Ana Sayfa Güncel Kaboğlu’ndan “Can Atalay” değerlendirmesi: ‘İstanbul Barosu bu yıkım karşısında sessiz kalamaz’

Kaboğlu’ndan “Can Atalay” değerlendirmesi: ‘İstanbul Barosu bu yıkım karşısında sessiz kalamaz’

Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, iktidarın Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay kararı karşısındaki tutumunu değerlendirdi. Kaboğlu, “İstanbul Barosu bu anayasal yıkım karşısında sessiz kalamaz. İstanbul Barosu hukuku, Anayasa’yı sahiplenebilmeli ve savunmalı” dedi.

Yeni adli yıl, 2 Eylül’de Yargıtay’da düzenlenecek törenle başlayacak. Gözlerin çevrili olduğu yargı yeni adli yılda çok konuşulacağa benziyor. Değişim için Avukatlar Grubunun yaptığı çağrının ardından Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, İstanbul Barosu başkanlığına aday olduğunu duyurdu. Kaboğlu ile, Türkiye’nin en büyük barosuna adaylığının yanı sıra tutuklu TİP Hatay Milletvekili Can Atalay’ın durumunu ve iktidarın  ‘yeni anayasa’ söylemini Evrensel’den Şerif Karataş’a değerlendirdi.

Atalay’ın tutukluluğunun anayasal bir sorun olduğuna vurgu yapan Kaboğlu, toplumun sahiplenmesi gerektiğine işaret etti. Adaylığını “İstanbul Barosu bu anayasal yıkım karşısında sessiz kalamaz. İstanbul Barosu hukuku, Anayasa’yı sahiplenebilmeli ve savunmalı” diye açıkladı.

CHP’nin 10 Eylül’de Meclis’i Can Atalay için tekrar olağanüstü toplantıya çağıracak. Kaboğlu, ile Karataş’ın söyleşisi kısaca şöyle:

“AKP-MHP cephesinden gelen itirazları geçerek soralım, önceki oturumda uygulanmayan AYM kararına 10 Eylül’de uyulacağına dair bir emare var mı?”

– 27 Ekim 2023’te Resmi Gazete’de yayımlanan AYM kararından ağustos sonuna kadar geçen 10 aylık dönem dünya anayasa hukuku ve anayasa yargısı tarihinde rastlanılması olası olmayan olaylar zincirini getirdi. Bunda üç önemli halka var. Birinci halkada adli yargı, ‘Ben AYM kararına uymuyorum’ dedi. İkincisi, ‘Bu kararı verenlere karşı suç duyurusunda da bulunuyorum’ dedi. Üçüncüsü ise, bunları yapan Yargıtay 3. Ceza Dairesi başkanının Yargıtay başsavcılığına atanması. Mahkeme kararına uyumamak ve suç duyurusunda bulunmak ödüllendirildi.

Bu üç aşamalı halkada, devletin temel işlevlerine denk düşen üç organ da devrede. Yargı ‘Ben uymuyorum’ dedi, yasama ‘Ben de Anayasa Mahkemesi kararını uygulamıyorum’ dedi. Yargının hukuken doğmamış kararını, Meclise okuttu. Yürütme ‘Ben o kişiyi başsavcılığa atıyorum’ dedi. Böylece cumhuriyetin üç organı, ‘Anayasa’ya aykırı kolektif işlemler’ dizisi yaratmış oldu!

Bu Anayasa dışı durum, Türkiye’nin Osmanlı devleti dahil olmak üzere bugüne değin katettiği birikimle taban tabana zıt. Böyle bir uygulamaya Avrupa’da kesinlikle tanık olunamayacağı gibi, bir Asya Güney Amerika veya Afrika devletinde de rastlanılması kolay değil. Böylece son 10 ay şöyle özetlenebilir: Anayasal düzeni ilga girişimi.

Can Atalay konuyla ilgili yaptığı açıklamada, 10 Eylül’deki toplantının bir fırsat sunduğunu belirtmekle birlikte, bir süredir sorulan soruları da dillendirdi: Can Atalay’ın serbest bırakılması olayı kapandı mı, yoksa Meclisi de içine alarak daha devasa bir boyuta mı taşındı?

Evet, Can Atalay haklı. Burada sorun, anayasal düzene sahip çıkma sorunu. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını bağlayan, onların barış içerisinde birlikte yaşam sürmelerini sağlayan tek ortak norm anayasadır. Bunu sürekli vurgulamak, bu anayasa dışılığı kanıksamamak gerekir. 10 Eylül’e giden yolda bilgi kirliliklerini sürekli teşhir etmemiz gerekiyor.

Burada şu ayrıma dikkat çekmek siyasal ahlak ve etik ilkeleri bakımından önemli. 2017 değişikliği, demokratik hukuk devletini zedeleyici düzenlemeler öngördüğü için otoriter bir anayasal kurgu

AYM, AİHM kararları tanınmıyor. Can Atalay nasıl tahliye olacak?

AYM’nin iptal kararına karşın AKP-MHP o dönem ikinci kez yasa çıkardı. Can Atalay kararına uymamakla, Anayasa Mahkemesinin Ahlat iptal kararına uymamak arasında nitelik farkı yok. Şimdi Malazgirt’e gidiliyor, bininci yıl gibi hamasi söylemler… Cumhuriyetin yüzüncü yılı yok ortalıkta. Anayasal düzen karşıtlığı bir vekilin mahpus tutulmasıyla sınırlı değil, Türkiye’nin yağmalanması sürecini kapsamını alan bir yıkım sürecidir.

AYM kararlarının tanınmadığı, üstüne kapatılmasının talep edildiği süreç devam ederken iktidar cephesinden her fırsatta yeni anayasa açıklamaları geliyor. Anayasızlaştırma, yargı darbesi olarak adlandırılan süreç derinleşirken, AKP-MHP blokunun yeni anayasa ısrarının altında ne yatıyor, nasıl bir anayasa tahayyül ediliyor?

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi kullanımı bir bilgi kirliliğidir. Sivil anayasa kullanımı bir bilgi kirliliğidir. Öncelikle bilgi kirliliğini aşmamız gerekiyor. Anayasal dezenformasyon, resmen yanlış anayasal bilgi yayılması söz konusu. İki, yürürlükteki Anayasa’ya saygı göstermiyorsunuz. Üç, anayasal hedefi koymuyorsunuz. Eğer “Meclise önce sorumlu bir hükümet ihdas edeceğiz” diyorsanız o zaman gelin oturalım. Anayasal bilgi kirliliğini kaldıralım, yürürlükteki Anayasa’ya saygı gösterelim. Anayasa değişikliği ile özü itibarıyla demokratik bir yönetim öngörelim. Hükümetsiz Türkiye yönetilemez.

Eğer bunları tartışamıyorsak, sözde, sahte ve yalancı anayasacılık sürecindeyiz demektir. Yurttaşlar, bunun farkında olmalı.

“Cumhurbaşkanı Erdoğan geçtiğimiz günlerde Maraş Barosu Başkanı Muhammet Burak Gül’ü AKP Maraş il başkanlığına atadı. Yargının siyasallaşmasının örneklerinden biri olarak kayıtlara geçen bu atamada bu eşiğin de atlanmasını nasıl değerlendirirsiniz?”

Bu parti başkanlığı yoluyla devlet başkanlığı ve yürütme adını verdiğim bu yolla kişi-parti-devlet birleşmesinin savunmaya doğru genişletilmesi iradesidir. 2017 değişikliğinde Anayasa’da öngörülmediği halde Cumhurbaşkanı parti başkanı oldu ve Hakimler ve Savcılar Kurulu yürütmenin güdümüne konuldu; yargı bağımlı ve güdümlü hale getirildi. Şimdi savunma da hüküm altına alınmak isteniyor. Savunmanın özellikleri hem savı hem hükmü etkiler. 2020’de savunma kurumu barolara “Eğer benim siyasal partim doğrultusunda çoğunluk çıkmazsa, ben böleceğim seni” dedi. O operasyon kendi açısından başarılı oldu ama amaçlarına ulaşamadılar. Mecliste komisyonda yaptığım konuşmalar, genel kuruldaki konuşmalar, Anayasa Mahkemesi başvuru sırasında öne sürdüğüm görüşler, baroların birleşmesi gereğini hukuk devleti açısından açıkça ortaya koyuyor.

Baro başkanının parti başkanlığına atanması ise, mahkemelerin bağımsızlığını ve tarafsızlığını zedeleyeceği erkler ayrılığı açısından kabul edilemez. Başkanı seçen avukatların iradesine aykırı olduğu için demokratik devlet ilkesi açısından da sakıncalıdır.”

HENÜZ YORUM YOK