklına geleni yaptı ve Saray’a yakın olarak bildiği en samimi kişiyi aradı. Bu kişi, Cumhurbaşkanı’nın danışmanlığını yapıyordu. Ve saray hiç beklemediği anda, yeni bir rant imkanı doğduğunu çok geçmeden fark etti.

Haberler gerçeği yansıtmasa da, bir gazetecinin Arabistan konsolosluğunda kaybolduğu tek doğru olan kısımdı ve başta Amerika olmak üzere özgür ülkelerin çoğunda dikkatler Türkiye’ye çevrildi. Ve elbette Arabistan’a…

Riyad, Kaşıkçı’nın konsolosluktan birkaç saat içinde çıktığını savunurken, ortadan kaybolan Kaşıkçı’nın başına ne geldiğini, dünya, Türkiye Cumhurbaşkanlığı’nın elindeki istihbarat bilgilerinden, uluslararası ve zaman zaman da yerel basına sızdırdığı haberlerden yavaş yavaş öğreniyordu. Bu tür kâr kokusu gelen her işte olduğu gibi olayla bizzat cumhurbaşkanı ilgilenmeye başladı.

Araplar işi örtmeye kalkışınca Saray ilk hamlesini yaptı. Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın ölüm emrini verdiğini, Kaşıkçı’nın konsolosluk binasında öldürüldüğünü ve bedeninin parçalara ayrılarak yok edildiğini, sorumluların cinayet sonrası ülkeden nasıl ayrıldığını dünyayla paylaştı.

Dünyanın takip ettiği ve beklediği kanıtlar ve bilgiler belli aralıklarla basınla isimsiz şekilde paylaşıldı, Birleşmiş Milletler, CIA ve bazı insan hakları örgütlerinin raportörlerine de iletildi. Emri Selman’ın verdiği bilgisi de BM ve CIA raporlarında yer aldı. National Intelligence direktörü Avril Haines hazırladığı 4 sayfalık raporda oluyun sorumlularını teker teker yazmıştı. (Rapor şurada)

Öyle ki, bir süre sonra Riyad da ilk yaptığı açıklamayı düzeltmek zorunda kaldı ve olaydan yaklaşık 20 gün sonra Kaşıkçı’nın, ‘konsolosluk içinde yumruklu bir kavgada öldüğünü’ savundu.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, cinayetle ilgili ilk detaylı açıklamasını olaydan üç hafta sonra AKP’nin TBMM’deki grup toplantısında yaptı. Erdoğan, bu konuşmada isim vermeden sorumluluk konusunda Muhammed bin Selman’ı işaret etti. O konuşmada ellerine gelen verileri detaylı şekilde anlatıp cinayetin planlı olduğu sonucuna vardıklarını söyleyen Erdoğan, “Unutulmamalıdır ki bu cinayet Türkiye toprakları içinde gerçekleşti. Kimse bu meselenin kapatılacağını aklından dahi geçirmesin.” dedi.

Bu düpedüz şu anlama geliyordu: “Kucağımıza fena düştünüz, bu işten ucuz sıyrılamazsınız!”

Aynı dönemde Suudi Arabistan’ın Katar’a uyguladığı ambargo sürüyor; Türkiye Katar’ın bölgedeki en büyük destekçisi olmaya devam ediyordu. Erdoğan, bir yandan cinayet emrinin “en üst düzeyden geldiğini” söyleyerek ülkenin de fiili yöneticisi Prens Muhammed bin Selman’ı işaret ediyor, bir yandan da Kral Selman’ın olayla hiçbir bağlantısı olmadığına inandığını açıkça söylüyordu.

Erdoğan artık pazarlığı başlatabilirdi. Kral Selman’la Erdoğan arasında bir telefon trafiği de sürüyordu. İhtimal ki bu pazarlıklardan haberi olmayan Hatice Cengiz ise Erdoğan’ın tavrı karşısında, “Nişanlımın katillerinin davasında adaletin yerini bulacağı konusunda önce Allah’a sonra size güveniyorum. Türkiye’nin evladı olduğu için gurur duyuyorum.” sözleriyle minnettarlığını dile getirdi.

Erdoğan, MİT’e detaylı bir rapor hazırlatmıştı. Eli güçlüydü yani.

Türk yetkililerin sızdırdığı haberlere göre Kaşıkçı, 28 Eylül’de konsolosluğa giderek belgeler için başvurdu. Kendisine 2 Ekim’de tekrar gelmesini söylediler. 1 Ekim’de Suudi Arabistan’dan istihbaratçılar ve Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın danışmanlarının da olduğu bir ekip İstanbul’a indi. Ekibin üyeleri Kaşıkçı’nın öldürüldüğü günün hemen ardından farklı uçaklarla Türkiye’den ayrıldı. Diplomatik dokunulmazlıkları da olan bu Suudi vatandaşlarının bir kısmının çantaları da aranmamıştı ve bu durum da Saray’ın pazarlık masasını açık tuttuğunun kanıtıydı.

Erdoğan’ın bu olayı kapatmak için muhtemelen çok büyük, hatta astronomik bir rakam istediği söylenip durur. Ancak sonraki gelişmelere bakılacak olursa, Araplar önceleri kesilen cezaya pek yanaşmadılar. Erdoğan’ı da günahları kadar bile sevmiyorlardı ama kuyruğu fena kaptırmışlardı bir kere.

Kaşıkçı’ya ne olduğuna dair kanıt aramak için konsolosluğa girmek isteyen Türk polisine önce izin verilmedi. 15 Ekim’de ise Türk ve Suudi ekipler konsoloslukta arama yaptı.

 

Bundan birkaç gün sonra Suudi Arabistan, Kaşıkçı’nın yumruklu kavgada öldürüldüğünü doğruladı. Ardından kavga sırasında “boğulmuş olabileceğini” açıkladılar. Ancak Kaşıkçı’nın cenazesinin nerede olduğuna dair bir açıklama yokt. Sadece bir yerel işbirlikçiye cenazenin teslim edildiği belirtiliyordu.

Olayla ilgili Suudi Arabistan’da 18 kişinin tutuklandığı açıklandı.

Araplar bu işi böylelikle ucuz ve kestirme yoldan kapatabileceklerini düşünüyorlardı ama Tayyip Erdoğan’ı ciddiye almamakla ne kadar büyük hata ettiklerini kısa sürede anlayacaklardı. Çünkü Erdoğan eli artırmış ve meseleyi ABD Başkanı Donald Trump’a taşımayı başarmıştı.

Bu da yetmedi para karşılığı Washington Post’ta bir makale bile yazdı Erdoğan. 2 Kasım’da Washington Post’a yazdığı yazıda, “Türkiye, yaşanan olayı tüm yönleriyle aydınlatmak için geçtiğimiz bir aylık süre zarfında elindeki tüm imkanları seferber etti. Bu gayretlerimiz neticesinde, tüm dünya Cemal Kaşıkçı’nın soğukkanlı biçimde bir suikast timi tarafından öldürüldüğünü öğrendi. Cinayetin önceden planlandığı kesin olarak ortaya çıktı.” ifadelerine yer verecekti. (Makale şuracıkta)

Erdoğan aynı yazıda cenazenin nerede olduğunu soruyor, emrin Suudi hükümetinin en üst makamlarından geldiğini belirtiyor ve “Biz, hem Türkiye’de devam eden kriminal soruşturma hem de Cemal’in ailesi ve sevdikleri için büyük önem taşıyan bu soruları sormaya devam edeceğiz.” diyordu.

Bunun büyük bir palavra olduğunu Suudiler de, Erdoğan da çok iyi biliyordu ama artık pazarlık çok ciddi bir hal almıştı.

Türkiye’den sızdırılan haberler ve belgeler, 15 Kasım’da Suudi Arabistan başsavcı yardımcısı Shalaan al Shalaan’ın, “Kaşıkçı’yı öldürme emrinin, kendisini ülkeye gerekirse zor kullanarak geri götürmek üzere görevlendirilen ekibin başındaki kişi tarafından verildiğini” açıklamaya itti. Al Shalaan’a göre ekipteki beş kişi suçunu itiraf ediyor, Muhammed bin Selman’ın olayla bir ilgisi olmadığını söylüyordu.

