YORUM | SEYİD NURFETHİ ERKAL
“O vaziyetten hiçbir şey yok idi, yalnız siz vardınız. Lakin eşyaya olun dediniz. Ve eşya var oldu. Bu eşyayı, kelâmınızla yaptınız.” (Saint Augustine)
İnsan, kutsalları üzerine yemin eder, şerefi, namusu ve haysiyeti üzerine. Yaratıcı asra yemin ediyor, kendi mahlûku olan zamana. İnsan, yemin ettiklerine sövdürmez, tüm zamanların Sahibi de uyarıyor: “Dehre sövmeyin, dehr benim.” (Müslim, 2246)
Peki Sahibi nezdinde zamanı bu derecede kıymetli kılan nedir acaba?
Zamanın idraki ve tarifi “manzara-i a’lâdan, ezelden ebede kadar olmuş ve olacak, her şeyi birden tutar, ihata eder bir makâm-ı a’lâdan” (26. Söz) bakmakla çözülebilecek bir muamma. Ancak bir kısım temsillerle mahiyeti üzerine fikredebiliriz.
Bu yazıyı okurken, oturduğunuz yerden kalkmadan bir karpuz hayal edin. Hemen ardından uçsuz bucaksız bir karpuz tarlası.
Karpuzu hayal etmenizle karpuz tarlasını hayal etmeniz arasında herhangi bir zorluk kolaylık, öncelik sonralık söz konusu oldu mu?
Sanırım olmadı. Bilgi deponuz olan hafızanızda bulunan herhangi bir imaj zorluk kolaylık, öncelik sonralık söz konusu olmadan hayal hızında zihninizde beliriverdi.
Bir karpuz imajıyla 100 karpuz imajının aynı hız ve aynı kolaylıkta bilgisayar ekranında belirmesini de düşünebiliriz.
Hayal veya imaj değil gerçek olsun. Önümüzde duran bir karpuzu görmemizle uzağımızdaki bir karpuz tarlasını görmemiz ya da önümüzde duran çakıl taşlarıyla gökyüzündeki yıldızları seyretmemiz aynı anda ve aynı kolaylıkta gerçekleşti, gerçekleşiyor.
Düşünürken veya rüya görürken de zihnimiz için benzer bir rahatlık ve çabukluğun geçerli olduğunu söyleyebiliriz.
Cenâb-ı Hak’ın esmasının pek çoğunu nefsimizde aynıyla bilmemize yol bulunamasa da misliyle veya zıddıyla bilmemize bakan pencereler mevcut. Rabbin muhit ilminde bildiği bir zerreyi veya milyarlarca küreyi bahir iradesiyle yaratmayı dileyip, mutlak kudretiyle harici vücuda taşıması; tıpkı bizim hayalimizde bir karpuzu veya bir karpuz tarlasını hayal etmemiz gibi zorluk kolaylık, öncelik sonralık itibariyle eşit.
Ancak “Şu kâinata baktığımız vakit görüyoruz ki, zaman seylinde mütemadiyen çalkanan ve kafile kafile arkasından gelip geçen mahlûkatın bir kısmı bir saniyede gelir, derakap kaybolur.” (30. Lema) Peki mutlak irade ve kudretle bir anda daire-i ilimden daire-i vücuda taşınan kâinatın bir an sonraki kainatla ilişkisi nedir ve ne surette gerçekleşmektedir?
Üstad Bediüzzaman materyalistlerin, Cenab-ı Kadir-i Mutlak’ın bütün varlığı bütün zerreleriyle (10 üzeri 85) zamanın en küçük birimi olan her anda (Planck time 5,4*10 üzeri -45 saniye) yeniden yeniye yaratmasını “manen sıkışmış ve kurumuş akıllarına ve bozulmuş ve maneviyatta ölmüş kalplerine” sığıştıramadıklarından küfre ve dalalete atılıp, boğulduklarını söyler.
Farklı bir açıdan benzer bir kritiği huzur-u daimî kazanmak, kesretten vahdete yol bulmak için varlığa hayal veya yok hükmü veren bir kısım mutasavvıflar hususunda yapan Bediüzzaman; Kur’an’ın varlığa mana-yı harfiyle bakıp, esma-i ilahiye mazhariyet ve ayinedarlık vazifesinde istimal ederek bu müşkil meseleyi hallettiğini belirtir. (Bu yüksek hakikatin geniş izahını Risale-i Nur Külliyatı’nın sırr-ı rububiyet ve sırr-ı kayyumiyet bahislerine havale ediyoruz.)
“Ebedler tarafında (mümkün, çoğul bütün gelecek ihtimallerinde) zerreler âleminde iken Ezel cânibinden gelen” (10. Söz) emri işitip itaat eden ruhlar gibi “câmid, sağır, kör, şuursuz, birbirinin misli olan zerrelerin kaderden gelen miktar-ı mânevînin emriyle hareket edip; eğri büğrü hudutları görür, bilir gibi durup, tevakkuf edip; sonra başka bir yerde, büyük bir gayeyi takip eder gibi yolunu değiştirmesi” (26. Söz) ve “eşyanın vücud ve teşahhusatlarında, nihayetsiz imkânat yolları içinde (potansiyel bütün evren ihtimallerinde) mütereddid, mütehayyir, şekilsiz bir surette iken, birdenbire gayet muntazam, hâkimane” (33. Söz) şekil alması göstermektedir ki varlık an ve an ilahi ilim, irade ve kudretin cilveleriyle kaf nun tezgahında dokunup, alem-i şehadet ekranında görünür kılınmaktadır.
“Zaman-ı mazinin bütün âlemlerini zamanın şeridine kemâl-i hikmet ve intizamla takıp gösteren, elbette istikbal şeridine dahi başka kâinatı takıp gösterebilir ve gösterecektir.” (10. Söz) hükmünce zamanın hakikatini an ve an ilahi nurun aydınlatmasıyla görüntüleri ekrana yansıyan bir film şeridi şeklinde düşünebiliriz.
Zira zamanı anlara bölerek, noktalardan oluşan bir çizgi veya karelerden oluşan bir film şeridi gibi düşünmek zihnen gayet kullanışlı bir temsildir. Bu temsil perspektifinden zamanın en küçük birimi olan her an, zaman filminin ayrı bir karesini meydana getirmekte. Tek başına tüm varlığı kuşatabilen her kare bir ışık huzmesiyle aydınlanıp, sahneye yansırken sırasıyla bir sonraki kare arzı endam etmekte.
Film şeridinden öte kalem ve mürekkep temsiliyle de meselemize farklı bir açıdan bakabiliriz.
Alemlerin Efendisi (s.a.s.) ilk yaratılan benim nurumdur buyuruyor. Başka bir beyanlarında ise ilk yaratılan kalemdir beyan ediyor. Üstadımız Bediüzzaman; “Şu gördüğümüz büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, Nur-u Muhammedî (A.S.M.) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir.” (Mesnevi-i Nuriye) tespitiyle zahiren farklılık arz eden bu iki beyan-ı nebeviyi hem telif hem de tefsir ediyor.
Evet; “kâinatı inşa eden bir kudret-i ezeliye, bir ilm-i ezelînin dairesinde plânları ve miktarları taayyün eden mevcudat-ı ilmiyeyi, göze göstermeyen bir ecza ile yazılan ve görünmeyen bir yazıyı göstermek için sürülen bir ecza misilli, gayet kolay o mâdûmât-ı hariciye olan mevcudat-ı ilmiyeye vücud-u haricî vermeyi o kudret-i ezeliyeden uzak görmek ve icadı inkâr etmek” hikmete muhalefettir. (23. Lema)
Zira “Kün” emrinin sıbgasıyla boyanan her an görünüp kaybolmadan, takip eden an canlanmakta ve varlık eceli olan mukadder sona bir adım daha yaklaşmakta. Kudret kaleminin yazdığı ilk “Kef” ile hayat soluklayan kâinat, zaman sayfasına düşen son “Nun” ile nefesini vermek için bekleşmekte.
Kalemin sırrı söylemini eylemiyle ifade etmesinde gizli. Aklı aşkın icraatı ise çizgileri belirlenmiş kader metnini görünür kılmasında. Bu kudret kaleminin mürekkebinin temas ettiği yaş/geçmiş; kuru/gelecek hadisat, pak, yüce bir kitapta mahfuz, meknun. Mürekkebin kader denilen yazılana nisbeti, ruhun cesede nisbeti mesabesinde. Cesede hükmünü geçiren ise ruh. Kudret kaleminin mürekkebinin kuruması yani kâinatın ruhunun çıkması, yani nur-u Muhammedî’nin çekilmesi varlık kitabında boyanacak, okunacak kelime kalmaması demek.
“Nasıl ki göze görülmeyen eczalı bir mürekkeple yazılan bir kitaba, o yazıyı göstermeye mahsus bir ecza sürülse, o koca kitap birden her bir göze vücudunu gösterip kendini okutturur. Aynen öyle de o Kadîr-i Ezelînin ilm-i muhitinde, herşeyin suret-i mahsusası, bir miktar-ı muayyen ile taayyün ediyor. O Kadîr-i Mutlak, emr-i “Künfeyekün” ile, o hadsiz kudretiyle ve nâfiz iradesiyle, o yazıya sürülen ecza gibi, gayet kolay ve suhuletle, kudretin bir cilvesi olan kuvvetini o mahiyet-i ilmiyeye sürer, o şeye vücud-u haricî verir, göze gösterir, nukuş-u hikmetini okutturur.” (26. Lema)
İrade ve kudrete bakan kalemin, ilim ve emre bakan mahfuz kitabette an ve an işlemesiyle vücud rengi alan âlemler, “Kün (Ol)” emrinin her lahza muhatabı olmakla mevcud ve diri kalmakta. Varlığı açığa çıkaran ilahi kelamla ilahi ilim, irade ve kudret her ana birden terettüp etmekte ve her an ayrı bir şe’n üzere olan Rabb-ul Alemin (c.c.) zerratıyla her an ayrı bir kâinat resmetmekte. (Ancak öncelik ve sonralık dahi zamansal bir kavram olduğundan, her ana birden terettüp eden ilim, irade ve kudret arasında ancak kavramsal bir hiyerarşiden bahsedilebilir.)
Evet, Cenab-ı Alim-i Mutlak; “fani varlıkları kalem-i kaderine mürekkep ittihaz eder ve kudretin dokumasına bir mekik yapar. Ve daha bilmediğimiz pek çok inâyât-ı galiye ve makasıd-ı âliye için, kendi faaliyet-i kudretiyle kâinatı faaliyete getirir. Zerrâtı cevelâna, mevcudatı seyerâna, hayvânâtı seyelâna, seyyârâtı deverâna getirir, kâinatı konuşturur, âyâtını ona sessiz söylettirir ve ona yazdırır.” (24. Mektup)
“Evet, herşeyin bir hakikatı olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azîmin hakikatı dahi, Levh-i Mahv-İsbattaki kitabet-i kudretin sahifesi ve mürekkebi hükmündedir.” (30. Söz)
Bize düşen Rabbin katında çok kıymetli bu hakikatin mahiyetini bilip, idrak etmekten öte kıymetini bilip, güzelce istimal edip, şükrünü eda etmek olmalı.
Rabbim müyesser kılsın inşallah.
Allah razı olsun.
Çok güzel izah etmişsiniz.
Bu izah hem nurların ne derece bir ilimle yazıldığını gösterdiği gibi aynı zamanda zaman denilen muammanın izahını yapıyor…