Kadrini bilenler kazandı; Ramazandır gider…

YUSUF ÜNAL | YORUM

Uzun, upuzun bir aradan sonra memleket iznine gelmiştim sanki. Eğilip toprağı öpmemek için kendimi zor tutuyordum. Kimi görsem sarılıyor, neyi görsem yapışıyordum. Hiçbir şey olduğu gibi görünmüyordu bana. Her şey boyanmış, cilalanmış ve tazelenmişti. Her yer pırıl pırıl, her yüz ışıl ışıldı. Oruç, ruhun sesi; gelmişti yine ve gümüş topuklarını ha bire dokunduruyordu kalbime.

Ama o da ne! Müezzinler elveda ilahilerini söylemeye başlamış bile. Zaman denilen güneş, Ramazan şekerini eritiyor. Sayaç geri geri sayıyor; dokuz, sekiz, yedi…

Peki ben ne yapıyorum, memleket iznindeki ben, eve dönen ben? Ramazan’ı seyrediyorum. Evet ya, seyrediyorum. Önümden ulu bir nehir gibi akıp gidiyor mübarek; görkemli, bereketli ve vakur. İçine atlasam, önüne geçsem, kollarımı açsam durdurabilir miyim?

Hayır, mümkün değil.

Ne elvada’lar ne işfa’ lenâ’lar durdurabilir onu. Vereceğini vermiş, alacağını almış olarak topluyor bohçasını. İlan ede ede, vedalaşmaya fırsat tanıya tanıya çekiliyor aramızdan. Peki gerçekten durdurmak ister miyim ben onu, bitmesini istemez miyim?

Herhalde istemem. Kendimi, yıllar evvelinden hafızamda yer etmiş bir kız çocuğuna benzetiyorum onun karşısında. Babası külahta dondurma almıştı. Çocuk onu yiyip tadını çıkaracağına topuklarını yere vura vura ağlıyordu. Niye? Elindeki bitecekmiş. Babası, “Bir daha alırız kızım.” dedi. Çocuk ağlamasını kesmedi, “Ama o da bitecek!”

Çocuk haklı, evet bitecek. Güzel şeylerin de bitmek gibi bir huyu vardır, Ramazan’ın bile. Giderken arkalarında bir boşluk bir hüzün bırakır öyle giderler. Onlardan geriye bir hoş sadâ kalır bir de zevk-i tahattur

Ama insanız; tuttuğumuzu bırakmak, alıştığımızdan uzaklaşmak istemeyiz. Hele Ramazan’sa söz konusu olan, ondan ayrılmak inanan her gönle ayrı bir hüzün verir. Tabii bütün bunlar birer hissetme meselesidir, sözüm gönlü Ramazan’a teyellenmiş olanlar içindir. Hüznün derecesi, Ramazan’ı tutma, ona dokunma derecesiyle ilgilidir. Kimi onun gün gün tükenişini sadece bir nehrin akışını izler gibi izler bencileyin, kimi canhıraş bir gayreti sürdürür onun tüm zamanlarını tutmak için. Kimine şevk verir onun bitişi kiminin dizinin dermanını keser, dondurup bırakır.

Yakup Kadri çocukken bu ikinci sınıftanmış. 1920’de yazdığı “Elvedâ yâ Ramazan!” adlı yazıda kendisini anlatıyor: “Çocukluğumda Ramazan’ın yirmisinden itibaren beni garip bir hüzün kaplardı. Oyunlarıma bir neşesizlik, çalışmalarıma bir isteksizlik gelirdi. Her sabah yatağımın içinden kalbimde bir derin acıyla uyanırdım ve kendi kendime ‘Bir gün daha gitti, bir gece daha gitti. Bugün yirmi beşi, yarın yirmi altısı, öbür gün…’ daha ziyade sayamazdım. Bu bana yakınımdan birinin öleceği günü hesap etmek gibi muzlim ve acayip görünürdü.”

Şimdi çoğumuza çok uzak görünen bir hissiyat değil mi? Ama bundan 100 yıl kadar önceye değin Ramazan’ın sonunda hemen hemen herkes böyle hissedermiş o toplumda. Yine Yakup Kadri’nin anlattığına göre, “… salih, âbit Müslüman evlerinde Ramazan’ın son günleri bir hastanın sekerât demleri kadar elemli idi. Herkeste sanki aile rüesasından biri ölüm döşeğine yatmış gibi bir his hasıl olurdu. Teneffüs edilen havada mukaddem bir yas kokusu sezilirdi. Ve camilere gidilip ağlanırdı. Oraları hüzün ile taşan gönüllerin alabildiğine boşandığı yerlerdi.”

Bir mecliste bunları anlatınca, sayıları epey azalsa da, bugün de böyle Mü’minlerin olduğunu öğrendim. Hemen herkesin, Ramazan gidiyor diye hüngür hüngür ağlayan birkaç tanıdığı varmış. Birisi, mahalle camilerinde elveda ya şehr-i Ramazan ilahisini okurken on beş gün boyunca önce sesi titreyip çatallaşan, boğazı düğümlenen, sonra da gözyaşlarına boğulan bakkal Yusuf Amcasını unutamıyor. Öteki, bu sene de Ramazan’ın hakkını veremedik diye gözyaşı döken fabrika işçisi Veli Dayıyı hatırlıyor. Bir başkası, gelecek Ramazan’a ulaşamamaktan endişelenip bulgur bulgur yaş döken nenesinden söz ediyor.

Anlaşılan o ki;

Yine firkat nârına yandı cihân 

Hasretâ gitti mübarek Ramazan, 

diyen Niyazi Mısrî nice Mü’minlerin sesi olmuş. Hazreti Üftade’nin;

Ey dostlarım ağlaşalım 

Oruç ayı gitti yine 

Hasret edip inleşelim 

Oruç ayı gitti yine, 

çağrısı yüzyıllar aşıp yoluna yoldaş, halına haldaş bulmuş.

Bense aklım erdiğinden beri neredeyse 40 Ramazan uğurlayacağım fakat bir kere bile o gidiyor diye gözyaşı dökmemişim. Arkadaşlarım şanslıymış, dökeni görmüşler; ben onları da görmedim. Benim yaptığım bir nevi tellallık. Elimde fenerle sokaklarda dolaşıp adam arıyorum, “Ramazan bitiyor, haberiniz var mı!” diye soruyorum rastladıklarıma. Üzülmek hatta ağlamak için yanıma yoldaş bakıyorum, tek başıma olmuyor.

Biliyorum ki üzülmek bir şeyin kaybedilmesinden, bir şeyden mahrum olmaktan kaynaklanır. Kaybetmek içinse evvela onu elde etmek gerekir. Eminim ki onu elde edenler var. Bana onlar lâzım, fenerimin onları bulmasını istiyorum. Ancak onlar Ramazan’ın gidişiyle yaşadıkları kaybın farkına varabilirler zannımca. Ama onlar da ne yaparlarsa yapsınlar, Ramazan nehrinin akışını durduramazlar. Durdurmazlar amma en azından âdâbıyla vedalaşmayı bilir onlar, kapılarını açık bırakmayı. O vakit ben de aralarına karışır, hallerine bürünürüm belki…

Vedalaşmayı bilmek sanattır, biz pek bilmeyiz. Çoğumuz kaçarız o anlardan. Sevdiklerimize şöyle sıkı sıkıya sarılamayız hani, söylemek istediğimiz şeyleri içten söyleyemez, pişmanlıklarımızı itiraf edemez, ayrılık vesilesiyle muhasebe yapamayız. Bu alışkanlık Ramazan’la vedalaşırken de koyuvermez yakamızı. Hiç gitmeyecekmiş gibi yaşarız onu, hep başımızda duracakmış gibi. Ama o hep gider, geldiği gibi gider, bir nehir gibi aka aka…

Ama yine de biz nasıl uğurlarsak uğurlayalım, gözleri kör olmuş kırlangıçlar gibi değildir onun gidişi, gururu yıkılmış soy atlar gibi değil. Yeniden döneceğinin şuuruyla akıp gider yoluna. Arkasından bir yaşlı göz:

Yürü, gölgen seni uğurlamakta,

Küçülüp küçülüp kaybol ırakta

Yolu tam dönerken arkana bak da,

Köşede bir lahza kalıver gitsin!

diye seslenecek olsa sesin sahibini kırmaz. Köşede bir an durur, bayrama göz kırpar, yeniden geleceğini muştular da öyle gider. Gelmemek gibi bir huyu yoktur onun, bahar gibi; illaki gelir. Onun gelişi: Aniden. Birdenbire, beklenmedik olandan değildir üstelik. Bilakis haber vere vere, etrafa duyura duyura gelir.

Sağır sultan bile duyar onun ayak seslerini. Tıpkı gidişi gibi…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin