YORUM | Av. NURULLAH ALBAYRAK
“Buraya yeni gelenler kamplardaki hayatın sadece çalışmadan ibaret olmadığını görünce seviniyorlar. Burada keyif almak için de yeterli imkanları var. Hırdavatçıda, inşaatta ya da çizme fabrikasında geçirdikleri günün ardından işçiler, kampın onlara sunduğu birçok eğlencenin tadını çıkarabiliyorlar. Spor aktiviteleri oldukça popüler. Oynamayanlar ise seyretmekten büyük keyif alıyorlar. İş gününün sonunda, merkezde bulunan kafe, arkadaşların ve ailelerin bir araya gelip doyurucu ve besleyici yemekler yemeleri için ideal bir yer. Özellikle çocuklar, sunulan pasta ve keklerin tadını çıkarıyor. Akşamları, ziyarete gelen orkestraların ya da kamp içindeki yetenekli müzisyenlerin verdiği konserlere katılım daima yüksek oluyor. Yetişkinler ve çocuklar için diğer faaliyetler arasında, kütüphanede kitap okumak, bahçecilik, çömlekçilik, sanatçılık ve aşçılık sayılabilir. Akla gelebilecek neredeyse her faaliyet kampta mevcuttur”.
Bu satırlar The Boy in the Stripped Pyjamas adlı filmden bir sahneye ait. Arka fondan kulağa hoş gelen (!) bu metin film karesindeki görselle birleşince geriye farklı aktivitelerle zaman geçiren mutlu aileler ve gülümseyen çocuklar kalıyordu. Filmin konusu, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi yönetimi tarafından Polonya’daki Auschwitz Toplama Kampına gönderilen bir subayın 8 yaşındaki oğlunun yaşadıklarıyla ilgiliydi. Toplama kampındaki esirleri “çiftçi” sanan küçük Bruno, kamptan gelen kokunun “elbise yanığı” olduğu yalanına 45 saniyelik Goebbels filminden sonra inanmaya başlıyordu.
Yazıya böyle bir giriş yapmamın nedeni 86 yıllık ömründe karıncayı incitmediği konusunda tüm bir şehrin hemfikir olduğu Nusret Muğla’nın cezaevinde ölmesiydi. Önceki yazımda “cezaevlerinde yaşanan ihlallerle ilgili Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’nün on gün içinde Basın Açıklaması yoluyla kamuoyunu manipüle etme çabası”na değinmiştim. Yukarıdaki mizansen, basın açıklamalarında yer alan ifadeleri hatırlatıyor. Rahmetli Nusret ağabeyin oğlunun açıklaması olmasa basın açıklamalarındaki hoş tablodan biz de tabi ki etkilenebilirdik.
“Babam 25 gündür karantinada. İki kişiler. Kış gelmesine rağmen koğuş içi sıcaklığının yeterli olmadığından bahsetti. Kaloriferler yanmıyormuş, battaniyeye sarılarak oturuyorlarmış. Kahvaltıda çay bile vermemişler. Karantinada hep bu sorun var”
Goebbels filmi etrafı dikenli tellerle çevrili kamp alanlarındaki yaşam şeklini anlatıyordu: “Kampa yeni gelenler seviniyorlardı… burada keyif almak için yeterli imkanlar vardı… günün sonunda kampın sunduğu eğlencenin tadını çıkarmak mümkündü. Spor imkanı vardı, isteyen oynuyor isteyen izliyordu… aileler ve arkadaşlar bir araya gelip kafede doyurucu ve besleyici yemek yiyebiliyor, çocuklar pasta ve keklerin tadını çıkarabiliyorlardı… orkestra ya da kamptaki yetenekli müzisyenlerce verilen konserlere katılım yüksek oluyordu… daha bir çok imkan vardı”. İkinci Dünya savaşı döneminin şartları düşünüldüğünde bu türden kamplarda kalmaktan daha iyi ne olabilirdi? Resmi bir tören eşliğinde ve Nazi disiplini altında filmi izleyen subayların 45 saniyenin sonundaki aşağılayıcı ve bir o kadar da soğuk gülümsemesi bütün algının silinmesine ve gerçeklerin açığa çıkmasına neden oluyordu.
Zihnimizi yaklaşık 80 yıl sonrasına odakladığımızda, etrafı yüksek duvarlar ve dikenli tellerle çevrili yaşam alanlarını konu alan basın açıklamalarıyla karşılaşıyoruz. Bu kez de metinler dönemin şartları açısından bakıldığında burada kalmaktan daha iyi ne olabilirdi der tarzında. Zira, “ilk gelenlere yastık, yatak ve battaniye veriliyordu… sağlık işlemleri titizlikle takip ediliyor gerekli tetkik ve tedaviler aksatılmadan yaptırılıyordu… odalar bilimsel verilere göre en uygun oda sıcaklığında tutuluyor, hükümlü ve tutuklular kısa kollu giysileri tercih ediyorlardı… Adalet ve Sağlık Bakanlığınca belirlenen kalori esasına göre yeterli, kaliteli, besin değeri yüksek ve zengin çeşitliliğe sahip besinler veriliyor, yemek menü ve miktarı İl Sağlık Müdürlüklerinin gözetiminde belirleniyordu… odalardaki geçici yoğunluklar alınan tedbirlerle çözüme kavuşturuluyordu… anneleriyle birlikte kalan çocukların barınması, eğitimi, iaşesi ve görevli personelin eğitimi özel olarak ele alınıyor, uzman personel eşliğinde kreş imkanı sunuluyor, çocuklara yönelik eğitim ve psiko-sosyal yardım faaliyetleri için yeterince psikolog ve öğretmen görevlendiriliyordu”.
Goebbels’in mesajını tümdengelimci, Ceza ve Tevkifevlerinin mesajını ise tümevarımcı bir yaklaşımla dekode edip anlamlı hale getirdiğinde birbirine benzeyen imajlar beliriyor. Dönemin şartları açısından düşünüldüğünde bundan daha iyi ne olabilirdi ki (!) diyor içimizden bir ses.
Sonra merhum Muğla’nın oğlunun ifadeleri, oluşturulmak istenen imajları yerle bir ederek gerçekleri yüzümüze çarptı. Zira, “babası, kış gelmesine rağmen koğuş içi sıcaklığın yeterli olmadığını… kaloriferlerin yanmadığını… soğuk dört duvarın içinde battaniyeye sarılarak oturduğunu… kahvaltıda çay bile vermediklerini…” söylemişti. Aslında gerçek olan buydu. Goebbels de Ceza ve Tevkifevleri de yalan söylüyordu.
Nusret Ağabey yaşlıydı, hastaydı, soğuk bir yere koydular, çay bile vermediler.