AHMET KURUCAN | YORUM
Bu yazıyı, “Keşke çok daha önce kaleme alsaydım.” diye hayıflandığım son kitabım hakkında düşüncelerimi paylaşmak için yazıyorum.
1988-2000 yılları arasında Türkiye’de yaşadım. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yanındaki talebelik sürecim sona ermiş, hayatın içine karışmıştım.
Vaizdim, Zaman Gazetesi’nde köşe yazarıydım, akademi sayfasından sorumluydum. Hediye olarak gazetenin verdiği kitapların editörlüğünü üstleniyordum. Yayın koordinatörü ve danışmanı olarak görev yapıyordum. Aynı zamanda STV’de ‘Gökkuşağı’ programını hazırlıyordum, Türkiye’nin çeşitli il ve ilçelerinde konferanslar veriyor, zaman zaman yurtdışına çıkıp sohbetlere katılıyordum.
Kısacası, artık hayatın tam ortasındaydım ve bu 12 yıllık süreçte Hocaefendi ile ilişkilerim sıkı bir şekilde devam ediyordu. İşte bu kitap, o dönemde yaşadıklarımdan süzülen hatıraların bir kısmını içeriyor.
Peki, “Kitap artık okuyucusuyla buluştu ve tarihe mal oldu. Neden hâlâ keşke diyorsun?” diye sorabilirsiniz. İki sebebi var.
Birincisi, ölüm… Bir gün hepimizi pençesine alacak kaçınılmaz gerçek. Ya ecel daha erken gelseydi? O zaman Rabbimin huzuruna, bizzat şahit olduğum bu hadiseleri anlatmadan çıkmak zorunda kalacaktım. Oysa bu hatıralar, sadece benim değil, bir cemaatin, bir toplumun ve hatta bir ülkenin değişim ve dönüşüm sürecinde önemli bir yere sahip.
Bunlar benimle birlikte mezara gidemezdi, gitmemeliydi. Bu açıdan baktığımda, içimi kemiren pişmanlığın sızısı bir nebze hafifliyor. Ama yine de “Ya ölüm daha önce gelseydi?” diye düşünmeden edemiyor ve keşke diyorum.
İkinci sebep, yazarken yaşadığım zorluktu. Kitapta anlattığım 1988-2000 yılları, 2013 sonrası devletin Hocaefendi’ye ve Cemaat’e yönelik orantısız saldırılarının çok öncesine ait. Ancak ben bu satırları, her türlü devlet gücünün hoyratça kullanıldığı, cemaatin şeytanlaştırıldığı, hukukun askıya alındığı, medyanın yalanlarla beslediği 2022-2023 yıllarında kaleme aldım. Hafızam ve kalemim o yıllarda gezerken, bedenim ve ruhum bugünün acılarıyla kavruluyordu. Bu ikilem, tarifi imkânsız bir zorluktu.
Bir de okuyucu açısından düşündüğümde… Eğer bu kitabı 2000’li yılların başında yazsaydım, anlattığım hadiseler daha berrak bir zihinle değerlendirilecek, Hocaefendi, hatıralarda bahsi geçen isimler ve Hizmet Hareketi böylesine kirli propagandalara maruz kalmamış olacaktı. Belki de bu hatıralar, hakikatin anlaşılmasında çok daha büyük bir rol oynayacaktı. İşte bu yüzden, kaçırdığım fırsata yanıyor ve “Keşke!” diyorum.
Ancak bu noktada, “Her şeyde bir hayır vardır!” düsturu imdadıma yetişiyor. Mümin, geçmişe kader, geleceğe ise iradesiyle bakar. Bu kitap, sadece birkaç kişinin zihninde yankı bulsa, kirlenen zihinlerin arınmasına ve o yılları bizimle yaşamamış yeni nesillerin meseleyi bütüncül değerlendirmesine vesile olursa, bu bile büyük bir hizmettir.
Aslında bilgisayarın başına kitabımı tanıtmak için oturmuştum. Fihristten yola çıkarak konuları özetlemeyi planlıyordum. Serinin ilk kitabında Hocaefendi’nin ilmi kimliğini ve insani yönlerini merkeze koymuştum; bu kitapta ise Türkiye ve Hizmet Hareketi için dönüm noktası niteliğindeki hadiseleri ele aldım diyecek ve örnekler verecektim. Olmadı. Salmış olduğum kalemim beni başka vadilere taşıdı ve iç muhasebe ve dertleşme denilebilecek türden bir yazı karşımıza çıktı.
Evet, “Bunda da bir hayır vardır!” diyor ve noktası virgülüne dokunmadan yazıyı gazeteye gönderiyorum. Allah nasip ederse, kitabın içeriğine dair daha kapsamlı bir tanıtım yazısı da kaleme alırım.
Hatırdan Satıra 2 (1988-2000 Türkiye) kitabının hayırlara vesile olmasını Rabbimden niyaz ediyorum. Çalışmak bizden, tevfik Allah’tan.