Kamudan tasfiyede usuli hakların yok edilmesi

AZİZ KAMİL CAN | YAZI DİZİSİ -3

AİHM’nin ihraç nedeniyle Hamit Pişkin’in yapmış olduğu (Pişkin/Türkiye, 33399/18) başvuruda “Lustration/Arındırma” sorusunu sormasının haklı bir temeli var mıdır?

Önceki yazımızda, hükümetin ihraçlar konusundaki uygulamasını, amacını ve oluşan sonuçları değerlendirmiş ve AİHM’in bu soruyu sorarak mevcut hukuksuzluğa yanlış bir açıdan baktığını ifade etmiştik.

Bu yazıda da kamudan tasfiye yapılırken hukukun temel prensiplerine ne kadar riayet edildiğini belirlemeye çalışacağız.

Anayasa hukukçusu Kemal Gözler’in belirttiği üzere, ülkenin içinde bulunduğu durum her ne olursa olsun, sürecin nasıl işletilebileceğine dair Anayasa’da çizilmiş bir hukuki sınır söz konusudur. Anayasasının 15/2. maddesi çok önemli hak ve ilkelerden oluşan bir çekirdek alan öngörmüştür. Anayasaya göre, bu çekirdek alana, olağanüstü hallerde, hatta savaş halinde bile dokunulamaz.

Mutlak olarak korunması gereken, bu dokunulmaz hak ve ilkelerden üçü şunlardır;

– Kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı suçlanamaz,

– Suç ve cezalar geçmişe yürütülemez,

– Suçluluğu mahkeme kararıyla saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.

Aksi yönde yapılacak düzenlemelerin adı ne olursa olsun iptal davasına konu olarak, mutlak şekilde Anayasa Mahkemesi’nin görev alanına girecektir.

Fakat ne yazık ki Türkiye’de üyelerinin tamamı siyasi irade tarafından atanan Anayasa Mahkemesi ise, önüne gelen bu tür başvuruları reddedeceğini bir basın açıklamasıyla en baştan açıklamıştır. Daha trajik olanı ise; yüksek mahkeme, iki üyesinin Anayasa ve kanunlara ve meslek güvencelerine tamamen aykırı şekilde gözaltına alınıp tutuklanmasına sessiz kaldığı gibi, yine benzer şekildeki bir hukuk cinayetiyle, bu iki üyesinin savunmalarını almaya dahi gerek görmeden ve sadece “sosyal çevre” gerekçesine dayanarak oybirliği ile ihraç etmiştir.

Yüksek mahkemenin bu tutumu, adeta bir “norm” gibi ülke çapında diğer kamu görevlileri için de uygulanmıştır. İhraç edilen kamu görevlilerinden “istisnasız” hiçbirisinin savunması alınmamış ve sadece AYM üyelerinin gerekçesinde olduğu gibi “dedikodu” diye tabir edilebilecek bu ve benzer kriterler ve soyut iddialarla ihraçlarına karar verilmiştir.

Bu noktada önemli bir sorun da, yaptırımın bu kadar ağır olmasına rağmen, bir adli kovuşturma sonucu değil de idari bir karar ile sonuca varılmış olunmasıdır. Şöyle ki;      Polonya’daki temizleme davaları, iç hukukta ceza hukuku kapsamında görülmemesine rağmen AİHM, başvurucuya yöneltilen suçlamanın sözleşme anlamında ceza suçlaması olduğu sonucuna ulaşmıştır.

Mahkemenin bu sonuca ulaşmasında uygulanan muhakeme usulünün, ceza muhakemesine çok yakın olması yanında, işlenen suçun niteliği ve verilen cezanın ağırlığı dikkate alınmıştır. Başvurucular, hapis cezası yatmadığı gibi para cezasına da çarptırılmamaktadırlar. Ne var ki, komünist geçmişi ile ilgili yalan söylediği saptanan kişiler 10 yıla kadar kamu hizmetinde çalışma ve siyasete katılma hakkından mahrum kalmaktadırlar. AİHM’e göre bu unsur, diğer unsurlarla birlikte değerlendirildiğinde başvurucuya yönelik cezai bir isnat olduğu anlamına gelmektedir.

Türkiye’de yaşanan örneklere baktığımızda ise; 15 Temmuz sonra binlerce kamu görevlisinin ihracına neden olan eylem olarak, “Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulu’nca devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olmak” olarak gösterilmektedir.

Söz konusu gerekçede adı geçen “Terör örgütü üyeliği” ceza kanununda ağır bir suç olarak düzenlenmiştir. Bu suç, bir disiplin suçu niteliğinde olmayıp, sadece belirli görevleri yerine getirenler tarafından işlenen değil toplumun her kesimi tarafından işlenebilen bir suçtur. Üyelik, mensubiyet, iltisak veya irtibat eylemlerinden birini gerçekleştiren kişiye uygulanacak yaptırım da Polonya’daki gibi belirli bir yıl ile sınırlı değil; süresiz olarak verildiği için ondan çok daha ağırdır. Ayrıca bu kişilerin toplum içinde “terörist” olarak damgalanıyor olması da, cezanın ağırlığını katlanılamaz boyutlara ulaştırmaktadır ki sırf bu nedenle KHK mağdurlarından 50’den fazla kişi intihar etmiştir.

Yine sözü edilen kamudan arındırma davalarına bakıldığında görüleceği üzere, AİHM muhakemenin ceza muhakemesi usulüne uygun yapılmaması nedeniyle sözleşmenin 6. maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir.  Türkiye’de ise OHAL KHK’leri açısından, değil adil olmayan bir muhakeme, hiçbir muhakeme yapılmaksızın, en ufak bir savunma hakkı verilmeksizin onbinlerce kişi kamu görevinden çıkarılmıştır. Bu durumda, aslında yargılama yapılmaksızın bir ceza mahkumiyetinin tesis edildiği söylenebilir.

Bu durum, yukarıda açıklandığı üzere tek başına Anayasa’nın 15/2 maddesine aykırılık oluşturmaktadır. Aksi hukuken kanıtlanmadan ve de kanıtlanmasına da izin verilmeden bu insanlar suçlu kabul edilmiştir.

Hukuken geçerli bir somut delile dayanmıyor olsa da,  ihraç edilen insanların önemli bir kısmı salt dini bir cemaate üye olmakla suçlanmaktadır. Bu suça(!) delil olarak da 3-4 yıl önceki hepsi devletin izin ve kontrolü altında işleyen bir bankada sadece hesaplarının bulunması veya mesleki bir sendikaya üye olmaları ya da kamu yararına çalışan bir derneğe bağış yapmış olmaları gösteriliyor. Dolayısı ile OHAL bahane edilerek, keyfi şekilde, Anayasa’nın ilgili maddesindeki üç fıkranın da ihlal edildiği anlaşılıyor.

Komünist rejim sonrası kamudan temizleme işlemlerinin hukuk devleti ilkelerine uygun bir şekilde yürütülmesini sağlamak amacıyla AKPM tarafında hazırlanan ve hem AİHM hem de Venedik Komisyonu tarafından esas alınan rehber ilkelere göre; bu işlemler en azından, bu amaçla kurulmuş bağımsız komisyonlar tarafından yürütülmelidir. Komisyon önünde suçlanan kişiye düzgün bir yargılamanın tüm imkanları sunulmalıdır. Bu güvenceler, avukata erişim hakkı, hakkındaki suçlamalara uygun bir şekilde cevap verme, aleyhine gösterilen tüm delilleri görme ve değerlendirme, lehine olan delilleri ileri sürebilme gibi çok çeşitlidir. İnsan Hakları Komiserliği de silahların eşitliği ilkesine uygun bir yargılama yapılması gerekliliğini vurgulamıştır.

Benzer şekilde Türkiye’den AİHM’e onbinlerce başvuru sonrasında, Venedik Komisyonu, hükümete OHAL önlemlerini incelemek üzere ad hoc (özel amaçla, geçici olarak) nitelik taşıyan bir Komisyon kurmasını önermiştir. Ancak Komisyon bu açıklamayı yaparken önemli bir şerh düşmüştür; “Eğer kamu görevlilerinin mahkemeye başvuru haklarının tamamen yeniden devreye sokulması uygulama açısından mevcut koşullarda imkânsızsa!” Bu çok önemli ve üzerinde durulması gereken bir husus olmakla beraber, AYM, Anayasa’nın açık hükmüne rağmen, üstelik bir basın açıklaması ile yüksek mahkeme ciddiyetinden uzak şekilde, başvurularla ilgili yaptığı açıklamada, bu koşulları nasıl kötüye kullanarak önünü kapattığını ortaya koymuştur.

Venedik Komisyonu, tavsiye kararındaki gibi bir organ oluşturulursa, yapının esas amacının; tüm vakıalara “kişiselleştirilmiş bir muamele”yi mümkün kılmak olduğunu belirtmiştir.

Komisyona göre, kurulacak yapının;

– adil yargılanma ilkelerinin temel ilkelerine uygun olması,

– bağımsız ve tarafsız olması,

– görevden alınmış olan kişilere “kendini savunma fırsatı” imkânı tanıması,

– tazminat vermeye yetkili olması gerekir.

OHAL Komisyonu ile ilgili KHK’ya bakıldığında, komisyonun tüm üyelerinin doğrudan veya dolaylı olarak ihraç kararlarını veren siyasi irade tarafından atandığı görülebilmektedir.

Ayrıca ilginç olan başka bir nokta da, Komisyon üyeleri hakkında Başbakanlık tarafından bir soruşturma başlatılmış olması bile görevden alınmaları için yeterli olduğu belirtilmiştir. Böylece 150 bin memurun ihracından sonra, hükümetin “kendileriyle çalışmakta bir beis görmediği” memurlar arasından atanmış üyelerin, siyasi iradenin izni dışında bir karar vermeleri de imkansız hale getirilmiştir.

Komisyon’un tek bir ilde ve sadece 7 üyeden oluşması nedeniyle 100 binin üzerindeki dosyaya bakıp, gerekli araştırmayı yaparak adil bir karara varması en başta fizikken mümkün değildir. Sekretaryası Başbakanlık bürokratları tarafından oluşturulmuş Komisyon’un, Venedik Komisyonu kriterleriyle uyumlu olmaması da ülkede yaşanan durumun vahametini gösteren ayrı bir gerçektir.

Bütün bu usulsüzlüklere bakıldığında, hiçbir hukuksal kaideye uyulmadan kamudan tasfiyenin gerçekleştiği ve birçok temel hakkın ihlal edildiği anlaşılmaktadır ki bu durum da AİHM’in “lustration” sorusunu temelsiz bırakmaktadır.

4.BÖLÜM: HER KADEMEDEN KİŞİ NASIL AYNI SUÇLAMA İLE MUHATAP EDİLDİ?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin