YORUM | FATMA BETÜL MERİÇ
“Ya Rasulallah! Amellerin Allah’a en sevgili olanı hangisidir?
Diye sorulduğunda;
“Amellerin Allah’a en sevgili olanı; bir kardeşine teselli vermen veya onu sevindirmen veya onun bir sıkıntısını gidermen veya borcunu ödeyivermen veya açlığını doyurmandır.” Buyurmuşlardır.
(Hadis-i Şerif)
Kendisinden 14 asır sonra gelen, -umulur ki- “Beni görmedikleri halde bana iman eden kardeşlerimi görmeyi çok isterdim.” muştusuna mazhar olan. Yazıcı meleklerin kainattaki her şeyden evvel isimlerini salihler defterine kaydettiği asil kahramanlara selam olsun.
Asrın yiğitlerini, kardeşleri önce kuyuya atıp, sonra köle pazarına satmadılar belki ama, onlar da Yusufi bir çilenin sabır erleri oldular. Masum olduklarını sağır sultan bile duyup bildiği halde, kendilerine kardeş bildikleri, müslüman görünümlü muktedirler eliyle hürriyetlerinden oldular.
Dört duvar, üç beş parça kıyafet, az bir azık ile bir nevi inzivaya durdular.
Kader kalemi, kiminin adının önüne zalim sıfatını ekledi, kimine mazlum.
Kimi Yusuf oldu zindanlarda, kimi küheylan olup düşmediği zindanın çilesini de çekti arkadaşlarının hesabına.
Kimi hicret yollarında ıslattı göz pınarlarını, arkasına baka baka gitti.
Kimi gidemeyip ruhunu teslim etti, karanlık derin sularda.
Eksildik. azaldık.
Kimimiz içerdeydi, hatta kalbimiz içerdeki Yusuflarla bir atıyordu demir parmaklıklar ardında.
Kimimiz dışardaydı ama mahkumdu dört duvara bir küçük odaya.
Kimimizin ellerindeydi kelepçeler. Kimimizin ellerinde görünmez kelepçeler, ayağında pranga.
Gidemediğimiz yolların, göremediğimiz dostların hasreti ağır gelince kimimize. Duruverdi kalbimiz. Koşmaktan yorulan küheylanların çatlayıp ölmesi misali.
Kimimiz hastalıklara gark oldu. Kimimizin baktığı, koruyup kolladığı ailesi birken iki oldu. Üç oldu beş oldu.
Yetmedi yüce gönüllü, isimleri ebediyet defterine altın harflerle nakşedilesi bu asil kahramanlara. Yetmedi ve “Hel min mezid?” dercesine bambaşka şehirlerin Yusuf yolunu bekleyenlerinin de sırtını sıvazladılar. “Buradayız”, dediler. “Yalnız değilsiniz. Biz varız. “
Kimi, gözünün yaşını silmeye gittiği tutuklu yakınları ile gözyaşı döktü. Oturup ağladı “Erkekler de ağlar mı?” diyenlere inat. Rikkat, her kalpte bulunmazdı zira. Diğergamlık, fedakarlık, en çok da isimleri bize sır, Yaradan’a ayan olan yiğitlere yakışırdı.
Kimi, çarçabuk dolduruverdi market poşetlerini, sevindirdi evin miniklerini. Sırtına hem kadının hem de erkeğin yükü yüklenmiş annelerin yükünü hafifletti. Gözyaşları, şimdi evde ne eksik varsa biliyormuş gibi alınan, çocukların en sevdiği çikolata ile muzu bile unutmayan bu muhabbet fedailerinin uğruna dökülmekteydi.
“Allah sayılarınızı arttırsın” diyordu, büyükler. “Birlerinizi bin eylesin, ayağınıza taş değmesin sizin. Rabbim sizleri esirgesin. Değil mi ki, Yusuf oldu oğlum, eksildi bir yanım şu ihtiyarlık zamanında. Değil mi ki hastalıklarımın en şiddetli anında böyle bir imtihan geldi başımıza. Evvel zannetmiştim ki, bir oğlum vardı ama o da yok oldu. Esaret altında. Şimdi gördüm ki, gelinim torunlarım sahipsiz kalmamış asla. Onlar inayet altında. Evet, rızık birdir, değişmez ve kimse de kimsenin rızkını yiyemez amma. Sizi böyle görüverince, oğlumu görmüş gibi oldum karşımda. Rabbim, bir oğlumu muvakketen yanımdan aldı. Bir değil, iki değil bir sürü ağzı dualı, alnı secdeli, temiz yüzlü, konuştu mu ağzından hayır çıkan evlatlar verdi bana. Hamd olsun Rabbim sana, bu evlatlarımı Yusuflarımız ile bir eyle, birlikte koy cennetine. Dünyada gözet, sakın ve kolla. Rızıklarına bereket ver, işlerine suhulet. Evlerine huzur ve sükunet. Evlatlarını salihlerden olmayı nasip et. Bizi de bu yiğitlerle haşret!
Kimimiz Yusuf olduk, düştük zindana. Kimimizin bahtında Yakup olmak vardı sarıldık bir kanlı gömleğe.
Kanlı gözyaşı akıtmaya da, ağlamaktan gözlerimizin görmez olmasına da fırsat vermedi bu yiğitler.
21.yy da, olanca ekonomik sıkıntıya, günlük telaşlara ve dünyanın hay u huyuna karşı unutmadılar bizleri. Hiç akıllarından çıkarmadılar belli ki.
***
Cüzdanında kalan son parasını, -o gün bir ihtiyaç sahibi için- gözünü kırpmadan hiç tereddüt etmeden veren de oydu.
Evde ateşler içinde yanan kendi evladını hanımına emanet edip, babası tutuklu bulunan yavrunun imdadına koşan da.
Evinden önce market alışverişini en ince ayrıntısına kadar yapıp da, kendi evi için alması gerekenleri unutup, unuttuğunu dahi unutacak kadar fena-fi’l-ihvan olan da.
Kardeşleri daracık bir hücrede yatıyor diye yumuşak döşeğinde yatmaya utanan da oydu.
Az yemekle iktifa ediyor diye, yediği porsiyonları azaltan da.
Gülümsemek belki ama, kardeşlerinin yokluğunda şöyle ağız dolusu gülmeyi kendine yasaklayan da.
“Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” diyen bir üstada talebe olmuşken, ben neden içerde değilim Rabbim, bu imtihanı bana niye vermedi, yoksa Rabbim beni sevmiyor mu diye hayıflanan da.
Sıkıntıdan bu yaşında saçlarında aklar düşen, zayıflayan. Gayretlerine gayret, dualarına dua ekleyip bir gergef dokur gibi azimle, bir örümcek ağ yapar gibi hassasiyetle yürüyen, koşan ama asla durmayan kahramanlar. Bu zamanın destanını yazanlar işte onlar.
Onlar, “Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada, bir kardeşimin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır. Birinin ayağına çarpan taş, benim ayağımı acıtmıştır. Bir kalpte hüzün varsa, o kalp benim kalbimdir” diyen Ebu’l Hasan Harekani’nin dergahında diz kırmış, boyun bükmüşlerdir.
Onlar, bu asrın vefa erenleri, kardeşlik destanının en güzel kafiyeleri, henüz yazılmamış ama kelimelere yetmeyecek hislerle yaşanmış olayların başrolleri.
Hayat filminde, replikleri hep iyilikle güzellikle yazılmış olan aktörler onlar.
Her şeyin bozulup kokuştuğu bir asırda, burcu burcu gül, ıtır ıtır esenlik sunanlar.
Yokluları hissedilmesin diye bahtına Yusuf olmak düşmüşlerin, onlar için de koşturanlar.
Onlar adına da koşanlar. Yorulsalar da durmayan, bir karınca ezmekten bile çekinen kahramanlar.
Ey! Gönü evleri dünyalardan geniş “Muhabbet Fedaileri”.
Bu ismi size Zamanın Bedii vermişti. “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yok”, demişti. Ve eklemişti:
“İşte ey Risale-i Nûr şakirtleri ve Kur’ânın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı manevînin âzalarıyız. ve hayat-ı ebediye içindeki saâdet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz.. Ve sahil-i selâmet olan Dâr-üs Selâm’a ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede çalışan hademeleriz. Elbette dört ferdden bin yüz on bir kuvvet-i mânevîyeyi temin eden sırr-ı ihlâsı kazanmak ile tesanüt ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecburuz. Evet, üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz on bir kıymet alır. Dört kerre dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazîfe ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi.. demişti. Kenetlenin buyurmuşlardı hasılı, “kalmasın el uzatmadığınız bir mahzun gönül!”
Kelimelerin kifayetsiz, acıların dilsiz, ızdırapların çeşitli olduğu şu ateşten günlerde; su gibi ekmek gibi hava gibi ilaç gibi geldiniz baharı bekleyen sinelelere.
Umut oldunuz, ümit verdiniz. Ağlamaları gülmelere çevirdiniz.
Rüyalarda görülen ve “Kardeşlerim!” seslenişine mazhar olan kutlular siz miydiniz?
Öyleyse, iyi ki varsınız, hoş geldiniz…
Kaleminiz en güzel şeyi öğrenmlş. İçinizdekileri tercüme ediyor.