Türkiye ise olayda Veliaht Prens’in rolü olduğuna dair bilgileri sızdırmaya devam ediyordu. Birçok Batılı ülkeden sınırlı da olsa Suudi Arabistan’a yönelik tepkiler gelmeye başlamıştı. 14 Aralık’ta konuyla ilgili konuşan Erdoğan, “Bunun failinin kim olduğu bana göre belli. Biz ses kayıtlarından şunu da öğrendik; gelenlerin içinde şu andaki Veliaht Prens’in en yakınında olanlar bu işin aktif rol üstlenicisi. Aldığı talimatı yerine getirenler orada. İpe un serdiler, bilgiyi İstanbul Başsavcısı’na vermediler. Çünkü fail ortada, bunu biliyorlar. Yardım yataklık yapan da yanında.” dedi. Son cümlesi enteresandı: “Bunlar dünyayı enayi mi zannediyor?”

Ertesi gün cümlelerine kaldığı yerden devam etti Erdoğan, kamuoyu önünde Suudileri pazarlık masasına çekmeye zorluyordu: “Bu millet enayi değil, hesabı sormasını bilir ve tabii dedik ki biz herkese açığız. Suudi Arabistan kayıtları almak istedi, kusura bakmayın o kadar değil. Dinletiriz, gösteririz ama vermeyiz. Verelim de ondan sonra bunları yok mu edeceksiniz?”

Araplar sert kayaya çattıklarını anlamaya başlamışlardı ama yine de ayar sürüyorlardı. Bu esnada Erdoğan artık son hamlelerini yapmaya başladı. İstanbul Başsavcılığı, cinayetle ilgili yürütülen soruşturmada 20 Suudi vatandaşı hakkında “tasarlayarak, canavarca hisle veya eziyet çektirerek kasten öldürme” suçunun şüphelisi olarak kırmızı bülten çıkarılmasını talep etti. İnterpol bu talebi kabul etti ve arama kararı çıkarttı.

Riyad ise 11 suçlunun Ocak 2019’da hakim karşısına çıktığını açıkladı; isimleri kamuoyuyla paylaşmadı. Suudi Arabistan’daki yargı süreciyle ilgili bilinmezlik sürerken Birleşmiş Milletler, Yargısız İnfazlar Özel Raportörü Agnes Callamard’ı bu konuda bir rapor hazırlaması için görevlendirdi. 19 Haziran 2019’da Raportör Callamard’ın 101 sayfalık raporu yayımlandı. Raporda yargı süreciyle ilgili bilgiler de vardı.

Buna göre Suudi Arabistan’da yargılananlar arasında, Türkiye’nin asıl sorumlu olarak gördüğü isimler yoktu. Raporda, “Kaşıkçı, uluslararası hukuka göre Suudi Arabistan’ın sorumlu olduğu, kasten ve taammüden (tasarlayarak) gerçekleşen bir yargısız infazın kurbanı oldu.” ifadeleri yer aldı ve “BM üyesi ülkelerin uygulaması gereken, Kaşıkçı’nın öldürülmesine ilişkin yaptırımlar Veliaht Prens ve onun yurt dışındaki kişisel mal varlıklarını da kapsamalıdır.” denildi.

BM raporu Türkiye’de memnuniyetle karşılandı. Yetkililer ve hükümete yakınlığıyla bilinen medya organları “Raporun Türkiye’nin haklılığını kanıtladığını” belirten açıklamalar yaptı. Prens Selman kıvama gelmeye başlamıştı. Ancak Erdoğan bastığı yerden ayağını çekmiyor, nefes aldırmıyordu Araplara…

İstanbul Başsavcılığı’nın hazırladığı, 20 sanık hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istenen iddianame 11 Nisan 2020’de kabul edildi ve sanıklar firari olduğu için sembolik de olsa Türkiye’de de dava başladı.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, altı yeni şüpheli hakkında 28 Eylül 2020’de ikinci iddianameyi hazırladı. Konsolosluk çalışanı olan sanıklardan ikisinin ağırlaştırılmış müebbet, dördünün ise “suç delillerini yok etme, gizleme veya değiştirme” suçundan beşer yıla kadar hapisle cezalandırılmaları istendi.

Bu sırada Suudi Arabistan’da 11 sanığın yargılandığı dava da Aralık 2019’da sonuçlandı; beş kişiye idam cezası verilirken üç kişi toplam 24 yıl ceza aldı. Üç kişi ise suçsuz bulundu.

Mayıs 2020’de, Muhammed bin Selman’ın da cinayetten sonra Kraliyet Sarayı’na çağırarak görüştüğü Kaşıkçı’nın ailesi, idam cezası verilen hükümlüleri resmen affettiğini açıkladı. Bunun üzerine dosya yeniden açıldı ve aynı yılın Eylül ayında beş kişinin cezası 20’şer yıl hapis cezasına dönüştü.

Erdoğan ömrünü bu tür işlere adamış bir kurt idi, kaçın kurasıydı o, böyle ayak oyunlarına karnı tok idi şüphesiz.

Biraz önce bahsini ettiğimiz Amerikan raporu tam da bu arada hazırlandı ve bu rapor Arapları iyice köşeye sıkıştırmaya yetti. Ancak rüşvet işini çok iyi bile Araplar, yine de Erdoğan’ı by-pass etmeye kararlıydı. Doğrudan Amerika’ya muhatap aldılar ve enteresan bir şekilde Biden yönetimi, cinayette sorumluluğu olduğunu belirttiği 76 Suudi Arabistan vatandaşına yaptırım uyguladığını açıkladı ancak bunların arasında Muhammed bin Selman yoktu.

Biden raporun açıklanmasından saatler önce Suudi Arabistan Kralı Selman’la telefon görüşmesi yapmıştı. Bu sırada 2021’in ocak ayında Suudi Arabistan öncülüğündeki Körfez ülkeleri Katar’la anlaşma imzalamış ve ambargo kalktı.

Erdoğan tepesi iyiden iyiye atmıştı.

Suudi Arabistan, Kaşıkçı cinayetinden sonra resmen olmasa da Türk ürünlerine boykot uyguladı; vatandaşlarına Türkiye’ye gitmemeleri ve Türkiye’den gayrimenkul almamaları çağrıları yapıldı. Türk ihracatçılar da Suudi Arabistan gümrüklerinde kendilerine zorluk çıkarıldığını ve gecikmeler yaşandığını söyledi.

2020’de başlayan Covid-19 pandemisinde yasaklanan Hac ziyaretleri de, Türkiye dahil dört ülke dışında tüm ziyaretçilere açılırken Türk vatandaşlarına yasak olarak kalmaya devam etti.

Türkiye’nin Eylül 2021’de uygulamaya başladığı hızla faiz indirme politikası, pandeminin de etkisiyle Türk ekonomisinde ciddi bir kırılmaya yol açtı. Enflasyon hızla yükselirken Kasım ayında Türk lirası rekor seviyede değer kaybetti.

Erdoğan çare olarak dostu olan Arap şeyhleri arabulucu olarak kullanmaya bu dönemde başladı. Suudi Arabistan’ın bölgedeki müttefiklerinden Birleşik Arap Emirlikleri’nin Veliaht Prensi Şeyh Muhammed bin Zayed Al Nahyan, tam bu tarihte Ankara’yı ziyaret etti.

Türkiye’nin 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimini desteklemekle suçladığı BAE’den bu üst düzey ziyaret, Körfez ülkeleriyle normalleşme için atılan adımların en büyüğü oldu.

Türkiye ile BAE arasında, 9 alanda Türkiye’ye doğrudan yatırım içeren anlaşmalar imzalandı. Türkiye ile BAE arasında yapılan anlaşmalar kapsamında 10 milyar dolarlık bir fon tahsis edildi. Erdoğan, ülkenin batan ekonomisi için bir nefes borusu açmıştı ama bu tür işlerden kişisel kazanç elde etmediği için Selman ile hala hesabı vardı.

Türkiye’de enflasyonun yükseldiği ve TL’deki tarihi değer kaybının devam ettiği bir dönemde, 3 Ocak 2022’de Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) toplantısının çıkışında kendisine, “Sayın Cumhurbaşkanım, Suudi Arabistan’a ihracat çözümünü de bekliyorum.” diye seslenen bir iş insanına, isim vermeden, “Dur bakalım, şu anda Şubat’ta beni bekliyor, söz verdi. Ben de Şubat’ta Suudi Arabistan’a ziyaretimi yapacağım.” cevabını verdi.

Araplar arzu edilen kıvama gelmişti nihayet. Zor olmuştu ama olmuştu işte!

Şubat olmadı ama kısa bir süre sonra Erdoğan’ın Arabistan ziyareti gerçekleşti. Ziyarette iklim sorunundan petrokimyaya, Hacı ziyaretinden turizme pek çok şey konuşulmuştu. Bir tek şey hariç: Kaşıkçı cinayeti!

Bu görüşmeler esnasındaki konu başlıklarından biri de spor, özellikle futbol konusunda yapılacak işbirliğiydi.

31 Mart’taki duruşmada savcı yargılamanın durmasını ve dosyanın Suudi Arabistan makamlarına devrini talep etti. Mahkeme heyeti, savcının talebi hakkında Adalet Bakanlığı’ndan yazılı olarak görüş istenmesine karar verdi.

Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın yanıtı gecikmedi. 2013-2017 arasında da adalet bakanlığı yapmış olan, 29 Ocak’ta yeniden bu göreve getirilen Bozdağ dosyanın Suudi Arabistan’a devri için İstanbul 11’inci Ağır Ceza Mahkemesi’ne olumlu görüş bildireceklerini açıkladı.

Ve 7 Nisan’da, sembolik de olsa Kaşıkçı’nın cinayetiyle ilgili yanıtsız soruları yanıtlaması ve adaleti sağlaması beklenen dava “sanıkların yabancı uyruklu olması nedeniyle yakalama emirlerinin yerine getirilemeyeceği ve ifadelerinin alınamayacağı” gerekçesiyle, cinayet için dava sürecinin çoktan sona erdiği Suudi Arabistan’a devredildi.

Erdoğan belli ki sağlam bir pazarlık yapmış, ülkenin kasasına nefes aldırmış, ayrıca kişisel cüzdanını da kabartmıştı. Yolsuzlukla ilgili araştırma yapan kulisler bu pazarlığın en az 100 milyon dolar (Kişisel rant) etrafında döndüğünü söylüyorlar. Sıkıntı ise bu paranın nasıl bir yolla Erdoğan’a iletileceği idi.

İşte G. Saray-Fenerbahçe maçının Arabistan’da oynanması fikri tam da bu sırada doğdu. FB Başkanı Ali Koç’un da belirttiği gibi Erdoğan’ın emriyle TFF, Araplarla sözleşme yaptığında her iki kulübün de bu anlaşmadan haberi bile yoktu.

Her şey tıkırında gidiyor, Erdoğan’a gelecek olan para sisteme girebiliyordu. Erdoğan’ın özellikle Arap ülkelerinde kurdurduğu paravan şirketler zaten biliniyordu. Bunlardan biri organizasyonu üstlendi.

Ancak hesapta olmayan bir faktör vardı, iki güçlü ve köklü kulübün Cumhuriyetin kazanımı olarak gördükleri Atatürk’ü ön plana çıkarma çabaları… Suudiler, muhtemelen, “Reisinizle anlaştık siz kimsiniz!” gibisinden düşündüler.

Evet onlar için öyle olabilirdi, söz gelimi bir milli mağlubiyette Prens soyunma odasına gidip Suudili futbolcuları falakaya yatırabilirdi ama Türkiye’de Erdoğan’ın tam hakimiyet sağlayamadığı ve ödünün koptuğu tek alandı futbol! Yıllarca yaptığı tüm uğraşlara rağmen kontrol altına alamamıştı ve öyle de oldu. İki kulüp Suudi ilkelliğine rest çekip gerin geri geldiler.

Erdoğan önce havayı koklamak için sessiz kaldı. Ülkenin hassas kalan belki de tek ucu olan Mustafa Kemal Atatürk sinirine dokunmaya cesaret edemedi ve sözcüsü vasıtasıyla, “Atatürk ortak değerimiz!” nevinden açıklama yapmaya mecbur kaldı.

Kan parası olarak aylar hatta yıllarca peşinden koştuğu paranın çöp olmasına elbette izin vermeyecekti ama hesapta olmayan bir iş kazası yaşamıştı. Emin olun şimdi bir şekilde bu mağduriyetini nasıl gidereceğinin hesaplarından geceleri uyuyamıyordur!

 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Dizi yapılacaksa alın size konu. Tam cinayet ve kara para dizisi.Hem yerli hem ulusal hem spor hem siyaset her konu var. Nedim hocam boş durma bir hikaye yazılır bu konuda.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin