YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU
Osmanlı Devleti’nin batılılaşmasının temel problemlerinin başında sürecin hangi alanlarda ve hangi boyutlarda olacağı gelmekteydi. Avrupa’nın örnek alınması hususunda genel bir ittifak oluşmasına karşılık “tam bir batılılaşma” ya da gelenek ve göreneklerle kültürel yapının muhafaza edileceği “kısmî batılılaşma” şeklinde özetlenebilecek iki ayrı görüş mevcuttu.
“Kısmi batılılaşma” taraftarları, kısa zamanda modernleşerek batılı güçlerden Rusya’yı mağlup etmeyi başaran Japonya’yı örnek gösteriyorlardı. Mehmet Akif’in de aralarında bulunduğu bu düşünce sahiplerine göre Japonya, “gelenek ve göreneklerini koruyarak” modernleşmiş ve büyük güçler arasına girmişti. Bu dönemde Japonlara karşı çok farklı bir bakış açısı gelişmiş, Japonlar “kısa zamanda hidayete ermeye aday” olarak görülmeye başlamıştı.
Japon modernleşmesi sadece İslamcıları değil hemen hemen bütün Osmanlı aydınlarını etkilemişti. Bazı aydınlar Japon modernleşmesini Asyalıların da büyük bir güç olabileceğine örnek olarak verirken bazıları da kendi milli kültürlerini kaybetmediklerini ileri sürerek böyle bir batılılaşmanın olabileceğini iddia ediyorlardı.
MEİJİ RESTORASYONU
Osmanlı aydınlarının hayran oldukları Japonya’da modernleşme süreci 1868’den itibaren yoğunlaşmıştı. 19. yüzyıla kadar kendini dünyadan soyutlayan ve teknolojik olarak geride kalan Japonya, Batılı devletlerin üstünlüğüne boyun eğen anlaşmalara imza atmak zorunda kalmıştı. Bu durum karşısında İmparator Meiji’nin etrafında birleşen reformistler, Batıdaki gelişmeleri aktarmayı temel hedef olarak belirlemişlerdi.
ABD ve Avrupa’ya gönderilen ve yüzden fazla kişiden oluşan heyet; Batı’da siyaset, ekonomi, ticaret, eğitim alanlarında gözlemler yaptı. “Iwakura Heyeti” denilen heyet, gözlemlerini daha sonra bir ansiklopedi tarzında yayınladı.
Heyetin vardığı sonuç, modernleşmenin şart olduğu ancak bunun “Batının iyi yanlarından faydalanıp kötü yönlerine özenmeden” gerçekleştirilmesiydi. Heyet genellikle endüstri ve ticaret alanlarındaki gelişmelere odaklanıyordu. Modernleşmenin reçetesi Japon ruhu ile Batı biliminin sentezi olarak belirlenmiş, motto olarak da “zengin ülke, güçlü asker” ifadesi benimsenmişti.
Heyetin ülkeye dönüşü sonrasında eğitim, ordu, endüstri ve ticaret alanlarında büyük bir reform süreci başladı. Reformlarla devletin yapısı değiştirilmiş, 1889’da Alman anayasasının kırk altı maddesinin hemen hemen aynen alındığı yeni anayasa kabul edilmiş, bir yıl sonra da parlamento faaliyete geçmişti. “İmparatorluk” kurumu ise toplumun birleştirici unsuru ve “eskinin lağvedilmesi ve Batı uygarlığının kabulünde” meşruiyet vasıtası olarak tanımlanmıştı.
Sürecin amacı, Çin’in gölgesinde kalmak veya Batılı ülkelerin sömürgesi olmak yerine büyük güçler arasına girmekti. Reformlarda teknolojinin öğrenilmesine yoğunlaşıldığı gibi halkın eğitilmesi de hedeflenmiş ve okullaşma oranı 1870’lerde yüzde 30 iken 1900’lerde yüzde 90’ı geçmişti.
Her ne kadar “Japon ruhu” korunmak istense de okul kitaplarında Konfüçyüsçü kutsal metinler terk edilmiş, bunların yerine Batı metinleri konulmuştu. Bu çerçevede yeni “Adab-ı Muaşeret” kitapları kaleme alınarak topluma “medeni Avrupa’nın görgü kuralları” empoze edilmekteydi.
Eski hukuk ve adetler kaldırılmış ve bu yenilikler “tepeden inme” yapılmıştı. Bu sırada Shinto ve Budizm birlikteliğine son verilerek Shinto dini ayrı bir “milli din” olarak kurgulanmış, “imparatorluk hanedanına bağlılık ve sadakat, vatana bağlılık ve sadakat” esaslı bir milliyetçilik anlayışı benimsenmişti.
Ekonomik alanda piyasa ekonomisine geçilmiş, uluslararası ağırlık ve ölçü birimleri benimsenmiş, demiryolu yapımı hızlanmış, banka ve özel şirketler desteklenmiş, yurtdışından uzmanlar getirilerek Japon yönetici ve eğitimciler eğitilmişti.
RUS-JAPON SAVAŞI
Japon modernleşmesi, Osmanlı’dan günümüze kadar genellikle “Japon mucizesi” olarak adlandırılmış ve bu yaklaşım sadece siyaset ve ekonomiye değil edebiyata da yansımıştır. Bunun en önemli nedenlerinden birisi, Japonların 1904-1905 Savaşı’nda Osmanlıların iki yüz yıllık düşmanları Rusları büyük bir mağlubiyete uğratmalarıdır.
Aslında Japonların dünya siyasetinde yükselmelerinin ilk önemli göstergesi, Japon-Çin Savaşı’dır. Kore hakimiyeti nedeniyle 1894-1895 yıllarında yaşanan savaş, “modernleşme sürecindeki” Japon ordusunun ilk sınavı olmuştu.
Başlangıçta ordu ve donanma itibarıyla daha iyi durumda olan Çinlilerin savaşı kazanacağı şeklindeki beklentiye karşılık, ordusunu yeniden örgütleyen, düzenli bir ordu kuran ve subay yetiştirmek için Harp Okulu açan Japonya çok daha hazırlıklı girdiği savaşı kazanmıştı.
Savaşın en önemli sonucu ise imzalanan antlaşma ile Japonya’nın Çin’den çok büyük meblağda savaş tazminatı alması ve kendisini “büyük güçler” kategorisinde görmesi oldu. Artık “emperyalist” bir politika izlemeye başlayan Japonya, diğer Avrupa devletleri gibi Osmanlı Devleti’nden kapitülasyon talebinde bulundu. Abdülhamit yönetiminin bu talebi reddi sonrasında da ilişkiler “karşılıklı bir güvensizliğe” dönüştü.
Japonların Rusları yenmesi sonrasında Abdülhamit yönetiminin Rusya’yı tahrik etmemek için “zaferin çok öne çıkarılmamasını” istemesi de ilginç bir durumdu. Buna rağmen Osmanlı kamuoyu, “büyük düşman” Rusya’ya karşı kazanılan zaferi çok farklı değerlendirmiş, “Japon zaferi” sadece İstanbul gazetelerinde değil taşradaki vilayet gazetelerinde bile yer almıştır.
MEHMED AKİF VE ABDÜRREŞİD İBRAHİM
Osmanlı aydınlarının birçoğu Japonların batılılaşmalarına rağmen “dini-kültürel” kökenlerin kaybetmediklerini ileri sürerek gelenek ve göreneklere bağlı kalınarak da “büyük bir güç” olunacağını savunuyorlardı.
İttihatçılar Japon ilerlemesini “Japon ırkı” üzerinden açıklamakta ve kendi görüşleri doğrultusunda “millî kimlik” vurgusu yapmaktaydılar. Örneğin Ziya Gökalp Japonların Avrupa’ya yetişmelerine rağmen kendi din ve kültürlerini koruyabildiklerini belirtiyordu.
Bediüzzaman da Meşrutiyetin ilanı sonrasında Selanik’te yaptığı “Hürriyete Hitap” konuşmasında “Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lâzımdır ki, onlar Avrupa’dan mehasin-i medeniyeti almakla beraber, her kavmin mâye-i bekası olan âdât-ı milliyelerini muhafaza ettiler” demekteydi. Şeyhülislam Musa Kâzım da benzer şekilde “Japonya gibi” Avrupa’nın geleneklerini, ahlakını ve hayat tarzını almadan ilim ve teknolojisinin alınması gerektiğini ileri sürüyordu.
Meiji Japonya’sının başarılarının Osmanlı toprakları ve Orta Asya’da tanınmasında Rusya Müslümanlarından Abdürreşid İbrahim’in önemli bir rolü olmuştu. Müslüman Tatarların meşhur alimlerinden Abdürreşid İbrahim, Japonlarla temasa geçerek onların Rusya Müslümanları ile diyalog kurmalarını sağlamıştı.
İbrahim, 1908’den 1910’a kadar devam eden seyahatinde bütün Asya’yı ve Japonya’yı gezmiş ve izlenimlerini hem kitap olarak hem de İkinci Meşrutiyet devrinin İslamcı mecmuası olan Sebilürreşad’da makale olarak yayınlamıştı. Sebilürreşad’daki yazıları “Japonlar Adam Yetiştirmek İçin Nasıl Çalışıyorlar?”, “Japonlar ve Âlem-i İslam”, “Japonya’da Din-i İslam İntişara Başlıyor”, “Japonya’da İhtida”, “Japonya’da İslamiyet”, “Japonya’da İslam Naşirleri”, “Japonya’da Mektepler” vb. başlıklar taşımaktaydı.
Abdürreşid İbrahim’in anlatımları İslamcı kesimde Japonların yeni bir din arayışı içinde oldukları ve geleneklerinin “tevhid dini” olan Müslümanlığa benzerliği nedeniyle “İslamiyet’i kabul edebilecekleri” şeklinde yorumlanmış ve bu yaklaşım günümüze kadar da gelmiştir.
Abdürreşid İbrahim’in etkilediği kişilerin başında “İslam Şairi Mehmet Akif” geliyordu. O sırada Sebilürreşad’ın başyazarı olan Akif, 1912’de kaleme aldığı “Süleymaniye Kürsüsü’nden” adlı şiirinde bir vaizin ağzından Japonya ve Japonları överek kamuoyunda Japon hayranlığının yayılmasında etkili olmuştu.
Elbette bu vaiz, Abdürreşid İbrahim’den başkası değildi. “Siz gidin, safvet-i İslâm´ı Japonlarda görün!” diyen Akif, Japonların “Müslüman denmek için eksiği ancak tevhid“ demekte ve onları şöyle tasvir etmekteydi:
“Ademin en temiz ahfadına malik bir ada.
Medeniyet girmiş yalınız fenniyle…
O da sahiplerinin lahik olan izniyle.
Dikilip sahile binlerce basiret, im’an;
Ne kadar maskaralık varsa kovulmuş kapıdan!
Garbın eşyası, eğer kıymeti haizse yürür;
Moda şeklinde gelen seyyie gümrükte çürür!
Gece gündüz açık evler, kapılar mandalsız;
Herkesin sandığı meydanda, bilinmez hırsız.
Ya o mahviyyeti insan göremez bir yerde…
Togo’nun umduğumuz tavrı mı vardır? Nerde…
“Gidelim!” der, götürür! sonra gelip ta yanıma;
Çay boşaltırdı ben içtikçe hemen fincanıma.
Müslümanlık sanırım parlayacaktır orada;
Sâde, Osmanlı’ların gayreti lazım arada.
Misyonerler, gece gündüz yeri devretmedeler,
Ulema, vahy-i İlahiyi mi bilmem, bekler?”
Rus-Japon Savaşı sırasında askeri gözlemci olarak cephede bulunan Albay Pertev Bey (Paşa-Demirhan) de samurayların şeref yeminini İslam’ın “gaza” prensibiyle karşılaştırmış, Japonların harakiri ile intihar etmelerini de Müslümanların davaları ve kutsalları için “şehit” olmalarına benzetmişti.
GERÇEK JAPONYA
Japon modernleşmesi, Osmanlı’dan Cumhuriyete başta İslamcılar olmak üzere hemen her kesim tarafından örnek gösterilse de sürecin birçok boyutunun göz ardı edildiği anlaşılmaktadır. Örneğin Japon modernleşmesinde Batılı tarzda bir anayasa yapıldığı, parlamentonun faaliyete geçtiği, yenileşmenin temelinde “laiklik” olduğu, devletin dinlere karşı eşit mesafede bulunduğu, inancın kişilerin tercihine bırakıldığı, kişinin istediği şekilde inanma hürriyeti olduğu gibi hususlar hiçbir zaman öne çıkarılmamış, genellikle endüstrileşme, teknolojik ilerleme, ordu ve donanmanın gücü vurgulanmıştır.
Halbuki Meiji restorasyonunun önemli özelliklerinden birisi, laik bir sistem kurulmasıdır. Bu teklifi yapan kişinin bir din adamı olması da ilginç bir durumdur. Budist cemaatleri temsilen Iwakura Heyeti’ne katılan Shimaji Mokurai, üç semavi dinin devletlerle ilişkilerini incelemiş ve dini kurumların devlet işlerine, devletin de dine karışmaması gerektiği sonucuna varmış ve çözüm olarak laik rejimi önermişti.
Sonrasında laik bir rejimi kabul eden Japonya’da İçişleri Bakanlığı’na bağlı ve adına “Tapınak ve Sunaklar Genel Müdürlüğü” denebilecek bir teşkilat varsa da tek görevi dini kurumları mali yönden denetlemek olup bu kurumlar üzerinde başka bir yaptırım gücü yoktur.
Bu kısa yazıda verdiğimiz örnekler bile Türkiye’de Japon modernleşmesinin “romantik” ve “gerçek dışı” bir şekilde ele alındığını göstermektedir. Özellikle İslamcı aydınlar, Japonya örneğini laiklik, eski geleneklere son verilmesi, yeni bir kimlik oluşturulması gibi realiteleri görmeden değerlendirmişler ve kendileri için “başarı öyküleri” çıkarmaya çalışmışlardır.
Halbuki genel itibarıyla Meiji Restorasyonu “muhafazakâr” değil radikal sayılabilecek özelliklere sahip bir batılılaşma hareketidir. Bugün de aynı hatalı yaklaşımlar devam etmekte ve Japon modernleşmesi İslamcı kesim tarafından yanlış bir şekilde yansıtılmaktadır.
Başka bir ironi de Japonların İslam dinine geçmeye hazır bir toplum olduğu olgusunun oluşmasında önemli bir rol oynayan Abdürreşid İbrahim’in “İslamcı padişah” II. Abdülhamit tarafından Japonya’ya İslam’ı yaymak üzere gönderildiği gibi yanlış bilgilerin, İbrahim’in Rusya’nın baskısıyla Abdülhamit rejimi tarafından 1903’te Rus makamlarına teslim edildiğine değinilmeden günümüzde hala tekrarlanmasıdır.
Bütün bunlar, Japon modernleşmesi konusunda yapılan birçok çalışmaya rağmen Türkiye’deki “geleneklerini koruyarak modernleşmiş Japonya” algısının kolay kolay değişmeyeceğini göstermektedir.
***
Kaynaklar: S. Esenbel, “Meiji Modernleşmesinin Çok Boyutluluğu”, Toplumsal Tarih, 2018, S. 299; G. Yavuzcan, “Osmanlı ve Japon Modernleşmeleri Üzerine Bir İnceleme”, Tarih Okulu, Kış 2009, S. II; M. Beşikçi, “1894-1895 Japon-Çin Savaşı”, Toplumsal Tarih, 2007, S. 161; H. F. Seval, “Japon Kalkınmasının Temel Taşı”, İş ve Hayat, 2017, S. 5; Renée Vorringer, “Avrupa’nın Hasta Adamı mı Yoksa Yakın Doğu’nun Japonya’sı mı?” Muhafazakâr Düşünce, Bahar 2008, S. 16; M. Dündar (Yay. Haz.), Meiji Japonya’sına 150. Yılından Bakışlar, Ankara, APAM, 2019.
Bizim milletin her şeyi yalan. Hani Japonlar değerlerine sahip çıkarak gelişmişlerdi? Adamlar gayet de batililasmislar.
Aslında herseyin ozeti sudur, maddeten gelisme ve ilerlemeyi nasıl saglarsınız, batıda maddeten gelisme ilerlemenin sebebi borclandırmaya dayalı sosyo ekonomik sistemdir ve bunun icin insan ve toplumsal yapı yeniden dizayn edilir , yani bedeli insan ve toplumdur. Insanlar yasayabilmek ve maddi gelisimden payları bu borc dongusunu dondurebilme becerileridir. Borcun kime ne kadar nasıl verileceği ise borclandırıcıya aittir, buna o karar verir. Ama İslamiyet’te ise allahın mülkünde yani ebediyete dehalet etmek isteyen yaratıcının tarifine gore yasamayı ogrenir bu durum borcsuz en hızlı en sorunsuz en eksiksiz en adil gelismeyi saglar, bediuzzamanın risaleyi nur eseri kulluk sistemimini, yani kurandan bizlere bunları en detaylı bir sekilde anlatan eserlerdir. Baskasının rejiminde omrunu heder edip dunya ahiret kayba ugramamanın yolunun islamiyeti kulluk odaklı uygulamak oldugunu bize isbat etmistir. Olup biten herseyin ozeti bu kulluk sisteminin en camii bir sekilde uygulanmasıyla herkes icin hızlı ve adil bir gelisme olacagının anlasılmasının onune gecilmesidir. Japonlar borclandırmaya gectiler ve dunya sistemine entegre oldular.
Böyle yazıların yayınlanması ne kadar doğru?
Yani Japonlar lail bir rejime geçerek mi gelişmişler?
Hani Müslüman olmaya adaylardı?
Hani onları da hidayete erdirecektik?
Bu tarihçileri anlamakta zorlanıyorum.
Bir karar verseler iyi olacak!