Ana Sayfa Yazarlar Bülent Keneş Kahramanlar, hainler, ahmaklar ve yaşlı köylü

Kahramanlar, hainler, ahmaklar ve yaşlı köylü

Hukukun yok edildiği, yozlaşmanın had safhaya çıktığı, insani değerlerin alt üst edildiği, ahlakî normların aşındığı, tarih, kültür ve dinin yoz ve yobaz muktedir güruhların elinde bir maskeye ve kamuflaja dönüştürüldüğü ifritten bir dönemde kahramanlık da hainlik de izafidir. Temelsiz bir yakıştırma veya arsız bir yaftalamadan öte değildir.

Haklının değil güçlünün hükmünün geçtiği, mazlumun iniltilerinin değil sadece zalimin şirret höykürmelerinin işitildiği, yoğun propagandayla alıklaştırılıp ahmaklaştırılmış kalabalıkların her türlü zulme alkış tutup teşne olduğu bir vasatta ‘hain’ bildikleriniz birer kahraman, ‘kahraman’ bildikleriniz ise gırtlağına kadar ihanetin içerisinde olabilir. Öyle bir dönemden geçiyoruz ki, henüz insanlığını, ahlak ve vicdanını yitirmemiş, aklını peşine takıldığı ahlak yoksunu yoz muktedirlere teslim etmemiş olanlar için bile sular durulmadan, ortam berraklaşmadan kimin gerçekte ne olduğunu anlamak kolay olmayabilir.

BASİRET BAĞLI, FİRASET MEFLUÇ, VİCDAN KÖR, AKIL TUTUK

Şunu da unutmayalım ki, en sağduyulu halk kesimlerinin bile basiretlerinin bağlandığı, firasetlerinin mefluç olduğu, vicdanlarının köreldiği, akıllarının tutulduğu, mantıklarının uçtuğu bu cehennemi dönem sadece bize özel bir durum değil. Bu tür insanlık dışı zulümleri, dehşetengiz saldırı ve tecavüzleri ilk kez bizler yaşıyorumuşuz gibi düşünmek şüphesiz ki egosantrik bir yaklaşım olur. Bugün en medeni dediğimiz ülkeler bile, çok değil daha 50-100 yıl önce, benzer maşeri akıl tutulmalarına, basiret bağlanmalarına, vicdan körelmelerine düçar olmuştu. Tüm bunların ağır bedellerini ise, başta zulmün banileri ve aymaz destekçileri olmak üzere, tüm insanlık hep birlikte ödemişti.

Toplumların ilkellik dönemlerine ait tüm hastalıklarının nüksettiği bu türden zulüm ve zulmet dönemleri, aynı zamanda temelsiz büyük söylemlerin, imkansız vaatlerin, abartılı huzur ve mutluluk propagandalarının zirveye çıktığı anomali devirleridir de. Ayrıca, ‘kurtarıcılar’ın, ‘kahramanlar’ın ve ‘hainler’in bol keseden üretildiği arızi günler ve zamanlardır. Tarihin podyumu, sanal ‘kahramanlık’ payesini, her yolu mübah görerek gaspettiği güç ve iktidardan alan bu tür muhteris, yoz, yobaz, zalim muktedirlerle ve bunların sistematik propagandayla “hainlik”le yaftaladığı masum ve mazlumların resmi geçitleriyle doludur.

KURMACA ‘KAHRAMANLAR’ VE YAFTADAN İBARET KURGU ‘HAİNLER’

Her yıkım ve geçiş dönemi çoğu kurmaca olan ve zamanla kültleştirilen ‘kahramanlar’a ihtiyaç duyduğu kadar, yine çoğu kurgu, kurmaca ve yaftadan ibaret olan “hainler”e de ihtiyaç duyar. Zaman geçip sular durulduğunda ise kurgu kahramanlarla, kurgusal hainlerin gerçeklik düzleminde yer değiştirdikleri sıklıkla görülür. Hain bilinenlerin gerçekte kahraman, kahraman bilinenlerin ise düpedüz alçak ve hain oldukları tarihte ender rastlanan durumlar değildir.

Fransız İhtilali’nden Rus Devrimi’ne, Hitler Almanyası’nden Mussolini İtalyası’na, Franco İspanyası’ndan Pinochet Şilisi’ne ve daha pek çok ülkede ve dönemde bu söylediklerimizin örneklerini fazlasıyla bulabilirsiniz. Ama ne yazık ki, bu şekilde hain bilinenlerin gerçek kahramanlar oldukları, topluma kahraman diye empoze edilenlerin ise aşağılık insanlık düşmanları oldukları bazen iş işten geçtikten sonra ortaya çıkar. Yani bade harabül Basra.

Bugün Türkiye, her şeyin ters yüz edildiği işte böylesine ifritten bir dönemden geçiyor. Bütün değerlerin içinin boşatıldığı, insanların insanlığa dair her türlü duygularının ahlaksızca istismar edildiği, insanı insan yapan bütün hassalarının felç edildiği bir dönem. Sadece olayların gelişim süreçlerine, neden-sonuç ilişkilerine bakılarak bile anlaşılabilecek gerçekte kimlerin kahraman, kimlerin hain ve alçak oldukları maalesef kesif basiret bağlanması, kitlesel akıl tutulması ve maşeri vicdan körelmesi yüzünden bir türlü anlaşılamıyor.

Sanmayın ki, bu durum ilk kez Türkiye’de oluyor. Stalin’in peşine takılanlar da aynı durumdaydı, Hitler’i alkışlayanlar da. Mussolini’ye güzellemeler yapan, Franco’ya alkış tutan, Pinoche’ye temenna edenler de farklı değildi. Sonuçları da feci oldu doğal olarak.

İHANETİN ASIL BÜYÜĞÜ TERTEMİZ MASUM İNSANLARA YAPILAN

Özellikle toplumun dindar ve muhafazakar diye bilinen ve din, iman, ahlak denildiğinde mangalda kül bırakmayan kesimlerinin, sadece medyadaki, sosyal medyadaki ve gerçek hayattaki kamusal görünürlüklerine bakıldığında dahi duruşları, tavırları, eylem ve söylemeleri itibariyle birbirlerinin zıttı değer ve özellikleri temsil eden gruplar arasından, küfürbazları, yobazları, yalancıları, müfterileri, tescilli hırsızları, arsızları, zalim ve despotları, sözü ile özü bir olmayanları tercih eder hale gelmesine isyan etmemek elde değil.

Daha düne kadar kendi öz evlatlarını emanet etmek için birbirleriyle yarışıp sıraya girdikleri ahlak timsali tertemiz, pırıl pırıl insanları bugün ‘terörist’, ‘hain’ diye yaftalayan ya da tescilli harami dinbazlar tarafından öyle yaftalanmalarına alkış tutan ve hatta ses çıkarmayan on milyonların bugün kahraman gördüklerinin gerçek hainler, hain bildiklerinin ise kendi kendilerini yok etme pahasına ülkeyi ve milleti mukadder bir felakete sürükleyen gidişata engel olmaya çalışan fedekar insanlar olduklarını anlamaları oldukça zaman alacak gibi görünüyor.

Türkiye’de derdest edilen onbinlerce Anadolu insanının, Malezya’da, Gürcistan’da, Suudi Arabistan’da, Myanmar’da tutuklatılan eğitimcilerin masum simaları bile anlamak isteyenlere çok şeyler anlatırken, düçar olunan toplumsal akıl tutulması ve maşeri vicdan spazmı bir ülkenin başına gelebilecek ne büyük bir felaket olduğunu tüm ağırlığıyla gösteriyor. Buna rağmen, zulüm ve bühtan altındaki yüzbinler, hakikatlerin er ya da geç ortaya çıkma huyundan henüz umudunu kesmiş değil.

ERDOĞAN, DARBE GECESİ ŞECAAT ARZEDERKEN SİRKATİN SÖYLEDİ

Sokağa sürdüğü kalabalıkları kurgu ve kontrollü darbenin katil sürülerine acımasızca katlettirdiği sıralarda, yani kapsamı ve sonuçlarından emin olduğu darbe güya hala devam ediyorken Erdoğan’ın “Allah’ın bir lütfu” sözü, apaçık bir “şecaat arzederken sirkatini söyleme” vakası olarak tarihe geçti. Yüzbinlerce insanı ‘darbeci’, ‘hain’ diye yaftalayıp tam on aydır topluma pompaladıkları sistematik yalan ve iftiralara rağmen, darbe sonrası vites büyüten cadı avında hedefe koyduklarının mahkemelerdeki ilk ifadeleri, Erdoğan ve tayfasının temelsiz söylemlerini çatırdatmaya başladı bile.

Her ne kadar sabır mühimmatımızı Üstad Bediüzzaman’ın “bir dane-yi hakikat, bir harman hayalâta müreccahtır” tavsiyesi çerçevesinde sarf etmek gerekse de milyonlarca insan yine onun “bir dane-yi hakikat bir batman yalanı yakar” sözünün tecelli edeceği günleri dört gözle bekliyor. İlk tezahürleri şimdiden ortaya çıkmaya başlayan bu tecellinin er ya da geç ama mutlaka gerçekleşeceğinden kuşku duymamak gerekiyor. Çünkü, tüm engelleme ve karartma çabalarına rağmen, akılalmaz iddia, iftira ve suçlamalarla bezenmiş iddianamelerin delik deşik edildiği darbe davalarında şartlar ne olursa olsun gerçeğin ortaya çıkma huyunun ne kadar güçlü olduğunu görebiliyoruz.

AYLARDIR TEDAVÜLDE TUTULAN BİN BATMAN YALAN TUZ-BUZ

İktidarı ellerine geçirmiş harami despotların iradi olarak at izini it izine karıştırdığı bir dönemde, medyanın susturulduğu, duruşmaların gözlemcilere kapatıldığı bir ortamda bile gerçeklerin sarsıcılığı aylardır tedavülde tutulan “bin batman yalana” darbe üzerine darbe indiriyor. Günler süren ağır işkencelerden geçirilerek topluma ‘darbeci’, ‘hain’ diye sunulan her bir komutan mahkemede konuştukça, kendisine “Başkomutan” denilmesinden müthiş haz alan kifayetsiz bir muhterisin altın yazldızlı suni sırmalarının döküleceğini göreceğiz.

Mahkeme salonlarında her yalan ve iftiraları tuz buz edilip gerçekler şamar gibi yüzlerine indirildikçe, Erdoğan ve MİT müsteşarı ile plan kurup silah arkadaşlarını tuzağa çekerek hem ülkesine hem de başında bulunduğu Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ihanet eden Genel Kurmay Başkanı’nın da sanal kahramanlık tahtından layık olduğu ihanet derekesine nasıl indirileceğine de belki şahitlik edeceğiz.

Diyeceğim o ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Genel Kurmay Başkanı Hulusi Akar, Genel Kurmay 2. Başkanı Yaşar Güler, Özel Kuvvetler Komutanı Zekai Aksakallı’nın çekirdeğini oluşturduğu gerçek ihanet şebekesi, ne yapıp edip sanal kahramanlıklarının tadını çıkarsın. Çünkü, ileride bugünlerin tarihini yazacak olanların önünde bugün topluma empoze edilenlerden çok farklı malzemeler, yani çok büyük bir ihtimalle gerçekler olacak. Şundan hiçbir kuşkum yok ki, 100 yıl sonranın tarih kitapları bugün kahraman diye sunulanları, çok muhtemeldir ki, hırs, heves ve ihtirasları için kendi ülkesine, kendi milletine, kendi ordusuna ve silah arkadaşlarına ihanet eden hainler olarak yazacak.

BİLGE LAO TZU’NUN YAŞLI KÖYLÜSÜNDEN ÖĞRENECEKLERİMİZ VAR

Gözle görüp, yıllarca tanıyıp iyiliklerini bizzat tecrübe ettikleri insanlara yalancılıkları, müfterilikleri, hırsızlıkları ve haramilikleri tescilli birileri tarafından atılan yalan ve iftiralara teşne toplumdaki yaygın ahmaklığın oranı azaldıkça bu kaderi daha çabuk yaşayacağımızdan da hiç şüphem yok. Bu noktada belki zamanın çıldırtıcılığına karşı sabrın önemine sıklıkla vurgu yapan Çin’in efsanevi savaş sanatı ustası Lao Tzu’nun kendi zamanında geçtiğini söylediği şu ibretlik hikayesini bir kez daha okumakta fayda var.

Köyün birinde yaşlı bir adam yaşarmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış. Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş. Ama yaşlı adam atı satmaya yanaşmamış. ‘Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı?’ dermiş hep.

Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylüler ihtiyarın başına toplanmış: ‘Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın’ demişler.

İhtiyar: ‘Karar vermek için acele etmeyin’ demiş. ‘Sadece at kayıp,’ deyin. Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.

Köylüler ihtiyarın bunadığını düşünüp kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler. ‘Babalık’ demişler, ‘sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil, adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var.’

‘Karar vermek için gene acele ediyorsunuz,’ demiş ihtiyar. ‘Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç.’

Köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden ‘Bu adamın akli dengesi yerinde değil,’ diye alay etmişler.

Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul, şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. ‘Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başka kimsen de yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın,’ demişler.

İhtiyar ‘Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz,” diye cevap vermiş. ‘O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı, gerçek bu, ötesi sizin verdiğiniz karar. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size bildirilmez.’

Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almış. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler gene ihtiyara gelmişler. ‘Gene haklı olduğun kanıtlandı,’ demişler. ‘Oğlunun bacağı kırık ama, hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki geri dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer.’

‘Siz erken karar vermeye devam edin,’ demiş, ihtiyar, ‘oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var, benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin şans, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah bilir.’

Konfüçyan bilge Lao Tzu, kıssanın hissesini de şöyle özetler: “Acele karar vermeyin. Hayatın küçük bir dilimine bakıp, tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar, aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl, insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.”

Evet, yarın gerçekler ortaya çıktığında mahçup olmamak için havanın alabildiğine sisli ve puslu, herşeyin boz bulanık olduğu bir ortamda kim hain, kim kahraman yine de çok çabuk karar vermemek lazım. Tabii sesi çok çıkanların tuzaklarına düşecek, sistematik yalan ve iftiralarına kanacak kadar ahmak olmamak şartıyla.

HENÜZ YORUM YOK